Ebru Çapa

Kütüğüme dokunma!

2 Mart 2006
Geçtiğimiz yaz sonu, en iyi arkadaşlarımdan biri evlendi. Pigme kadar olduğumuz yıllardan beri dostuz; ailesini de yakinen tanıdığım ve evlilik müessesesini ne denli önemsediklerini bildiğim için ellerimi ovuştura ovuştura, evlilik hazırlıkları sırasında yaşanacağından emin olduğum, düğünden daha bile fazla eğlendireceğini umduğum gülünç anekdotları bekliyorum.

O, durmadan bu hengameyi sıyrık bile almadan atlatacağını iddia ediyor, ben "hadi ordan mümkün değil" makamından çalarak, kaç adet küçük çaplı ayaküstü cinnet getireceğininin çetelesini tutmayı planlıyorum hevesle.

Hevesim kursağımda kaldı. Bizimki, her nasıl yaptıysa, bütün gıllıgışlı mevzuatı başarıyla bertaraf etti, bütün düğün hazırlığını hepi topu iki haftasonuna sığdırdı, üstelik de bunu başka bir şehirden uzaktan kumandayla kotardı, gayet gürültüsüz patırtısız bir şekilde mevzuu bağladı.

Enişteyle zaten birlikte yaşıyorlardı. Evlenmekle hayatlarında tek bir şey değişmedi.

Bizimkinin gelmişi geçmişi haricinde...

İlginçtir, bir pratik ağır sallayacak diye düşünürken, bir tek teoriden yara aldı...

"Ben anladım," dedi "niye hadisenin içinden ’kız almak’ şeklinde sakil bir tabir geçtiğini; adam beni resmen kütüğüne aldı, iyi mi!"

Zira kendisi artık 34 yaşına dek kullandığı soyadını kullanmadığı gibi, kütüğü de İzmir’den Bursa’ya geçmiş durumda.

Kocan nerde doğduysa, o akde imza attığın an itibarıyla sen de oralısın ya hani...

Kimlik, ehliyet, pasaport, bilmem neyi koruma derneği üyeliği belgesi; hadi bakalım sil baştan...

"Tam aaa bak böylesi de olabiliyormuş diye ikinci bir kez düşünmeme neden olabilecekken, hayatta evlenmemek için taş gibi bir neden daha bahşettiğin, daha doğrusu bunu hatırlattığın için teşekkür ederim" dedim; "Benim bünye böyle bir şeyi kaldırmaz. Konyalı Şerife’yken Hintli Leydi Güngör Bayrak Berucci’ye dönüşmüş filan gibi hissederim ki bu cümleyi herhangi olumlu bir anlamda kurmadığımı SANA ayrıca belirtme gereği duymuyorum."

Kadınların haklarıyla ilgili her konuda, iki ileri, yerine göre bir, yerine göre üç geri...

Bir gün bir yere varılacak inşallah da biz o günleri görecek miyiz, hakikaten merak ediyorum.

Diyelim ki bir adamı sevdim, o kadar sevdim ve güvendim ki üremeye karar verdim...

Bunun için illa ki ismimden vazgeçmek ya da zaten rahmetli babaannemin inadı sağolsun, eski model, uzun mu uzun bir adet göbekadım var; nüfus cüzdanıma, ne bu artık, katar treni gibi, bir isim daha eklemeye mecbur muyum kardeşim? Kaldı ki niye bir anda, káğıt üzerinde olsa bile, tanımadığım etmediğim bir yeri memleketim belleyeyim?

Bundan bir süre önce, AK Parti Adana Milletvekili Ayhan Zeynep Tekin Börü’yle ilgili bir şeyler yazıyorum. Hanımefendinin adı, yazının içinde sayısız seferler geçtiği için, her seferinde dört ismi yan yana yazmayayım diye, Ayhan ve Zeynep tamam da Tekin de isim mi, soyisim mi, kendilerinin üç adı bir soyadı mı yoksa iki adı iki soyadı mı var, öğrenmek için verdiğim mesai, neredeyse yazının kendisinden daha zahmetliydi.

Bezdim resmen; gazetenin ortasında "Ben ona kısaca Çiko desem olmuyor mu?" filan diye dolanır hále geldim.

Bizim kuşakta elinizi sallasanız bir Ebru’ya çarptığı için hayatı boyunca yakın çevresi tarafından sadece soyadıyla çağrılmış biri olarak, soyadımın lakaba dönüşmesini kesinlikle istemiyorum.

Bu konuda en ufak bir tavizde bulunmayı da düşünmüyorum. Hatta bu kanunlar, bilmem kaç senedir annemin yaptıramadığını yaptıracaklar diye, yani sırf inadımdan konuyu AİHM’ye taşıyabilmek için durduk yerde kalkıp evlenmekten korkuyorum.
Yazının Devamını Oku

Beyoğlu Beyoğlu

27 Şubat 2006
80’leri yakalayamamış genç arkadaşlar için çok bir şey ifade etmeyebilir ama Zeki Alasya-Metin Akpınar ortaklığında kurulan Devekuşu Kabare’nin altınçağını yaşadığı dönemin en sevilen oyunlarından biri, Beyoğlu Beyoğlu’ydu. Reform öncesi, Cadde-i Kebir’de cins cins itin kopuğun fink attığı, "Ah eskiden Beyoğlu’na kravatsız çıkılmazdı, Lebon’da, Markiz’de şapkasız oturmak ayıptı" türünden nostaljik serzenişlerin tavan yaptığı, Beyoğlu’nun dibe vurduğu yıllar...

Çizilen tiplerin her birine, telefonu "Galaksi Taksi buyruuun" diye açan herife, hastanenin acil servisinde yaşanan hadiselere, Metin Akpınar’ın canlandırdığı pezevenge gülmekten ortamdan yarılmıştım.

Üstelik henüz çocuk sayılırdım ve İzmir’de yaşıyordum, Beyoğlu’nun ahvaline çoook uzaktan bakardım. İstanbul ziyaretleri, sadece yaz tatillerinde mümkün olabilen bir şeydi ve onda da gidildiğinde amcamın Büyükada’daki evine gidilirdi.

Yine de Beyoğlu, o zaman ne kadar "marjinal" tanınırsa tanınsın, işte, konsantre Türkiye’ydi. Semti tanımazdım ama o zaman bile, o çocuk kafamla bile, ortamın kokusunu alırdım.

