Ebru Çapa

Kuş değiliz ki gönlümüzce göçüp gidelim

18 Mart 2006
Bu vahim esprimsi bana ait olmadığı için gönül ferahlığıyla aktarıyorum: Geçenlerde bir arkadaş, hastası olduğunu da belirttikten sonra Yüksek Sadakat’in Üstümüzden Bir Kuş Geçer adlı şarkısının, talihsiz bir zamanlamayla piyasaya düştüğünü söyledi. Kendisine duyduğumuz hürmetin hatrına durdurmasına durdururduk da ama hızlı davrandı. Ammmannn demeye kalmadı, evet, maalesef patlattı... Hani açma gereği bile duymuyorum ya, yine de yapmayınca kızanlar çıkıyor: Evet efen’im, kuş gribi, filan feşmekan...

Benim bu aralar bu lafı sarf eden arkadaşla ilişkimizi gözden geçiriyor olmamı bir yana koyun, Yüksek Sadakat elemanlarına aynı salak muhabbet kaç kişi tarafından açılmıştır, hakikaten merak ediyorum.

Herhalde duymayan kalmamıştır ama yine de her şeye rağmen kaçırmışlar varsa diye; Yüksek Sadakat, 1997 yılında Blue Jean dergisi Genel Yayın Yönetmeni ve Hürriyet Keyif yazarı Kutlu Özmakinacı tarafından Filinta adıyla kurulmuş grubun bir uzantısı. Zaman içinde birçok değişim geçiren grup, sonunda vokalde Cemil Demirbakan, davulda Sefa Deniz Alemdar, klavyede Uğur Onatkut, gitarda Serkan Özgen ve basta Özmakinacı olmak üzere, nihai şeklini High Fidelity’nin birebir Türkçe karşılığı olan Yüksek Sadakat adı altında aldı.

Ben grubun ismini ilk kez duyduğumda, aklıma ilk olarak ne hikmetse Nick Hornby’nin Türkçe’ye Ölümüne Sadakat ismiyle çevrilen kitabı High Fidelity düşmedi. Onun yerine kel aláka bir anı düştü. Bundan üç yıl kadar önce, kadınlardan mürekkep bir kısım medya, Ahırkapı’daki hıdrellez şenliğine gitmişiz, kurtlarımızı dökeceğiz... Kendisi ve hadisenin şahitleri, kim olduğunu gayet iyi biliyor, aramızdan biri, kendisini terk etmiş eski manitasıyla karşılaştı. "Yıkılmadım ayaktayım" havası basacak ya, adamın "N’aber?"ini, ağzı beş karış kulaklarında; "Yüksek eğleniyoruz" diye yanıtladı!

O HALDE TANINMAKZOR TABİİ

O, o zamandan bu zamana konu ne zaman gündeme gelse, bu cümleyi sarf ettiğini şiddetle reddediyor ama Allah’tan kalabalık bir şahit ordusu var. Beş kelle, çifterden en az 10 kulak, taş gibi duyduk yani. O zamandan beri aramızda koddur:

"Ne var ne yok şekerim?"

"N’olsun, yüksek eğleniyoruz!"

Bu sebepten olsa gerek; Yüksek Sadakat’in seslendirdiği Üstümüzden Bir Kuş Geçer, son derece dokunaklı, insanın içine işleyen bir şarkı olmasına rağmen, bir yanımla bunu hatırlayıp kıkırdamaktan da kendimi alamıyorum.

Üstümüzden Bir Kuş Geçer, bırakın klibi, albüm daha çıkmadan, radyolara düşer düşmez, en çok istek alan şarkılarından biri oldu. Ardından albüm geldi, hemen akabinde de müzik kanallarında dönen, Gürcan Keltek tarafından çekilmiş klip...

Grubun kurucusu Kutlu Özmakinacı, CNN Türk’ten Deniz Batuk’a verdikleri bir röportajda, "Albüm çıktıktan sonra şöhret hayatına girmeye başladı mı yavaş yavaş? Mesela artık dışarı adım atarken ’Şu yeni ceketimi giyeyim, bir gören olur’ gibi düşünceler geliyor mu aklına?" sorusunu şöyle yanıtlıyor:

"Hayır gelmiyor, daha o kadar tanınmıyoruz zaten."

Şaşırmadım açıkçası. Daha uzunca bir süre, en azından ikinci klip çekilene kadar böyle bir derdi olacağını da zannetmiyorum. Ya da şöyle söyleyeyim, "Sokağa çıkarken klipteki hava subayı kepimi, güneş gözlüklerimi ve beyaz kaşkolümü takayım, görüp de imza isteyen olur" şeklinde bir yaklaşım da sergilenebilir.

Ben ki tanışıklığımız aynı yerde çalışmanın getirdiği selámlaşmanın ötesine geçmese de gazetede bin kere filan görmüşümdür; klipte Kutlu Özmakinacı’yı tanıyamadım. "Vitrin mankeni serinliğinde, buz gibi duran bu basçı da kim ola ki?" diye baktım, baktım, baktım da sonradan aydım...

BAHAR DA GELİYOR

Üstümüzden Bir Kuş Geçer, bir performans klibi. Grup üyeleri, yanar-döner neonlu bir müzikholde (hastayım bu kelimeye) şarkısını icra ediyor:

"Gül renginde gün doğarken / Boğaz’dan gemiler usulca geçerken / Gel çıkalım bu şehirden / Ağaçlar, gökyüzü ve toprak uyurken / Dolaşalım kumsallarda / Çılgın kalabalık artık uzaklarda / Yorulursan yaslan bana / Sarılıp uyuyalım gün batımında / Belki üstümüzden bir kuş geçer / Kanadından bir tüy düşer / İner döne döne gökyüzünden / Hiçbir yüz güzel değil senin yüzünden / Belki kuşlar geçer üstümüzden / Kanatlanır senin ellerinden / Ellerinden..."

Klibin kimi bölümlerinde de elemanları, eski Cüneyt Arkın’ın kabadayı rolleri canlandırdığı filmlerdeki pavyonları hatırlatan mekánın bordo-kırmızı koltuklarına serilmiş, derin derin düşünürken görüyoruz.

Aralarda da, Hüsnü Şenlendirici’nin muhteşem klarneti eşliğinde, gül renginde canım İstanbul kareleri... Ki insan, İstanbul’un bu haline bakarken, inanamıyor, o çılgın kalabalığıyla hakikaten bazı bazı fena halde kaçıp gitme arzusu uyandıran, balataları sıyırtan bir şehir olabildiğine, olduğuna...