DÜPEDÜZ KEPAZELİK SKANDAL, REZALET

Beyoğlu, hiçbir zaman, sadece Taksim’in, sadece İstanbul’un meselesi olmamıştır; değildir.

Ve lafı uzatmadan, evelemeden, gevelemeden, bodoslama söyleyelim: Şu geçtiğimiz yıl boyunca Beyoğlu’nda yaşananlar, üstelik maalesef daha uzunca bir süre de yaşanacak olanlar, düpedüz kepazeliktir. Skandaldır. Rezallettir.

Sadece Topbaş yönetiminin değil, gelmişiyle geçmişiyle, tüm belediyecilik tarihine düşülecek utanç verici bir beceriksizlik silsilesidir.

O kadar ki, beceriksizliğin bu kadarını tahayyül etmek güç olduğundan, olan bitenin ardında art niyet aramamak, komplo teorilerine itibar etmemek de neredeyse elde değildir.

Neymiş, İstanbul’un 2010 yılında Avrupa Kültür Başkenti seçilmesi için çalışmalar filan sürdürülüyor.

Şehrin en önemli kültür arterlerinden biri olan Beyoğlu’nu savaş sonrası Bağdat’a döndürüp, "Ay pardon" deyip, bin yılda altından kalkamadığın bir projenin henüz yarısını bile kotaramamışken, hadi bakalım, bi’daha bi’daha bi’daha aynı işkenceyi başa sarmakla olacak çünkü bütün bunlar...

O ZAMAN İSTİKLAL’İ NİYE SİLKELEDİNİZ

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Basın Danışmanlığı, eksik olmasın, yazılı olarak açıkladı: Büyükşehir Belediye Başkanı -ki mimardır kendisi- Kadir Topbaş, zeminde kullanılan taşları beğenmedi ve bunların tamamen kaldırılıp yerine yeni granit kullanılmasını istedi.

Ve fekat gözümüz aydınmış, bu çalışma belediyeye ek bir maliyet getirmeyecekmiş!!!

Ben diyorum ki, Taksim Meydanı’ndaki megavizyon ekranına dev puntolarla "Dalga geçiyoruz! İmza, malum..." yazın bari, 30 saniyede bir dönsün.

Efendim, Topbaş, bürokratları ve Gür Yapı İnşaat A.Ş.’nin sahibi Hasan Gürsoy biraraya gelmiş, caddeye ilişkin değerlendirme yapmış. Bundan sonraki iş, yol haritasını gözden geçirmek olacakmış. Geçirmişler de... Taşlar kalkacak, hızlı bir şekilde değil, bölüm bölüm, trafiği, oradaki yaşamı rahatsız etmeden, "kent şantiyeciliğine" uygun olarak yeniden yapılacakmış.

Bakın şu Allah’ın işine? Bu iş böyle yapılabiliyorduysa, aylardır İstiklál’i halı gibi silkelerken ne düşünüyorlardı acaba? İstanbul’u bitirdiler, Türkiye’yi de bitirdiler, Dünya’yı kurtaracak bir 117. çözüm güzelliği mi?

Müteahhide "tertemiz, kitap gibi döşenmiş bir cadde" sipariş eden Topbaş üstelik, iş hamasete gelince, zannedersiniz ki, o kafe senin bu kitapçı benim, o tiyatro senin bu sinema benim dolanan, 24 saat nöbetçi Beyoğlu müdavimi:

"Dünyada İstiklál Caddesi gibi bir başka yer yok. 24 saat yaşayan başka bir aks yok. Böyle bir yerde adam gibi iş yapılması lázım. Yerli granit kullanılacak, en iyi şekilde düzenlenecek. Bizim zaten aksesuar olarak hazırlıklarımız vardı. Bunlar daha sonra konacak. Binalara farklı çiçek sarkıtmalar, konsollar konulacak. Bunun hazırlıkları yapıldı. Bina cephelerinin ışıklandırılmasını da devreye sokacağız. ’Art noveau’ tarzı mimari yapıların aydınlatılmasının da bu projenin içinde olmasını istedim. Cepheler tertemiz, boyatılmış olacak. Özel bir cadde olacak. Gözüm bir şey görmez, bunun altını çizerek söylüyorum. Kimse kusura bakmasın."

Valla kimse bakmayacaksa, siz de kusura bakmayın ama ben hayatımda daha komik bir beyanat duyduysam da hatırlamıyorum. (Yok yok, çok duyduk tabii de, ben hatırlamak istemiyorum, ayrı...)

BİZİ NASIL BİR RÜKÜŞLÜK BEKLİYOR

Şaka mı bu yahu? O ihaleyi biz mi verdik? O müteahhidi biz mi bulduk? Yaptığı işin kağnı süratinde bir sakalet inşa etmek olduğunu biz mi fark etmedik? Kontrolleri biz mi yapmadık? Altyapı meselesi her Allah’ın günü bangır bas haber olurken, esnaf inim inim inlerken, o aralarda hani, binadan sarkıtılacak kabak çiçeğiydi, kenara kondurulacak kuştu, bunlarla biz mi oyalandık? (Nasıl bir rüküşlüğe gebedir, korkudan dizlerim titremiyor da değil ayrıca. O devlet memuru ofisini andıran lambrili-pirinçli tek tip levhalar, o çirkin ötesi granitler, o laleli maleli lambalar malûm... Geçmiş geleceğin teminatıysa -ki ekseri öyledir- eğer, yandık ki ne yandık!)

Yetmiyor efen’im, Topbaş bu konuda çok dertli çoook: "İşçilik hatalarımız var. Şimdiye kadar yapılan bütün işlerin ömürleri iki-üç seneyi geçmedi. Adam yapıyor, yıpranıncaya kadar orada kalıyor. Burada bir uygulama yanlışlığı var. Söküp yeniden yapmanın maliyeti çok yüksek. Bunun faturasını millet ödüyor."

N’apıyoruz? Tam bu noktada, hep birlikte, halk babası Topbaş’ın Hulusi Kentmen şefkati içeren yaklaşımından dolayı hisli gözyaşları döküyoruz...

Ama üzülmeyin... Biliyorsunuz, dedi ya, Topbaş’ın tavrı belli, bu yapbozun belediyeye ekstra bir maliyeti olmayacak.

Zira bu arada, resmen canına kast edilen, sabote edilen Beyoğlu’nun esnafının, sinemacısının, işletmecisinin kaybı sıfır... Her gün üzerinden Türkiye’nin her ilinden, Dünya’nın bambaşka ülkelerinden insanın geçtiği Beyoğlu’nun turistik imajından kaybettiği sıfır...

Beyoğlu müdavimlerinin çektiği ve AK Parti yöneticilerinin kasıtlı ya da kasıtsız, günahları boyunlarına, ne kadar çanına ot tıkamaya kalksa da sokağını terk etmeyecek olan bizlerin çektiği: Sıfır...

Elde var sıfır. (Topbaş...)

Yes abi, valla only in Turkey!

ABD’lilerin, hani Amerika imkánsızın oldurulabildiği, olabildiği rüyalar ülkesi ya, bu mucizeye ancak burada/orada şahit olabilir, yaşayabilirsin mánásında "Only in America / Sadece Amerika’da" şeklinde bir ifadeleri vardır.

Hakikaten doğrudur da... Demokrat maskesi takmış faşizanlığın hası meselá ve daha birçok şey: "Only" değilse de, hatta dünyanın her köşesinde rastlanan bir halt olabilse de, en başarılı şekliyle, klasik mertebesine ulaşmış müzikal Batı Yakasının Hikáyesi’nde Hispanik tayfanın seslendirdiği ünlü şarkıda tartışıldığı üzre: In America... (Hoş, orda Amerika’yı yağlayan sözleri terennüm eden, Anita rolündeki Rita Moreno liderliğinde kadınlardır, ben de bu hále gıcık olurum, ayrı...)

Madem ki bu denli öykünüyoruz, büyüyünce olmak niyetindeyiz, biz de şöyle taklit türden bir "Only In Turkey / Başkasında Bulursan Gel Anamı Al Da Git" söylemi yaratalım ve pazarlayalım diyorum; fena mı olur?.. Hatta ülkem için hiçbir fedakárlıktan kaçınmadım, proje üzerinde kafa da yordum: En mühim silahımız magazin camiamız olsun.

Hani evin manzarasını kapatıyor diye ağaç kestiren, jet-ski kullanan ámá şarkıcımız Metin Şentürk olsun; ismi Küre Operasyonu çerçevesinde bir kez daha çete davasıyla anılan ve bu konuda yaptığı basın toplantısında "sütten taze kesilmiş halaybaşı" şeklinde "nahan da bu kadar temizim" diye beyaz mendil sallayan İbrahim Tatlıses olsun; ABD dönüşü bebek niyetine oyuncak goril taşıyarak, medya maymunluğuna, memleketin en akıllı ve şakacı sazan avcısı ya, yeni bir anlam yükleyen Hülya Avşar olsun; onun, gençten manitası konusunda "O çocuk Seda’ya nasıl yetiyor anlamıyorum" şeklinde uyuz misáli kaşıması üzerine, bu nurtopu paçoz polemik filizini "Benim kocam karıların kavgasına karışmaz. Bu kadın çok meraklı oldu, isterse göndereyim, Nihat nasıl yettiğini göstersin" diye harlayan Seda Sayan olsun... Örnekler bitmez, tükenmez, bitmeler tükenmeler bilmez...

Buyrun, "Yurtta Aşk Cihanda Aşk" adlı yeni bir albüm çıkaran, tabii ki kendisine rakip olarak bir tek kendisini gören ve tabii ki kendisini üçüncü tekil şahısla anarak şey eden Gülşen’in son beyanatı: "Büyük bir rakibim var. Adı Gülşen. Atatürk hayranıyım. Bu nedenle albümde böyle bir şarkı olmamasına rağmen bu ismi vermeyi uygun buldum."

"Only in Turkey" diyorum, başka bir şey diyemiyorum.

Değil mi ki burası, The Times’ın tarihin en önemli 100 kişisini belirlediği anket Builders and Titans’da oylarıyla Atatürk ve Fenasi Kerim’i yarıştırmış ülke...

ABD’nin Türkiye’den öğreneceği çoook şey olduğunu düşünüyorum.
Yazının Devamını Oku

Álem buysa kral malûm

24 Şubat 2006
Adrenalin meraklısı, risk almayı spor bellemiş, göbeğini Banu Alkan’dan hayde hayde başarılı bir şekilde içine çekmeye muktedir, en bi’ eşkenar üçgen vücutlu, Başbakan’la "delikanlılık" áleminden eski tanış Devlet Bakanımız Kürşad Tüzmen’in Ayşe’ye (Arman) verdiği ibretlik röportajı takip ettiğinizi umuyoruz? Berber koltuğunda saç kestirirken kestiği ahkámlar olsun, kardeşi Tüzmen’in kovboy çiftliğinde çekilmiş klibine destek çıkmak için yaptığı davudi vokal olsun, her hareketini bir yandan karnımızı tuta tuta gülerek, bir yandan derin tefekkürlere dalarak izlediğimiz, nev-i şahsına münhasır, enteresan ötesi bir kişilik kendileri malûm...

Bugünlerde Tüzmen, gündemin tepesine bağdaş kurmuş Oturan Boğa durumda ki insan, sinir gazı niyetine başka ne ister diye sorasım var müsaadenizle...

Kürşad Bey’in, bizim gazetede "kadınlar konusundaki sabıkasının kabarıklığı" ile böbürlendiği sırada: A-a-aaa???

Bir de baktık ki, Vatan gazetesi, Bilal Çetin’in ele geçirdiği Başbakanlık ve Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (DDK) murakıp raporunu manşetten görmüş!

Sabıkayı an, çomağı hazırla!

Efendim, meğerse BDDK, raporda Tüzmen’i, Yönetim Kurulu’nda yer aldığı Eximbank’tan EGS Dış Ticaret’e 64 trilyon lira usulsüz kredi vererek Hazine’yi zarara uğratmakla suçluyormuş.

Tüzmen dışındaki dokuz yönetim kurulu üyesi hakkında TCK’nın 508 ve 510. maddelerinden (Beş yıla kadar hapis istenen emniyeti suistimal maddesi) derhal dava açılması istenmiş.