Uzunca bir zaman için hiç öyle bir lüksüm olamamasının yanında, hani birisi çıkıp da "Yorulursan yaslan bana" diyecek olsa, yine arkama bile bakmadan basıp gidesim var oysa...

Bahar geldi, yaz da göz açıp kapayana kadar kapıya dayanacak demektir. Biz ama kuş değiliz ki gönlümüzce göçelim; hallerimiz nicedir...
Yazının Devamını Oku

Bir tutam aşk

12 Mart 2006
Cuma sabahı telefonum tatlı tatlı çaldı. Çok görmeyin garibe... Hep acı acı çalacak değil ya... Arayan, sohbeti, bal-şeker-glükoz ve adam öküz familyasından geldiği için gani gani de proteyin içeren bir yáren olunca, afyon patlatmaya çalıştığın sabah saatlerinde de olsa, kimi zaman tatlı tatlı çalabiliyor meret.

Cihazın ekranında ismini görmesem kim olduğunu anlamakta güçlük çekebilirdim; zira bizimki selám/sabah faslına girmekten aciz; gülmüyor, resmen böğürüyor...

"N’oluyor kardeşim?" dedim; "nefes al, boğulacaksın."

İhbarda bulunacakmış, ki bunu tane tane kelimelerle anlatabilmesi de bir miktar vakit aldı.

"Ne ihbarı o’lum?" dedim; "RTÜK müyüz, Pazar Keyfi ihbar masası mıyız, zabıta mıyız, MİT miyiz, Attila İlhan şiiri miyiz? Ne ne ne?.."

"Tamam, peki, o zaman bir bilmecem var çocu’m?" dedi.

"Buyur?" dedim; "Madem öyle o zaman ben de ağız değiştiririm: O zaman nedir nedir nedir?.."

Bir tereddüt anı yaşadı ve neden sonra; "Esasında bilmeceden de öte, bilmeceyle birlikte bir nev’i öneri sayılır" dedi: "Soruyorum: Kuple kuple (!) ’aşk tarifi’ veren sanatçılar kimdir? Şimdi de öneri kısmısına geliyorum: Bu kimseler, Sanatçılar Derneği filan varsa ve ona üyeyseler, oradan istifa etsinler; ’ESNAF ve Sanatkárlar Derneği’ne transfer olsunlar. Memleketin böyle hizmetlere ihtiyacı var asıl. O dernek şöyle tatlı su aşıklarının ağzına láyık aşk tarifi kitapçıkları yayınlasın: İki tutam kafiye, üç dirhem kavga üstü sevişme, bir mıncık liselim tonunda edebi literatür klişesi içeren sevgi sözcüğü, iki pınçık gülücüklü ümit filizi... Tarif kitapçıklarından elde edilen gelir de potansiyel abaza ve malbezelerin hayrına kullanılsın. Ben takip ediyorum; çoksatanlardan belli; vallahi de billahi de alıcısı bol. Bak bir milletin hayatı kurtulabilir. Hep söylüyorum inanmıyorsun; iki gözüm, gözlüklerin mercekleriyle birlikte nah-a şurda aksın ki dünyayı aşk sektörü kurtaracak; yeter ki anonim şirkete dönüştür. Bilişim milişim halt etmiş, önemli olan paylaşım ve etkileşim..."

ALİYE’NİN NAMUS GÜĞÜMLERİ

Zaten bir gece önce, bir başka yáren, uzun uzun Aliye’nin namus güğümlerinin bu denli mesele edilmesinin ardında bir komplo teorisi aradığına, hatta hadiseyi kabak gibi önünde bulduğu için arama gereği duymadığına dair beynimin kıvrımlarını gıdı gıdı gıdıklamış:

"Kazan kazan, kazan kazan doğurdu" diyor.

Benim aklım Nasrettin Hoca’ya gitti, bir akıl yürüteyim dedim, beceremedim. "Hani ecelde hayır var mıdır tartışılır da hayırdır, kim öldü; biri mi öldü?" diye sordum.

O meğer "Kazan kazan doğurdu" derken, "Kazanç kazanç doğurdu" demeye çalışıyormuş!

Ecnebi lisanla söyleyecek olursak, "win win-square / kazan kazan kare..."

Karı, koca, sevgili şöyle dursun, "reklamın iyisi-kötüsü hadisesi" Berna Laçin suretinde, aldatılan mağdur eşin yakın kız arkadaşı kontenjanından, yan sektör bile doğurmuş!

Yapımcısı, şusu busu derken, düşmüş her türlü dizinin ve onun oyuncusunun, ışıkçısının, şusunun busunun reytingi artabilir, hatta bu sayede sektör bilem kurtulurmuş.

Deliksiz uyku bize haram; onun zaten kaşıntılı bünyeyi hart hart kaşımış olmasından da kaynaklanan bir hál olsa gerek: Magazinel ıvır kıvırdan yana, gündüz mesaisinde çektiğim yetmiyordu; rüyamda İlker İnanoğlu’nun Sezercik hálini Genç Parti’den milletvekilliğine adaylığını koyarken gördüm.

Allah’ım, eskiden kábuslarım daha bir anlamlı, daha bir imgesel, simgesel, bişi-bişiydi yani?!.

Bunu hakkedecek derecede ne günahımı gördün???

PAÇOZLUĞUN DİBİ ŞAŞIRMANIN SONU YOK

Biliyorsunuz, onca emekle kenara yığdığı şuncacık milyoncuk dolarcık mücevheratı, ah ne tesadüf, pardon, tekrar etmekten kendimi alamayacağım ama, ah, ne tesadüf, düğün gecesi evinden çalınan Yeşim Salkım ve onca emekçi aşk hayatını taptaze temize çektiği kocacığı İlker İnanoğlu, ABD’deki balaylarından döndüler.

Takvime göre: Önce aşka düştüler. Hemen akabinde yapım şirketi kurdular. Sonra evlendikleri gece soyuldular ve tabii kahroldular. Sonra ABD’de balayına çıktılar. Sonra basın organlarına eve döneceklerini, şu-şu-şu saatte havaalanında bulunacaklarını duyurdular. Sonra da karşılarında kameraları görünce, yine tekrar etmekten kendimi alamayacağım, affedin, ah ne tesadüf, çoook şaşırdılar.