Anayasa’nın 83. maddesine göre, dokunulmazlığı olduğu için Tüzmen hakkındaki karar, Başbakan’ın takdirine bırakılmış.

İki kere sözlenip bir kere nişanlandıktan sonra, kadınlara 30 santim uzakta durmayı beceremediği için (Niyeyse bu dirsek mesafesi gayreti artık?) anacığından helal süt emmiş, ince bilekli, sıfır kilometre kız (Murarrire bu noktada galiz bir üsluba sardırmamak için burnundan aldığı derin nefesleri itinayla ağzından vermeye çabalar...) bulmasını isteyen ve validenin bulduğu üç adayı aynı gün görmeye gidip, "içinin ısındığı" biriyle tek bir yemek yedikten sonra evlenen Tüzmen’in kadınlarla ilgili fikriyatı hakkında Başbakan ne düşünüyor bilemiyoruz. Kaldı ki umursamıyoruz.

Karısı bunları okuyup yine de kocacığıyla gurur duyuyor olsa gerek; vardır öyle bir kadın modeli maalesef; Allah birbirlerine bağışlasın, ona da diyecek bir şey yok.

Beni daha ziyade, Tüzmen’in Ayşe’ye siyasete girişiyle ilgili söyledikleri ilgilendiriyor: "(Tayyip Bey) Haberler, mesajlar gönderiyordu. Ben kendisiyle birebir görüşmek istedim, dedim ki ’Kimse olmayacak, sadece ikimiz; ben bir takım sorular soracağım ve o sorularıma cevaplar alacağım, ona göre karar vereceğim.’ O da bu álemden geldiği için davranışlarımız benzer. Delikanlılık álemi... Biz hálden anlarız. Bizi yol görmüş insanlar olarak tanımlarlar..."

Şimdi gel de Tüzmen’in ne sorduğunu ve ne cevap alıp neye güvenerek siyasete girdiğini ve bakan makan olduğunu merak etme!

Yol görmüş insanlar olarak yolsuzluk nedir onu da bildiklerini varsayıyor, Allah’ın, Başbakan’ın ve Tüzmen’in, Tüzmen’in "sırtında paraşüt, altında tente var"mış gibi güven içinde hissetmesini sağlayan muhabbetlerini artırmasını diliyoruz.

Tayyip Bey, delikanlı adamdır, birlikte yol aldığı yoldaşlarına nasıl arka çıktığını, zaten Unakıtan örneğinden, biliyoruz. Beraber yürüyün siz bu yollarda; siz yürüyün, biz bakıyoruz...

Álemde başarılar, nice kabarık sabıkalar dileriz. Nasılsa sicile işlenmiyor...

Rrrrröööhhh!!!
Yazının Devamını Oku

Çift yumurta ikizleri

23 Şubat 2006
Hadi lafa arşivlerden iki küçük alıntıyla girelim: "Türkiye’de ünlü aktör George Clooney’e benzetilen ve bu nedenle de ’Clooney’nin Anadolu versiyonu’ olarak adlandırılan Abdullah Gül, kendinden emin bir şekilde, ’Avrupa Birliği tarafından 2001 yılında Kopenhag’da belirlenen kriterlere hálihazırda ulaştıklarını’ söylüyor." (700 bin tirajlı İtalyan Panaroma dergisinin 13 Ekim 2003 tarihli sayısında yer alan, Simonetta della Seta imzalı bir söyleşiden alıntı.)

"Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, diplomasi çevrelerinde, aktör George Clooney’e hayli benzetildiğini Hürriyet’e itiraf etti. ABD’ye resmi bir ziyareti sırasında ilk kez Amerikalı yetkililerin böyle bir benzetmeyi gündeme getirdiğini belirten Gül, daha sonra Brüksel’deki Dışişleri Bakanları toplantılarında yinelendiğini, yabancı meslektaşlarının da kendisini Amerikalı aktöre hayli benzettiklerini söyledi. Gül, George Clooney’i yakışıklı olduğu kadar kibar ve yetenekli bulduğunu da belirterek, bazı filmlerini izlediğini anlattı." (12 Kasım 2003 tarihli Hürriyet’in Dünya sayfasında, imzasız bir haber.)

Gelelim bu günlere...

Bildiğiniz üzre, Pazartesi günkü Kelebek’te yayınlanan Reha Erus röportajı sayesinde, George Clooney’nin "bir ikizi olduğuna" pek şaşırdığını öğrendik.

Şöyle ki:

ERUS’UN SORUSU: Bizim Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ile benzerliğiniz hep konuşulur. Benzerlik dikkatinizi çekti mi?

CLOONEY’NİN CEVAP: Doğru mu bu? Merak ettim. Adını lütfen yazın, internetten fotoğrafına bakayım. Boşuna her insanın bir ikizi var dememişler, ilginç...

Adam o sırada nerden bilsin, üşenmeyip de hakikaten internete girip baktıysa, hayatında "ilginç" mefhumunun yepisssyeni, bammmbaşka bir anlam kazanmanın arifesinde olduğunu?!. Oturup senaryonun "şov biz"le harmanlandığı yeni bir bilimkurgusal siyasi gerilim bile çekebilir valla; öyle bir ilham gelmiş olsa gerek bünyeye.

Kendileri yönetmen olarak bu tarzlara aláka gösteriyor malûmunuz. Hani "Tehlikeli Bir Aklın İtirafları", "Solaris", "İyi Geceler, İyi Şanslar" ve "Syriana" kırması tadında, ortaya karışık bir şey.

Bir nev’i Clooney toparlaması ama Anatolyan vörjın, pardon, Anatolian version, yine pardon, Anadolu versiyonu...

Panaroma diliyle söyleyecek olursak, bildiğiniz Abdullah Gül (!).

Bu aralar "İyi Geceler, İyi Şanslar" ile En İyi Yönetmen ve En İyi Özgün Senaryo dallarında, Syriana ile de En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu dalında Oscar adayı olan Clooney, bu filmlerle, sadece Akademi Ödülleri’nde değil, birçok festivalde en çok konuşulan isim.

Farklı dallarda üç adaylıkla, Akademi Ödülleri tarihine, hatırı sayılır bir başarı abidesi olarak düşüleceği şimdiden kesin ya, büyük ihtimalle hiçbirini kazanamayacak.