Şaşkınlık dediğiniz, nasıl da şaşkın bir reflekse dönüşmüş vaziyette değil mi... Her türlü paçozluğu kanıksamış olmaktan dolayı insan şaşıramamaktan korkuyor ya, paçozluğun dibi olmadığı için, şaşırmanın sonu da gelmiyor bir yandan...

Global bir "gelişim": Meselá, Danimarka’nın Kopenhag’ında bulunan, defalarca kafası koparılmış, orası burası kırılmış Küçük Denizkızı heykeline bir kez daha saldırdılar.

Bu seferki daha anlamlı (!) bir eylem: Heykelin başından aşağı yeşil boya döküldü, bileğine bir vibratör bağlandı ve heykelin bulunduğu kayanın üzerine "8 Mart" yazıldı.

Memleket şöyle dursun, dünyada hasta ruh mu ararsınız? Demem o ki zaten gayet matrak eylemler koyan bir örgüt kurdular; hattı müdafaa kesmez, sathı müdafaa lázım: Dünyanın bütün Nuri Alço’ları toplanmalı!!!
Yazının Devamını Oku

Karşının şarkıcısı Harun Kolçak

11 Mart 2006
Vakt-i zamanın Harun Kolçak-Aşkın Nur Yengi düeti Bile Bile, abartısız, hayatımda en sevdiğim şarkılardan biridir. Ki bunu, düetlerden pek hazzetmeyen bir insan olarak söylüyorum. Muhtemelen bu durumun, mevzuun içinden Sezen Aksu’nun geçmesiyle alákası vardır. Zira albümde ilk olarak Sertab Erener’in seslendirdiği Yalnızlık Senfonisi’ni ilk kez sahnede, Sezen Aksu-Uğur Yücel düetiyle dinlemiştim. Belleğimin mücevherat kasasında muhafaza ettiğim üç-beş dakikadır... Bugün bile zihnimde canlandırdığımda, tüylerim diken diken oluyor.

Neyse... İlk albümlerinden sonra Aşkın Nur Yengi’nin de, Harun Kolçak’ın da hiç mi hiç hazzetmediğim sürü sepet şarkısı, albümü, hatta Kolçak’ın Ünlüler Çiftliği’ne bile girdiğini düşününce, icraatı olmuştur. Yine de sırf o şarkının hatırına bile olsa, her ikisinin de nezdimde bir ömürlük kredisi olduğunu söyleyebilirim.

Geçenlerde bir dost muhabbetinde bahsi döndü: "Sezen Aksu da akıllı kadın valla; gençlere eski şarkılarını veriyor olması ticari açıdan çok başarılı bir kurnazlık. Hem şarkının popülaritesi cilalanıyor hem yeni beste yapmasına gerek kalmıyor hem de paraya para demiyor" dedi biri...

Anında bunun "ticari zeká"yla alákalı olmadığı şeklinde itiraz eden bir uğultu tufanına kestik. Birimiz "Eh, olsun o kadar, kadın nesiller boyu dinlenecek evladiyelik şarkı yapıyor; biz nasıl Dün Bir Tepeden Baktım Sana Aziz İstanbul’u dinliyorsak, bizim torunlarımız da Yarim İstanbul ya da İstanbul İstanbul Olalı’yı, çeşit çeşit ayrı yorumcudan dinleyecek elbet" dedi.

Birimiz "Piyasada en iyisinden en paçozuna kim varsa, beste versin diye kadının kapısında yatıyor; Gülşen mülşen, eski şarkılarını seslendirmesine izin verdiğine dua etsin" dedi.

Birimiz "Yeni bestelerini verirken de o kadar adam kayıracak tabii; vefakár kadın; hakkını yemeyelim lütfen; pekálá kendisine saklayabileceği bir içim su şarkılarını, hálá eski göz ağrılarına ve gözüne kestirdiği, güvendiği yeniyetmelere veriyor ya işte" dedi.

Atatürk büstüne yumurta atıp da halk tarafından linç edilme tehlikesiyle yüz yüze gelmiş gibi pıstı kaldı bizimki.

KONU NEYDİ?

Yine neyse, diyelim... Bir konunun içinden Sezen Aksu geçmesin, lafa doyamıyor çalçene gönül. Oysa bu yazının esas oğlanı Harun Kolçak; Harun Kolçak’a gelelim...

Kolçak’ın beş yıl aradan sonra, albüm bültenine göre "müzisyenliğini konuşturduğu" ve Onno Tunç’a ithaf ettiği yedinci albümü Müzisyen’in çıkış şarkısı, sözüyle müziğiyle yeni bir Sezen Aksu eseri bildiğiniz gibi: Karşıyım...

Klip, eski Kanal 6 stüdyolarında, 16 mm.’lik filme, Tamer Aydoğdu yönetiminde çekilmiş. Kolçak’ın uzun süredir albüm piyasasından uzak olmasından dolayı, klipte dikkati onun üzerine yoğunlaştırmaya çalışmışlar; dolayısıyla konunun içinden konu mankeni filan geçmiyor. İsabetli bir yaklaşımdır naçizane fikrimce. Böylesi tavır koyan, kişisel bir şarkının üzerine bir de görsel hikáye yazmak, fuzuli bir hamle olurdu.

Son derece civelek bir müziği olan Karşıyım’ın klibinde Harun Kolçak, haberi de yapıldığı üzre hakikaten CMYLMZ’ın posterini andıran bir gardırop politikası gütmüş. Siyahları çekmiş, şarkısını söylüyor:

"Karşıyım, her şeye karşıyım, var mı? / Rabbim adaletin bu kadar mı? / Karşıyım, alayına karşıyım, var mı? / Rabbim adaletin bu kadar mı?"

KATEGORİZE ETMEYELİM

Hikmetinden sual olunmaz ya, insan isyanlara gelmeden de yapamıyor sık sık. Harun Kolçak da şarkı gıdıkladığından mıdır, promosyon icabı mıdır, albüm çıktığından beri verdiği hemen her röportajda, karşı olduğu şeyleri sayıyor bir bir: Alkol, esrar, kokain gibi bağımlılıklar bir yana, insana bağımlılığa bile karşı... Deri giymeyecek kadar katı bir vejetaryen olmasına rağmen, canı isterse et yiyebilir; eskiden çok içki içtiği ve uzun bir süredir ağzına içki sürmediği hálde, canı isterse her an bir kadeh şarap içebilir; çünkü niye; çünkü her türlü kısıtlamaya karşı... Genelleştirmelerin topuna karşı...