Akademi, yiğitliğe halel sürülmesin diye, demokratız ayaklarına, böyle, bu denli ve bu açıdan (ABD’nin işine gelmeyen açıdan) siyasi filmlere prim verir(miş gibi yapar) ama öyle kolay kolay ödül vermez zira.

George Clooney, şaşıradursun, bizde malûm, bu George Clooney-Abdullah Gül benzetmesi, pek eğlenceli bir film olarak taaaaaaaaa ne zamandır vizyonda.

Ne denir?.. "Allah benzetmesin" mi, "Allah bir gün onu da nasip eder inşallah" mı?

Hadi diyelim ki dedik... Hadi hatta, diyelim.

Biz lafı ortaya salalım. Artık kim üstüne alınırsa, alınsın... (Sormayın, büyüyünce siyaseten doğrucu olacağım! Bir ben, Gwyneth Paltrow, o kıvam!!!)
Yazının Devamını Oku

On parmağında yarımşardan yüz on marifet olan insanlar

19 Şubat 2006
Sevgili günlük;<br><br>Turizm ve Kültür Bakanı Atilla Koç, AKP Grup toplantısında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı dinlerken YİNE uyudu. Tam bu noktada, bir insomniak olarak, Koç’la ilgili yazdığım her şeyde, hasetin de bir parça payı olduğunu itiraf ederim. Erdoğan gibi bando-mızıka makamında esip gürleyen, höykürdü mü ölüyü diriltmeye muktedir bir adamı dinlerken bile uyuyabilmek nasıl bir lükstür Allah’ım ve hani hikmetinden sual olunmaz, isyankár tondan da çalmayayım ama bu lüksten birkaç kırıntı da bizim bünyeye niye bahşetmedin?

Başka? Maliye Bakanı Kemal Unakıtan ile ilgili gensoru önergesi "Surda gedik açtırmam" diyen Tayyip Erdoğan’ın (Sorma, uzaydan bir Çin Seddi bir de AKP surları görünüyor!) talimatı sağolsun, tek tük firariyi saymazsan, taş gibi tekel olan AKP’nin arka çıkmasıyla 179 kabul oyuna karşılık 344 oyla YİNE reddedildi.

Unakıtan’ın kıyamazlar oğlusunun pastörize yumurtalarının reklamları da tam gaz televizyonlarda dönüyor. Adamların tuzu kuru; hani bari kutuların üzerine, "Bizim pederin üzerinde ’hafif’ şaibe var" diye biraz çekin de nal gibi Unakıtan yazma; markanın adını "civciv yumurtadan çıkmış kabuğunu beğenmemiş" filan koy, değil mi? Yok... Mutluyuz, gururluyuz, unumuzu akıtır, eleğimizi de def niyetine çalarız. Çiftlik bizim, yumurta bizim, loy loy loy...

PABUCUMUN MUHALİFİ TURHAN ÇÖMEZ

Gensoruda ret oyu kullanan, pabucumun muhalifi Turhan Çömez’e de mektup yazıp özel bir ricada bulunmayı düşünüyorum. Diyeceğim ki: Allah aşkına bir daha öyle Dreyfus’tu mıreyfustu, kendinize kahraman figür atıflarında bulunmayınız. Komik olmayınız. Zira komik bile değilsiniz. Şahsen, bundan böyle greyfurt olsanız, sıkıp da suyunuzu içmem. Nerde kaldı Dreyfus...

Özellikle belirtme gereği bile duymuyorum ya hadi yine belirteyim: Erdoğan ve Unakıtan ile Deniz Baykal ve Haluk Koç, YİNE bol bol birbirine çemkirdi.

Gensorunun görüşüldüğü sırada Anavatan Genel Başkanı Erkan Mumcu’ya "İt!" diye bağırması tutanaklara giren AKP Kocaeli Milletvekili Eyüp Ayar, direkt çark edip "Ben it demedim, git dedim" dedi. İsmiyle müsemma ayarcı bir abimiz kendisi. Gel gör ki, bu AK Partililerin espri anlayışı biraz kıt ve üslubu fena halde geven. Akif De Ki Bey de hangi birine yetişsin canım...

Korkum odur ki sonunda g.t demedim, düt dedimlere kadar uzayacak mevzu. Hani "Biz mecbur muyuz kafamızı size ütületmeye; bizim de canımız can, patlıcan değil" tadında, aynı yavan geven tonda serzenişler düşüyor insanın zihnine. Vasatlıkla kuş gribinin müsebbibi aynı virüs olabilir mi?

Yine bu arada, Kasımpaşa kovboyu ya, Penguen dergisine açtığı davayı kaybeden Erdoğan, "Bu meselenin peşini bırakmayacağım" diyerek deve kini andı içti. (Evet günlükçüğüm, ben de Başbakan’ın peygamber triplerinde olduğunu düşünüyorum. Fakat düşünmüyor ki bu hesaba göre heykeli de dikilemez nihayetinde. Ha, zaten dikilsin mi, bence de dikilmesin, ayrı...)

Isparta Belediye Başkanı Hasan Balaman’ın (Balaman... Dalaman... Evet sevgili günlük, soyadı bende de aynı çağrışımı yapıyor! Ehe...), tepeden şaplağı yiyince birdenbire terbiyesi geliverdi ve geçen hafta "Ama onlar da benim ayağımı uf yaptı!" şeklinde dile gelirken, neden sonra gazetecilerden özür diledi.

ATIYOSSSUUUOOON TEVFİK DİKER

Vakt-i zamanın Yolsuzlukla Mücadele Derneği Kurucu Genel Başkanı, eski milletvekili Tevfik Diker, Uzan’ın partisi Genç Parti’ye Genel Başkan Yardımcısı oldu. (Hayır, ısrar etme, soyadıyla ilgili bir yorum yapmayı hepten reddediyorum!) Ve "Uzan ailesiyle ilgili soruların muhatabı ben değilim" gibi, karşılığında "Atıyosssuuuooon"dan öte hiçbir şey söylenemeyecek harikuláde bir açıklama(ma) yaptı.

Bu arada, "rüşvetin belgesi mi olur lan p.venk" dönemleri geride kaldı, rüşvetin artık adı bile yok. Adı var da kendisi yok daha doğrusu. Beyaz Enerji davasında verilen "bilirkişi" raporuna göre, bürokratların müteahhitler tarafından "kadın ikramıyla" (Tepside kadın: Kusmak istiyorum.) otelde ağırlanması, Rolex saat, gerdanlık, ziynet eşyası gibi hediyeler kabul etmesi "rüşvet sayılmaz"mış.