İçinde bulunduğu ortamın ilişkilerine, sigara dumanlı yerlere, ellerinde kadehlerle hava basan zengin erkeklere, mutsuz kadınlara karşı...

Mansur Ark, Kubat ve Ayşen hoşuna gidiyor, onların dışındaki müzisyenleri dinleyemiyor; tahammülü yok; piyasa popçularına karşı...

Anlayacağınız Harun Kolçak, bu aralar "karşının taksisi" nev’i "karşının şarkıcısı..."

Ben ki en çok kendime karşı bir insanım, Harun Kolçak’ın benim kadar kendi bokuyla kavga etmediğini temenni edebilirim bir tek. İnsan kendine giriştiğinde, kan çıktı mı, çıkan kan yakınındakilere sıçrıyor zira. Ne kadar yakın, o kadar kanlı...

Üzülmesine üzülüyorsun ya, insan bir kez kendisiyle kapışmayagörsün, o savaş yüzyıl savaşları boyutlarında uzuyor da uzuyor, hatta gittikçe daha hunhar bir hál alıyor; bitmeler bitmeler bitmeler bilmiyor. Ve maalesef tütmeyen sigara olmadığı gibi, çevrene yansımayan bir içsavaş da yürütülemiyor. İnsan, başkalarını, kendine verdiği zarardan ancak bir yere kadar sakınabiliyor. Yapacak bir şey yok; elden bir şey gelmiyor.

Savaşa da karşıyız ama neylersiniz ki barış da bize karşı. Hey güzel Rabbim, adaletin bu kadar mı?
Yazının Devamını Oku

Bezginin güncesi

11 Mart 2006
İnsan bazı günlerde yataktan hiç çıkmamalı. Karlı tipili kapanç bir havadır.

Gündem dediğin zaten bir iğneli fıçıdır.

Hükümet, ordu, muhalefet, yargı ve sair, bittabii didişir de didişir.

Kadınlar günüdür; erkekler, dış kapının harici mandalının meskene kahya yazılması tonunda konuşur da konuşur.

Kendi ahlákını ömrü billah sorgulamaya gerek duymadan dizi karakterlerini bile namus meselesi yapan yurdum insanı, ağzı şehvetten şapırdayan bir sahtekár dedikoducudur.

Memlekette her sene, 1600 kadın töre belásına, namus belásına ölüyormuş ne gam; Aliye’nin namusu, esas mevzumuzdur.

Kurtardık, kurtardık...

Kurtaramadık, yerine yeni oyuncu buluruz; namusumuz kurtulur.

Selami Şahin, 14 yaşındayken kendisine "varan" karısını meğersem 22 yıldır her Allah’ın günü dövüyordur.

Olsun varsın, o da kendi çapında aşk şarkıları besteleyen pek peruklu ve pek duyarlı bir "imparator"dur.

Kadın ve Aileden Sorumlu bir devlet bakanın vardır.

Türkiye’de kadınların yüzde 97 oranında şiddete maruz kaldığı şeklindeki istatistiklerin doğru olmadığını açıklarken, "Bizdeki kadına şiddet Avrupa ülkeleriyle aynı orandadır" şeklinde "böbürlenir."

Eksik olmasın, sayesinde evropai şiddete yeni bir anlam yüklenir.

Şu olur, bu olur, piyasa dalgalanır, döviz hareketlenir.

Bu arada, yumurta mı Unakıtan’dan çıkar, Unakıtan mı yumurtadan, asla ve kat’a çözülebilinemez bir bilmecedir.

Hiçbiri yetmezmiş gibi bir de GS, FB’ye yenilir.

Bir gün gelecek, şu hayatın gidişatını anlayacağız diye bekleyeduralım; her sabah bezgin ve öfkeli uyanmaktan öyle yorgunum ki ruhumu bir senatoryuma yatırmak istiyorum yemin ederim.

Lale Müldür der ya hani:

"Hüzün uyandı Melusine. Bunu anladığımda hiçbir şey duymadım. Çevremde olağandışı hiçbir kıpırtı görülmedi. İnsanların düzeninde hiçbir değişiklik olmadı. Ama hüzün uyandı. Bir ağaç kovuğunda olağanüstü güzellikte bir göz görüldü mor ve yeşil. Bir su-bulut geçti. Bir klavsen yağmuru çaldı. Kapılar kendilerine örtüldü. Hüzün uyandı."

Böyle durumlarda bünyeye ne iyi gelir?

Hálden anlar bir dostun muhabbeti?..

Dinlemekten bıkmadığın, jilet attırmayacak ama jiletlik güzel bir şarkı dinlemeli...

Sonracığıma, vaktiyle senin adına da sinirlenmiş, her şeye rağmen umuda prim veren iyi bir şairin içli bir şiiri?..

Ağaçlı denizli, uzuuun bir yol yapmalı...

Hiç tanımadığın bir insana en karanlık ve korkunç sırrını fısıldamalı...

Yan odadaki birine; "Ulan beni bir tek sen anladın ama sen de yanlış anladın" makamından bir mektup yazmalı...

Pencereyi açıp; sokağa "Bi’ susun be!" diye bağırmalı...

Meyveli dondurma yemeli...

Süt içmeli...

Allah muhafaza, suretinden tiksinti duyduğun birilerine rastlarsın diye televizyona hiiiç ilişmemeli...

Sevdiğin ve binbir kez okuduğun kitapların altını çizdiğin yerleriyle ezber tazelemeli...

Ucuz edebiyata düştüm ya, kusura kalmayın.

Esasında durum daha da vahim yani; "sepet sepet yumurta" modundayım.

Acilen altına saklanacak bir battaniye bulmalı.

Ve günlüğe, yapılacak işler babında bir not düşmeli:

İnsan bazı günler, yataktan hiç çıkmamalı.
Yazının Devamını Oku

Senede bir gün

9 Mart 2006
Hadi gözümüz aydın; ya da geçmiş olsun mu demeliydik; bir 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü daha idrak etmiş bulunuyoruz. 8 Mart Dünya Kadınlar Günü etkinliklerini duyuran sayısız e-posta arasından alelade seçilmiş bir tanesine buyrun meselá:

Efen’im; Radyo Televizyon Gazetecileri Derneği Müzik Direktörü Gökhan Şen, bu müstesna (!) günümüzü kutlayan "armağan"ını internet yoluyla ulaştırmış, sağolsun.