Hukukçular "Sanıklara ceza değil, ödül verin bari!" diye kazan kaldırmış. Tabii ki o kazan, kalktığı gibi inecektir. Bu ülkede hangi haklı isyanın bir yere vardığı görülmüş? Yarın bir gün, evet efendim, ödül de verilecektir. Rüşvetten sayılmayan türden...

Neden olmasın? Gül gibi 3.1 ton uyuşturucu yüklü Kısmetim-1 gemisi denize gömülmüş olan Nejat Daş, Karadeniz’de, pardon Akdeniz’de gemileri batmış, mağdur bir insan olduğu için, daha önce firar etmiş bir tutuklu olduğu hálde, yeniden yargılanmasında, 5 yıl 10 aylık hapis cezası, yeni TCK ve "iyi hál" nedeniyle 1 yıl 8 aya indi meselá.

Hadi geçmiş olsun, sayılı gündür, çabucak geçer. Çıkınca ona bir de cici transatlantik alınır, hoş olur...

BÖYLE HÜKÜMETE BÖYLE KADIN YAKIŞIR

"Hep siyaset hep siyaset nereye kadar?" mı diyorsun? Peki iki gözüm günlükçüm; olmazsa olmaz bir magazin geyiğiyle bağlayayım bari:

Şarkı söylüyorum hesabına tıksıran az mankenimiz vardı, soyunmasa şaşardık, şimdi de Tuğba Özay şarkıcılığa soyunuyormuş. Bunlarbir şeye soyunduğunda, laf nasıl da anlam kazanıyor, değil mi?.. On parmağında yarımşardan yüz on marifet olan hanımefendi, her şeyde olduğu gibi bunda da iddialı tabii. (Olmasa şaşardık.) İlk şarkısı bile hazırmış: Hükümet Gibi Kadın.

Böyle hükümete böyle kadın... Yakışır.

Sevgili günlük. Haklısın, bu ülkede hiçbir şey değişmiyor.

Al işte Absürdistan’da bir haftayı daha geride bıraktık. Elimizde mide ekşimemize, beyin hummamıza merhem olacak ne var? Sıfır.

Şikáyetin haklıdır; ben de aynı haltları yaşayıp durmaktan, hayat denen şeyi pranga cezası gibi çekmekten ve bunları senin üzerine kusmaktan çok sıkıldım. Sende beyaz sayfa bol da yazacak bir şey yok; heyhaaat...

Sözüm söz ama bak, yakın bir gelecekte aşık olup üzerine çişli aşk şiirleri yazmayı planlıyorum. Belki kasete de okur, kedi-eti-yedi modelinden aşk şairi olmaya soyunur, yolumuzu buluruz, ne dersin?..

Dingillik etme be sefil günlük! Sensin bayat!
Yazının Devamını Oku

Klip senaryosu kıvamında bir yazı

18 Şubat 2006
Sonunda beklenen oldu. Delirdim. Çarşamba geceyarısı Evrim’i aradım. Kendileri Cumartesi ekinin editörlüğünü ifa eden, Avusturya tedrisatının feriştahından geçmiş, güzel olduğu kadar Prusyalı, anlayacağınız disiplinli mi disiplinli bir hanımefendidir. Konu işe gelince, dost hatırı tanımaz, kırk katırı ve kırk satırı tanır... Yine teee salıdan, yazıları erken veren yazarın sayfanın locasına konuşlanacağına dair şakayla karışık kinayeli göndermelerde bulunmuş. Beni, perşembenin gelişi çarşambadan belli olduğu ve yazı her zamanki gibi son güne sarkacak gibi göründüğü için mutat vicdan azabına gark etmiş...

Son derece iyi niyetliydim. Üstelik cehenneme giden yolların iyi niyet taşlarıyla döşeli olduğunu da gayet iyi bilirim. Buna rağmen "Yazıyı bari en azından çarşamba akşamı evde laptop’la yazayım, sabah erkenden postalarım" dedim. Akşamın kel bir vakti, işten çıkmış eve gitmişim. Kumandayı kafadan müzik kanallarına sabitlemişim. Comedymax’e ya da CNBC-E’ye, ya da neyse neye, herhangi bir kanala, takılır kalırım diye hiiiç ilişmemişim.

Hormonlu vazifeşinaslığımı yiyeyim. Dört küsur saat peş peşe klip üzerine klip üzerine klip üzerine klip izledim. Sonra işte, delirdim.

"Yapamayacağım, bu hafta yapamayacağım" diye sayıklayarak, telefona sarıldım. Fakat iyi aile terbiyesi almış bir akıllı deli olduğum için, direkt aramadan önce, belki uyumuştur diye Evrim’e mesaj attım: "Uyuyor musun kardeşim?" Uyumuyormuş. Aradım. Ve resmen yalvardım: "Şekerim, balım, tatlım, haşmetlim, kıymetlim; yalvarsam yakarsam dizlerine kapansam bu hafta kliptomanı yazmayabilir miyim?" "Nein!" dedi germen germen; en gestaposundan, en SS’inden, en Alman’ından bir tonda. Bunun üzerine, her Türk’ün yapacağını yaptım ve beklediğim cevabı alamayınca çemkirdim. Diyaloğumuzun, daha doğrusu karşılıklı monoloğumuzun seyri, aşağıda okuyacağınız üzredir:

SOHBET Mİ, PAZARLIK MI?

- Ablacım, sen benim neler çektiğimi biliyor musun? Klip áleminde karşına her hafta "Eskidendi, Çok Eskiden" tadında bir Uğur Yücel "sinema"sı çıkma olasılığının, hakkında yolsuzluk iddiası olan bir Maliye Bakanı’nın istifa etme olasılığından daha düşük olduğunu biliyorsun değil mi? Dikkatini çekerim, burada Türk kamerasından bahsediyoruz; Japon mapon da değil...

- Niye öyle diyorsun? Her dakka öylesi denk düşmeyebilir ama arada gayet iyileri de çekiliyor. Hem her klip de öyle Cirque Du Soleil performansı arz etmek zorunda değil ki canım? Yok mu şöyle yükselen rock gruplarından bol animasyonlu bir şeyler?