Diyor ki:

"8 Mart Dünya Kadınlar Haftası’nda armağan etmeniz için bir şarkı hazırladım. ’Kadınlar Günü Kutlu Olsun’ isimli bu eserin sözü ve müziği bana ait olup, yine tarafımdan seslendirildi."

Müziği buradan duyurmak mümkün değil ki bu konuda kendinizi şanslı da addedebilirsiniz- ama sözler şöyle:

"Bugün kadınlar günü / Unutmadık o günü / Kağnı çeken nineyi / Süngüdeki Ayşe’yi / Ve sen canım kadınım / Vefakárım, cefakarım / Dünyam seninle güzel / Benim gizli kahramanım..."

Şimdi diyeceksiniz ki: Daha ne istiyorsun nankör kadın.

Yaaa, sormayın. Biz kadınlar böyleyizdir. Ver, ver, ver; almalara doymayız, huyumuz kurusun...

Benim Kadınlar Günü dolmuşundan indiğim tarih, bundan beş-altı yıl öncesine uzanır. Kadınlar Günü kutlamalarının yeni yeni harlandığı, basın ve medya organlarında geniş yer bulmaya başladığı seneler... Bir vali mi artık belediye başkanı mı; o çeşit bir büyük baş, 8 Mart’ta, dairenin kadın çalışanlarından birini koltuğuna oturtmuştu!!! Öylesine "şirin", teşbihte hata olmaz, bir nev’i 23 Nisan güzelliği ki her 8 Mart’ta gözümün önüne gelir.

Geçenlerde kulüp işleten bir tanışla laflıyoruz. Kadınlar Günü programı için düşündüğü "şıklık"tan dem vurdu. Efendim, o gün içeri sadece kadınlar alınacakmış. Veee sıkı durun, ortamda bir erkek striptizci bulunacakmış!!!

"Şahane" dedim, "yalnız bence gündüz matinesi yap, tam altın günü modeli olsun. Hem erkek striptizci yerine de zenne filan getirt ki hadise cinsiyetten biraz daha sıyrılsın."

Nesini beğendiremedik, dercesine baktı suratıma... Ben onun suratına nasıl baktım bilemiyorum ama: "Yahu," dedim, "gece hayatı dediğin, her cinsin birbiriyle tanışmasına, kaynaşmasına olanak tanıması gereken bir sosyalleşme ortamıdır; değil midir? Ayrıca senenin diğer günleri kulübünde kadın soyuyorsan, onun yanında bir tane de erkek soymalısın... Biz sormaktan yıldık, siz ’şıklık’tan yılmadınız: Abicim, senenin geri kalan günleri nereden senin oluyor; tapusunu mu aldın?"

Özetle; daha önce de muhtelif seferler, bıktırıcı seferler dediğim gibi, başta makam koltuğunu bir günlüğüne "armağan" eden büyüklerimiz (!) olmak üzere, alın o "müstesna" gününüzü, onunla bıyığınızı mıyığınızı tarayın derim.
Yazının Devamını Oku

Her köşe başına afişlerle adını yazmasaydı, çektiğimiz her çilede imzası bu derece batmazdı

6 Mart 2006
Az önce annemle telefonu kapattık. Benim bu aralar başım "biraz" kalabalık, tempom "hafif" yoğun olduğu için babamla İstanbul’a, popomu toplamaya geldiler. Bir de tabii, işte, hasretlik; özleştik halleri filan... "Nerdesiniz? Vardınız mı? Koordinat bildir" diye sordum; "Kadir Topbaş’a ’Hoşbulduk’ diyoruz" dedi. Bir önceki kavşakta da "You’re welcome" (Bir şey değil) demiş.

İstanbul sakinleri tahmin edecektir. İlki "Welcome to İstanbul" (İstanbul’a hoşgeldiniz) tabelalarından, ikincisi de "Tırı vırı kavşağını da şu tarihte şey ediyoruz. Sabrınız için teşekkür ederiz" tabelalarından birine cevaben...

Sormayın, kendisi, valide yani, ayak bastığı yere anında adapte olabildiği gibi, her lisanda muhabbete böyle tersten çakmayı da haiz bir hanımefendidir. Ben onun kinayelerinden ölmeyip de bu yaşıma kadar çıktıysam, Kadir Topbaş’a bişicikler olmaz yani...

Gelir gelmez sinirleri tepesine fırlamış; "Aman al İstanbul’un senin olsun!" diyor. İzmir’den İstanbul’a koskoca yolu şuncacık saatte gelivermişler de onun yarısı kadar sürede bir köprüyü geçememişler de... Söyleniyor...

Akşam da Nevizade’de yiyeceğiz muhtemelen; "Sen şimdiden bu makamı tutturduysan, akşamı düşünmek bile istemiyorum. Dikkat et ortalıkta öyle yüksek sesle söylenme, sonra İstanbul belediyelerinin topundan kınama alırız, haberin olsun" dedim.

BEN HAKARETİ HİİİÇ ÜZERİME ALINMADIM

Haberi okuyanlar okumayanlara anlatsın: Sinema Yazarları Derneği’nin (SİYAD) ödül törenini sunan Atilla Dorsay, Çağan Irmak’ın ödülünü vermek üzere sahneye davet ettiği Kadir Topbaş’a; "Size Kadir Bey demeyeceğim, bey lafını kullanmak istemiyorum. Beyefendi demeyeceğim, Beymen demeyeceğim, beygir demeyeceğim, çünkü her şey bana Beyoğlu’nu hatırlatıyor, Beyoğlu’ndan bahsetmek istemiyorum" demişti.

Bunun üzerine 54 ilçe ve belde belediye başkanının adının yer aldığı bir açıklamayla Atilla Dorsay kınandı.

Zira Dorsay’ın sözleri, "bir eleştirmen ve sunucudan beklenmeyen bir durum; Türk örf, gelenek ve adabına uygun olmayan bir takdim" olmuş. Zira efendim, "Belediye başkanları, seçilmiş olduğu bölgenin temsilcisi olarak görev yapmakta"ymış, "hizmet sorumluluğunun hesabını da halka vermekte"ymiş. "Halk adına halkın sorunlarını çözmek gibi kutsal bir görevi ifa eden temsilcilerin bu şekilde itham edilmesi, kişiye değil topluma yönelik bir hakaret"miş. "Buradan hareketle, Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Kadir Topbaş’a yapılan bu hakaret, tüm İstanbullulara yapılmıştır"mış...