- Cirque Du Soleil mi? Dalga geçiyorsun herhalde? Başlayacağım senin Avrupa görmüş hallerinden ha! Ben diyorum hadımım, sen diyorsun Cirque Du Soleil! Şöyle Kış Olimpiyatları açılışı tadında bir klibimiz var; fonda da Samantha Fox Türkçe "Çıktım söğüt dalına"yı çığırıyor, o olur muydu? Ya da istersen "Kezban Paris’te"nin soundtrack’i çıkmış, Hülya Koçyiğit Eyfel’in dibinde dans ediyor, filmin tema müziğinin üstüne de remiks cıstakları döşemişler, onu yazayım?

- Abi amma abarttın ha! Kliplerin topuna kıran mı girdi?

- Hayır bebeğim; asabımın tellerine saçkıran girdi. Bütün klipler birbirine benziyor. Ya performans klibi çekiyorlar, ya solisti muhtelif sokak köşelerinde, şık kafelerde ve/veya çayır çimen dere tepede buğulu buğulu bakarken görüntülüyorlar ya da şarkıcının konu mankeninin biriyle evde oynaşırkenki mutlu günlerine flashback’lerle gönderme yapan "Bir yar sevdim, bana varmadı, üstelik dallama çıktı, tuttu bir de beni aldattı" senaryosuna asılıyorlar. Şarkılar aynı, klipler aynı, anasını sattığımın kareleri bile aynı be! Sen Mustafa Topaloğlu neden bu ülkede Elvis muamelesi görüyor sanıyorsun! Adam en azından enteresan!

- Bana ne bağırıyorsun kızım! Ben mi çekiyorum klipleri allallaaa...

- Peki ben mi çekiyorum?!. Sen çekmiyorsun, ben çekmiyorum, bu benim çektiğim nedir peki? Haftaya geçer diyoruz, demokrasilerde mucizeler tükenmez, piyasaya iyi bir şey düşer diyoruz. Sen de üç senede bir kerecik halden anla kerkenez!

- Huooop! Bana Unakıtan ağızları yapma, bak kötü olacağız ha!

- Esas sen bana hareket çekme, hareketin tillahını görürsün! Gecenin körü demem, atlar Bebek’e gelir, seni kanepeye bağlar, sabaha kadar Emre Altuğ’un "Olmuyooor olmuyooor, sensiz olmuoooyooour" klibini izletirim. Bir daha bir daha bir daha... Aralara da bi’ Gökhan Özen, bi’ Ebru Destan, bi’ "Ayşeeeeem!" diye höyküren Kıraç; defneyaprağı serpiştirilmiş çöp şişten beter olursun valla!

- Esas ben oraya gelirsem...

- Ne yaparsın ha! Ne yaparsın? Bana daha ne yapabilirsin lannn? Acı çekiyorum diyorum sana. DAHA NE yapabilirsin?

- Bak şimdi de başbakan tonundan konuşmaya başladın. Sensin lan! Plan yapıldı, sayfa bile çakıldı. Senin köşenin olduğu yere nal kadar bir "Yazarımız sorumsuz, şımarık ve kaprisli bir hıyar olduğu için bu haftaki yazısını yazamamıştır" notu düşeyim istersen.

Baktım, muhabbet enikonu çirkinleşecek, kendimi meclis kürsüsünde gibi hissetmeye başladım, neden sonra bir an için durdum ve deriiin bir nefes aldım.

- Tamam abi. İstediğin gibi olsun. Yazı yarın elinde. Eşi menendi görülmemiş bir klip yazısı olacak.

- Haşşöööle!

... Dedi ve o anda o da kendini yakalamış olacak ki sustu, kibarlığını takındı.

Bir süre telefonda kavga etmiş ergen manitalar gibi susuştuk. Allah’tan hiç değilse; "Sen kapa", "Aaa, olmaz, önce sen kapa" faslına girmedik ve sessizce dağıldık.

Ben sorumsuz, şımarık ve kaprisli bir hıyar değilim. Buyrun, bu, bu haftaya mahsus bir klip yazısıdır.

Uyarmadı da diyemezler yani. Düpedüz delirdiğimi, sizden evvel ona söylemiştim.
Yazının Devamını Oku

Tamamen duygusal

18 Şubat 2006
Bakmayın sert adam pozlarına esip gürlemeyi pek severler ama yumuşak karınları, öyle böyle değil, pek yumuşaktır bizim erkeklerimizin. Yok canım, geçtiğimiz günlerde, "derin devlet" sandığı için telefon muhabbeti koyduğu, sonra para istenince "kamu görevlisi olmadığına" aydığı ve ilişkisini kestiği(ni söylediği) çeteyle ilgili savcılığa ifade veren İbrahim Tatlıses’in; daha evvelden açılmış, Asena’yı tehdit suçuyla yargılandığı bir başka davadan, şu tesadüfe bakın ki tam da 14 Şubat’ta (manitalar günü) beraat etmesinden ilham almış falan değilim.

Ondan bahsetmiyorum. (Fakat o kadar bahsetmiyorum ki, kendilerinin "İnsan sevdiğini tehdit eder mi, ben o lafları sevgim kabardığı için sarf ettim" mealinden cümlelerini pek içimden kıkırdayarak (!) anmadan da edemiyorum.

Benim derdim o değil. 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası Elemeleri’nde fikstür belirleme toplantısı öncesi NTV’ye konuşan Fatih Terim’in ağlağını izliyorum.

Mimikrisi şaşmış, kötü role yazılmış Kadir İnanır edasıyla kaşı gözü hoplaya zıplaya konuşuyor: "Mağdur olduğumuz için anlayış bekliyoruz."

Ardından Haluk Ulusoy’a uzatıyorlar mikrofonu: "Tabiii, kesinlikle bir mağduriyet söz konusu..."

Oldu annem...

Olmasa şaşardık...

Ulusoy, FIFA Başkanı Sepp Blatter’ın elini öptü mü öpmedi mi meselesine geliniyor. Efendim kendilerinin, Haluk Ulusoy’un yani, Blatter ile 10 yıldan beri süregelen bir baba-oğul ilişkisi varmış. Bu anlatılmazmış, yaşamak lázımmış: "Biz onunla öpüşüyoruz, koklaşıyoruz. Başımı göğsüne koyabiliyorum. Sarılıyoruz sımsıkı..."

Ne gülüyorsunuz? Tek kelime eklediysem, en adi şerefsizim; alır anamı (!) giderim.

Vallahi de billahi bunlar tıpıtıpına Ulusoy’un ifadeleridir. Televizyonda yaptığı açıklamanın, birebir deşifresidir.

Futbolu seviyorum... Valla...

Türk erkeklerinin böylesine duygusallaştığını bir orada görebiliyorsunuz, bir de orada... (Ha, Aziz Valentin sağolsun, son 10 yıldır senede bir gün gül mül de satın alıyorlar.)

Böyle en coşmuş kabarmış háliyle, ya el etek öpmecesine ya da ağız burun dağıtmacasına, bildiğiniz, ölümüne sevda...

İsviçre’den cezaların çıktığı gün, tartışmalar ışık hızıyla Lozan’a kadar uzandı bildiğiniz gibi. "Türk’ün Türk’ten başka dostu yok" meselesine, yaklaşık 30 saniyede gelindi.

Milliyetçilik, mağduriyet, baba şefkati, göğüs baş teması, sarılmalar sımsıkı; anlatılmaz da yaşanır ne varsa işte...

Haluk Ulusoy’un Federasyon Başkanı seçildiği gün, lacilerini, grilerini çekmiş koskoca adamların, kendilerini, bıyıkları kulaklarında bir coşkuyla altı okka yapmasına değinmiyorum bile...

Futbolu seviyorum

Oyunun kendisine hasta olmanın çok ötesinde... Sahanın dışında oynanan tuluat, ayrı bir şenlik ya, onun kadri kıymeti ayrıca bilinmeli, saha dışı tuluat turnuvaları düzenlenmeli; onu diyorum.

Hayır efendim, hiç de kinaye yapmıyorum.

Hislerim kabardı, biliyor musunuz.

Aynen Ulusoy ve Terim gibi hissediyorum. Evet; tamamen duygusal...
Yazının Devamını Oku

Çukura hoşgeldin

16 Şubat 2006
Geçtiğimiz ay, Felluce Operasyonu sırasında, ağzında sigarası, en bi’ sert adam edasıyla çekilmiş fotoğrafı sayesinde Irak Savaşı’nın "kahramanlık" sembollerinden biri háline gelmiş olan Marlboro Man lákaplı James Miller ile ilgili bir haber yayımlandı. Ülkesi ABD’ne, "eve" döndükten sonraki ahvaline dair bir haber daha doğrusu...

Haber, operasyon sırasında "kaya gibi sert" bir imaj veren Marlboro Man’in ülkesine döner dönmez bunalımın dibine vurduğunu duyuruyordu.

Sert çocuk-mert çocuk... Neticede hepi topu 21 yaşında bir ÇOCUK olan James Miller, psikolojik tedavi altına alınmış. Günde beş paket sigara içiyor, geceleri uyuyamıyor ve sürekli ağlıyormuş.

"Her yer ceset doluydu. Kediler ölülerin bağırsaklarını yiyordu. Felluce’de yaşanan vahşeti unutamıyorum. Pişmanım..." Hálet-i ruhiyesini bu cümlelerle ifade ediyormuş...

Bu günlerde ne durumdadır bilemiyoruz ama üç günlük psikolojik tedaviyle omurgayı doğrulttuğunu da pek zannetmiyoruz hani...

Uzunca bir süre doğrultabileceğini de keza...

Geçtiğimiz Cuma vizyona giren Oscar adayı filmleri kalabalığının ve !f’te gösterilen filmler arasında ne kadar aláka gördü bilemiyorum ama yemeyiniz içmeyiniz, Jarhead’i görünüz derim.

Eski deniz piyadesi keskin nişancılarından (sniper) Anthony Swoffords’ın, Kuveyt çöllerinde yaşadığı tecrübelerinden yola çıkarak kaleme aldığı 2003 tarihli bestseller’dan William Broyles Jr.’ın uyarladığı senaryo, "American Beauty / Amerikan Güzeli" ile Oscar kazanmış olan Sam Mendes’in yönetiminde çekildi malûmunuz.

Ve Irak meselesinin harından da gaz almış olabilirim, zaman ne gösterir bilinmez ama neredeyse Stanley Kubrick klásiği Full Metal Jacket kalibresinde bir film...

Ailesinde üçüncü kuşak asker olan, Anthony Swofford’un, Birinci Körfez Savaşı’nda, kime karşı, ne uğruna savaştığını bilmeden ve zaten savaşmak da ’nasip olmadan’ çölün zorlu şartlarındaki uzun bekleyişinin öyküsü anlatılıyor Jarhead’de.

Ki savaşa hazırlık süreci, başlı başına bir savaş addedilecek derecede vahşi, yıpratıcı ve bir insanın ruhsal sağlığını, kişiliğini sıfırlamak yolunda "idel" bir süreç...

Jake Gyllenhaal’ın canlandırdığı "Swoff", kendilerine, yani deniz piyadelerine, saç kesiminden dolayı Jarhead / Kavanozkafa dense de bu, kafalarının içi boş bir hazne olduğunu işaret etmesi açısından da manidar olduğunu söylüyor.

Ve James Miller’ın örneğinde, gerçek hayatta da, Jarhead’de de görüyoruz ki cepheden dönmek mümkün olsa bile, boş bir kavanoz kafa ile savaştığını zannetmenin bedeli, sivil hayata dönüşte o kafanın o kadar da boş olmadığı, cehennemin kızgın kumlarıyla, türlü çeşit travmayla dolup taştığının fark edilmesiyle ödeniyor.

Swoff’un sözleri, bir kez savaşa girdiniz mi, o savaştan çıkmanın mümkün olmadığını tescilliyor:

"Bir adamın eline bir tüfek verirsiniz. Sonra görevi biter ve silahını geri alırsınız. Fakat ne olursa olsun, hayatının geri kalanında, bir kadını okşarken, bir ev inşa ederken, bir çocuğun bezini değiştirirken, o silah elinde olacaktır."

Yine Swoff’ın dediği gibi: Hepimiz hálá çöldeyiz.

Biz çölden çıksak bile, çöl içimizde kalacaktır.
Yazının Devamını Oku