Valla, şahsen, ben o hakareti hiiiç üzerime alınmadım. (Beyoğlu’nda attığım her adımda paçama sıçrayan çamuru hakaretten sayıyorum ama, ayrı...) Bunun yanında, Dorsay’ın hangi sözü hakaret içeriyor, onu da anlayabilmiş değilim. Beymen, şık bir markamız olarak, hakaretamiz sayılmamıştır tahminim; bey ya da beyefendi de hakaretamiz olmasa gerek?

Beygir, diyeceksiniz. Ben zarafetiyle meşhur Dorsay’ın; Kadir Topbaş’a beygir dediğini de algılamadım bu sözden. Hani olsun olsun, çalışmalar dolap beygiri temposunda ilerliyor, yani dön baba dön, ilerlemiyor şeklinde inceden bir kinaye, beeelki vardır. Neticede burada esasen vurgulanan, söz konusu kelimelerin başını tutmuş o "bey" değil mi?

Kadir Topbaş, koskoca şehirde önünüze çıkan herrr üstgeçide, herrr köşe başına afişler afişler afişlerle adını yazmasaydı, belki çektiğimiz her çilede, imzası gözümüze bu derece batmazdı.

Ah ama işte, reklamın iyisi kötüsü meselesi. Kötüsü, reklamın yani, maalesef oluyor.

Yalan mı söyleyelim yani, kendisi öyle istemiş ki o -artık onlara da nasıl bir bütçe ayrıldıysa, herhalde en az bir tekstil fabrikası kalkınmıştır- adım başı önünüze çıkan afişler sağolsun, bana da her şey, beeey, beeey, beeey, Kadir Bey’i hatırlatıyor.

İnsanların teni bile anadilinde konuşur

İşimiz kelimelerle ya, algıda seçicilikten olsa gerek, geçtiğimiz haftalarda yayınlanan iki haber, özellikle dikkatimi çektiği için kenara not almışım.

Birisi Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü’nün (UNESCO), dünyada konuşulan 6 bin dilin yarıdan fazlasının yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğuna dair açıklaması.

Şöyle ki, bu dillerin korunması amacıyla ilan edilen "Dünya Anadil Günü", UNESCO üyesi ülkelerde kutlanmış. (Bizim aşırı milliyetçi arkadaşlar kaçırmış olacak. O gün havaya sıkılan kurşun sayısında dikkat çekici artışa dair ayrı bir haber gördüğümü hatırlamıyorum?) Örgütün Paris’teki merkez binasında, gün dolayısıyla dil çeşitliliği, ABD, Afrika ve Asya’daki azınlıkların karşılaştığı zorluklar ve onların dillerinin korunması konulu bir konferans düzenlenmiş.

UNESCO Başkanı Koichiro Matsuura, ortalama her iki haftada bir, bir dilin kaybolduğunu vurgulamış ve "Dil, bireyin kimliğiyle derinden ilişkilidir, bir dilin ölümü, bir dünya görüşünün kayboluşudur" demiş.

Örgütün Genel Kurul Başkanı Musa Bin Cafer Bin Hasan da, "Azınlıkların konuştuğu dillerin, diğer dillerin ağırlığı altında ezilerek yok olmaması gerektiğini" söylemiş. Bunun yanında, İngilizce’yi baskın dil haline getiren küresel dalgaya karşı gelmenin zor olduğunu da kabul etmiş; ayrı...

SİZİN EN SEVDİĞİNİZ TÜRKÇE KELİME NE

AB genelinde, velilerin çocuklarının öğrenmesini istediği yabancı diller sıralamasında İngilizce, Fransızca ve Almanca önde geliyormuş.

AB’nin kamuoyu yoklamalarından sorumlu kurum Eurobarometre’nin verilerine göre, Türklerin yüzde 72’si çocuklarının İngilizce öğrenmesini tercih ediyormuş.

İkinci haber, British Council’ın şubat ayı içinde İngilizce kurs öğrencileri ve kütüphane üyelerine duyurduğu bir yarışmayla, adaylara en sevdikleri Türkçe kelimeyi sorması.

Aynı yarışma, 2005 yılında British Council’ın kuruluşunun 70. yılını kutlama programı çerçevesinde Dünya’nın 102 ülkesinde, 40 bin kişinin katılımıyla gerçekleşmiş.

İlginçtir, anne, tutku, gülümseme, aşk ve sonsuzluk kelimeleri ilk beş sırayı alırken, baba kelimesi ilk 70’e bile girememiş.

Ancak Türkiye’de durum farklı olmuş -ki olmasa şaşardık- baba kelimesi ilk 30’da yer bulabilmiş.

Türkiye’deki yarışmada da en sıklıkla rastlananlar, yine anne, barış, canım, su, umut, mavi, merhaba, hayat, şey, aşk, gönül, günaydın, haydi, Türk, yağmur ve mutluluk kelimeleriymiş.

SIRF ONUN İÇİN İNSAN LÜZUMSUZ CÜMLE KURAR

En Sevdiğim Türkçe Kelime yarışması için çeşitli şehirlerden yapılan 382 başvuru, öncelikle British Council çalışanlarından oluşan dört kişilik bir jüri tarafından ön elemeden geçirilmiş. Finale kalan 30 aday arasından üç cümleyle en orijinal açıklamayı yapan 16 adayı Sunay Akın belirlemiş.

Bu arada Sunay Akın’ın en sevdiği kelime de "anne koktuğu için" teyzeymiş. (Şahsen Sunay Akın’ın yerinde olsaydım, Sunay Akın’ı bu açıklamayla finale sokmazdım, ayrı...)

Daha evvel benim de muhtelif vesilelerle muhatabı olduğum bir sorudur bu: En sevdiğin Türkçe kelime?

Hiçbir seferinde de bir şeyde karar kılamamışımdır. Sophie’nin seçiminin bir ordu dolusu çocuklu versiyonu gibi bir şey bu. Dönemine göre, durumuna göre, içeriğine göre, telaffuzuna göre değişir ki, onda da her kategoride en az onar kelime düşüyor insanın zihnine anında.

Öyle güzel kelimeler var ki konuyla alákalı olsun olmasın, sırf onu kullanabilmek için etrafında lüzumsuz cümle kurar insan.

Ayıptır söylemesi, İngilizce’ye hani neredeyse anadil kıvamında hakim olmama rağmen, şahsen, yurtdışından biriyle aşka düşmemin imkánsız olduğuna kaniyim. Zira hayat dilde var olur bana sorarsanız ve insanların teni bile anadilinde konuşur.

Ve Türkçe, Allah’ım, nasıl güzel bir dildir. (Ki bunu, çok zaman okurdan, "Araya niye yabancı dilde ya da eski Türkçe kelimeler kullanarak lisanı dejenere ediyorsun?" şeklinde fırçalar yiyen biri olarak söylüyorum. Yanlış anlaşılma olmasın, asla ve kat’a Öz Türkçe’cilerden değilim; olmam da mümkün değil, zira bunun zaruri ve hatta doğru olduğuna inanmıyorum.)

BANU ALKAN’IN EN GÜZEL OLMASI GİBİ

"Lafı yine kuyruğundan dolandırdın, bütün bu kakofoni bir yere varacak mı?" diye soracağını adım gibi bildiğim, gözünün yağını yidiğim (!) okuru; demem şudur ki:

Dillerin kaybolması hadi bir derece fena da, dilin, yani sözün hükmünün kalmamasında yatıyor esas vahamet.

Meselá benim izanımca Başbakan’ın "Herkes kendi işine baksın, biz her şeyi şahane götürüyoruz ama ah o kaka medya yanlış yansıtıyor" fırçalarının, Unakıtan’ın sütten çıkmış ak kaşık olduğunu söylemesinin ("Eleştirilerden rahatsızlık duymuyorum" cümlesini inandırıcı bulurum bakın!), Kürşad Tüzmen’in hesabını veremeyeceği hiçbir işinin olmadığını, bunların "icraat veren vatanperver bakan taşlanır" hesabının bir uzantısı olduğunu iddia etmesinin, benim bünyede yarattığı efektin, Banu Alkan’ın dünyanın en güzel kadını olduğunu söylediğinde yarattığından bir farkı yok zira.

Yanisi, tashihli konuşmak bir yana, boş konuşmanın tashihi mümkün değil ya...

Evet, haklısınız, yine laf döndü dolandı aynı yere geldi... Yapacak bir şey yok, ne yapalım, biz de bu durumda ezber yapıyoruz, ezberden yaşıyoruz azizim: Hayatta başka bir şey olup bitiyor da biz atlıyorsak, alalım; bu konuda mahcup olmaktan duyacağım saati tariften acizim...
Yazının Devamını Oku

Gülşen kendi kulvarında kendiyle yarışıyor

4 Mart 2006
"Eleştirenler sadece görme değil, işitme duyularını da kullansın." Böyle diyor Gülşen... Bir talimat almayagöreyim, yerine getirmeden, mümkün değil, duramam...

Eh, bu durumda n’apıyoruz; eleştirmeden önce, işitme duyumuzu kullanmak suretiyle, idealleri arasında "sıfır beden"e inmek de bulunan, ufku geniş-baseni dar, hanımefendi sanatçılarımızdan Gülşen’in sözlerine kulak kabartıyoruz:

"Rakibim çok kuvvetli: Gülşen! Çünkü bu kız çok ama çok zor beğeniyor, çok çalışıyor, çok üretiyor. Yarışım sadece kendimle. Bu albüm müzik kalitesiyle ve görselliğiyle dünya standartlarında."

Az biraz klişe kokuyor ama öyle yani... Yurtta standart, cihanda standart yani... Aferin "kız"a yani...

Bildiğiniz üzre, Gülşen’in dünya standartlarına ulaşmak yolunda attığı ilk adım, Yurtta Aşk Cihanda Aşk albümünün kapağına ismini Gülshen olarak yazmak oldu.

Tebrik ederiz, pek very İngliş... Gerçi İngilizce’de "ü" harfi bulunmadığı için hafif tertip mutant, ortaya karışık füzyon müzyon tadında bir şey olmuş ama o kadar kusur kadı kızında da olur; (Erol) Köse kızında, hayda hayda olur...

Hem Batılı, hem a la Turca ve en bi’ Atatürkçü; ne olacağında karar kılamamış AKP hükümetinin memlekette yarattığı havayla da gayet ahenkli...

Bildiğiniz üzre, Gülshen, albümüne Yurtta Aşk Cihanda Aşk ismini koymayı, "Atatürk hayranı" olduğu için tercih etmiş.

Başta tırstım, şimdi bu albümle ilgili olumsuz bir eleştiride bulunursak, Atatürk’ü koruma maddesinden hakkımda dava filan açılır mı diye ama tahmin de etmiyorum. Eleştirtenler utansın, değil mi?..

Ben daha ziyade, Gülshen Hanım ile Chelik Bey’ler ileride bir gün düet hadisesine girerler mi, istikbál daha neler gösterecek, onu merak ediyorum.

Yine bildiğiniz üzre, bu aralar müzik kanallarında Gülshen Hanım’ın söz ve müziği Altan Çetin’e ait olan çıkış parçası Ya Tutarsa’nın klibi dönüyor. Ki sanırım bu şarkıda da Nasreddin Hoca’dan ilham alınmış.

Efendim, klip, uzun yıllardır İtalya’da yaşayan ve Benetton’ın reklamlarını çeken Türk yönetmen Murat Gönüllü tarafından yönetilmiş. Milano’nun en büyük diskosunda çekilen klipte, yine Gülshen Hanım’ın ifadesiyle; "Hepsi Madonna’nın kliplerinde oynayan Avrupa şampiyonu 150 dansçı" rol almış.

Bu hesap benim biraz aklımı karıştırdı. Ya Avrupa’da üç günde bir dans şampiyonası düzenleniyor ya da kimi dansçıların, eh, şampiyon olduğunda en gencinden 17 yaşında filan olsalar, 167 yaşında filan olmaları lázım.

Şu Madonna’nın dansçıları meselesi de ziyadesiyle enteresan... Bizimkiler, son zamanlarda Madonna’nın dansçılarına fena kanca atmış durumdalar. Hangi klibi sorsanız, Madonna’nın dansçıları rol alıyor.

Bu gidişle Madonna, Grammy, MTV, Brit ödüllerinin filan açılışında yanına katacak dansçı bulamayacak. Yarınlarda Madonna’ya Tolga Han Dans Grubu’nun eşlik ettiğini görürsek, şaşırmayalım yani...

Neyse efendim, Gülshen, klipte, "Yahu bundan iyi ekmek çıkıyormuş" diye biraz geç de olsa uyandığı (Biliyorsunuz, piyasaya ilk kez çubuklu pijamalarla girmişti. İdrak dediğin, geç olsun güç olmasın di mi?) seksapelini yine bol bol konuşturuyor. Öyle bir konuşturuyor ki, beden diline kulak vermek için ayrıca işitme duyunuzu kullanmanız bile mümkün. Öyyylesine bir konuşturmak yani...

Madonna’nın dansçı abileri, kendilerinin bacak aralarına gözleriyle dalıp dalıp gidiyor. Bu arada şahsi dans yeteneğini de sergileyen Gülshen, şarkının "Ya tutarsa" dediği bölümünde ki şarkı boyunca bunu yaklaşık yüz kere filan tekrar ediyor- dahiyane bir figürle, karşısındaki bir şeyi tutarmış gibi yapıyor.

Ha, bir de "Ya tutarsa" tribiyle, yine dahiyane bir şekilde uyumlu bir rulet masası geyiği var. Sade kibar bir rulet ayrı dönüyor, Gülshen’li bir rulet ayrı dönüyor.

Şarkıya gelince, konuyla ilgili bizim de "Ya tutarsa?" diye sorasımız var ama olası cevaplardan korkmuyor da değiliz. İkinci bir Of Of vak’ası şeklinde tutarsa, var ya, bir tutarsa, ooof offf!!! Yani, onun yüzünden ağız tadıyla bir of çekemez olmuştuk ama Of Of en azından güzel şarkıydı. Bu?.. Allah sahibine bağışlasın, benden ırak, cihana direk...

Huzurlarınızdan ayrılırken, Gülshen Hanım’ı, Türk büyüklerine saygılı bir cumhuriyet "kız"ı olduğu için takdir ve tebrik ediyor, bir sonraki albümde kendilerinden, Aşk Vardı Da Biz Mi İçtik, Aşk Dediğin Hal-hul-halsss-halllüsss-hallüsinasyondur, Benim Seksi Şarkıcım İşini Bilir, Sevdanın Belgesi Mi Olur Lan Dingil, Anamı Alır Giderim gibi eserler icra etmesini bekliyoruz.

Yarışmacı diğer Gülshen’lere de başarılar dileriz. (Şimdi bir de kalkıp "Sen bana şizofren mi dedin?" diye dava açarlarmış; ne güleriz, ne güleriz...)
Yazının Devamını Oku

Fobiksek sebebi var

4 Mart 2006
Bu konudan daha önce de bahsetmiştim sanırım ama travma bu, arada bir anmadan olmuyor: Yıllar önce, evime hırsız girmişti. Gecenin, daha doğrusu sabahın bir vakti, dergi bağladığımız için işte sabahlamış, vakt-i zamanın manitasıyla birlikte eve dönmüşüz.

Bir baktık ki kapı kilidi kırık, telle bağlanmış. Sonradan öğrendik; meğer bütün apartman soyulmuş, polis çağırılmış, zabıt tutulmuş, kapı da hasbelkader kapatılmış.

Gel gör ki o sırada bundan bihaberiz, Sevgili Bey de bıçkın ya, bütün "N’olur n’olmaz, içeride biri olabilir" şeklindeki itirazlarıma rağmen, kapıya tekmeyi basıp içeri girmişti. Sonra da benim gibi bir "delikanlı"ya bu aşırı temkinli yaklaşımı yakıştıramadığını söyleyip, Batı’ya Giden Kadınlar’ın hikáyesini anlatmıştı.

Efendim, Batı’ya Giden Kadınlar, yani bir zamanların altın aramaya giden cowgirl’leri çok sert hatunlarmış, sineği gözünden vururlarmış ama neymiş?.. Fareyi görünce çığlık çığlığa taburenin üzerine sıçrarlarmış!

Travma derken, bundan bahsediyorum: Yani delikanlılığın sorgulanmasından kaynaklanan bir çizilmiş, zavallı karizma... Ki fare hayatta en korktuğum şey olduğu için anlattığı hikáyemsi, kinayenin ötesinde isabetliydi yani.

Ben de n’apayım, direkt müdafaaya geçmiştim: "Salak salak konuşma! Bir kere fareden korkmak hırsızdan korkmak kadar, hatta daha bile mantıklı bir şey. Bir üfledi mi lokal anestezi yapıyor hayvan; uykunda burnunu, kulağını yiyor da ruhun bile duymuyor. Ayrıca miniminnacık deliklere fare deliği denmesinin de bir mánásı var. Kedi ebadında sıçan, iki santim çaplı delikten geçebiliyor. Sen o koca poponu vasistastan geçirebilirsen elini korkak alıştırma, hırsız mırsız ol sıkıyorsa! Üzerine çaktırmadan kulağımı da yemezsen, hakkım kalır!"

Hakikaten fare konusunda fobik olduğum söylenebilir. Bu konuda yalnız da değilim, adı bile konmuş bir hál bu: Musofobi... Bir fareler, bir palyaçolar, bir sokak öteden gösterin, koşarak kaçabilirim yani.

Geçenlerde Arakibutirofobi’den (Fıstık ezmesi yerken damağa yapışmasından korkma) tutun Peladofobi’ye (Kel insanlardan ya da kelleşmekten korkma), Tokofobi’den (Hamile kalmaktan korkma), Triskaidekefobi’ye (13 sayısından korkma) fobilerle ilgili bir haberde gözüme çarptı: POLİTİKOFOBİ...

Evet, tahminen zorlanmadınız: Polikitacılardan korkmanın da bir adı var efen’im. Allah’tan bünyede bu tür bir fobi mevcut değil. Ha, korkana da hak veririz; ayrı... Değil mi ki korkmamak aptal işidir; hele ki politikacı denilen insan türünden...

Yine de n’apıyoruz? Korkularımızın üzerine gidiyoruz, o fobileri yeniyoruz.

"Ne diyorsun kardeşim?" mi diyorsunuz? Ne zaman kurmaylarından biri ebelense medyaya fırça kaymaya kalkan Başbakan’a "Esas siz kasaba tacirliğini bırakın da kendi işinize bakın! Bizim işimiz zaten sizin yediğiniz hurmaları haber yapmak!" diyorum. Öyle yani...
Yazının Devamını Oku