Yeni bir yılı sağlıklı ve pırıl pırıl bir ciltle karşılamayı istemez misiniz? Cilt sağlığına dair araştırmaların hız kesmeden yürütüldüğü alanlardan biri de probiyotikler (vücudumuzun dost bakterileri). Genelde probiyotikler sadece bağırsakta varmış gibi düşünülüyor. Oysa vücudumuzun içinde olduğu gibi dışında yani deride de bir flora var. Bu florada normalde iyi ve kötü bakteriler bir denge içerisinde yaşıyor. İyi bakterilerin oranı ve çeşitliliği yüksek olduğunda cildimiz sağlıklı görünüyor. Bazense vücudumuzda olduğu gibi cildimizde de kötü bakteriler çoğalıyor. İşte o durumda birçok cilt sorunuyla karşı karşıya kalıyoruz.
Üç serum ve bir maske
Dermatoloji uzmanı Dr. Ebru Sağlık “Cilt floramız bozulunca yüzde akne ve rozasea (gül hastalığı); kaşlarda, burun kenarlarında ve saçlarda kepeklenme; dirseklerin önü, dizlerin arkası gibi kıvrım yerlerinde alerjik egzamalar görülebiliyor. Vücudumuzu iyi bakterilerle destekleyerek floranın düzelmesini sağlayabiliriz” diyor.
Çay denince çoğumuzun aklına siyah çay geliyor. Oysa sağlığımızı destekleyecek birçok bitki çayı var. Çay aslında bilinen en eski ve en basit ilaç uygulamalarından biri. İnsanlar bitkilerin yaprak, çiçek gibi kısımlarını suyla kaynatarak sağlıklarını korumak ya da kendilerini daha iyi hissetmek amacıyla binlerce yıldır kullanıyorlar. 15 Aralık Dünya Çay Günü nedeniyle en sevdiğimiz çayları ve nasıl içilmesi gerektiğini derledik…
◊ Siyah çay: Kalp sağlığına faydalı flavonoid adı verilen bir antioksidan grubu içerir. Tanen ya da tannik asit denen bileşik sınıfı açısından da zengindir. Tanenler vücudumuzda demir eksikliğine neden olabilir. Bu nedenle düşük demir seviyesi olanlar çay tüketimine dikkat etmeli. Siyah çay için 3-5 dakika demleme süresi yeterlidir.
◊ Yeşilçay: Güçlü bir antioksidan etkiye sahiptir. İçeriğindeki epigallokateşin gallat ve kafein sayesinde yağ yakımına yardımcı olur. 2-2.5 gram yeşilçay yaprağını 3-5 dakika demleyebilirsiniz. Ancak yeşilçayı 10 dakikadan fazla demlediğinizde kafeinin uyarıcı etkisinin kaybolduğunu unutmayın.
◊ Beyaz çay: Siyah çay ve yeşil çay gibi beyaz çay da Camellia sinensis bitkisinden üretilir fakat işleme yöntemleri farklıdır. Beyaz çay, bitkinin en uçtaki açmamış tomurcuklarından hazırlanır. Bu üç çay içinde en kalitelisi ve en az işlem görmüş olanıdır. Antioksidan etkisi diğerlerinden yüksektir. Kolajen proteininin ve cilde esneklik veren elastin maddesinin yıkımını baskılama etkisi vardır. Bu yüzden sıkı ve esnek cilt oluşumunu destekler. 2-5 dakika demlenebilir.
◊ Adaçayı: 2 gram adaçayının 5-10 dakika demlenip içilmesi ağız ve boğaz iltihaplarının önlenmesine yardımcı olur. 3-4 gram yaprağı aynı şekilde hazırlayıp soğumaya bırakırsanız gargara olarak da kullanabilirsiniz. Hamilelerin içmesi önerilmez.
◊ Anason çayı: Sindirimi kolaylaştırmak ve gaz sorununu gidermek için yemeklerden önce kaynamış suda, 1-2 gram anason tohumunu (1 tatlı kaşığı) 5-10 dakika demleyebilirsiniz. Soğuk algınlığı şikâyetlerini azaltmak, öksürüğü hafifletmek ve balgam sökmek için de içebilirsiniz.
◊
Tanyer Eczanesi Bağdat Caddesi, Kızıltoprak’ta. Sahibi Gürsel Tanyer 84 yaşında ve işinin başında. Kendisiyle 62 yıldır eczacılık yaptığı eczanesinde buluşuyoruz. İçine girdiğinizde çok eskilerden izler buluyorsunuz. Ahşap dolaplar, ahşap eczacı masası, eczanenin yerleşimi... Oysa bir zamanlar caddenin en yüksek binasıymış o dört katlı bina. Etrafı yazlık villalar ve köşklerle çevriliymiş. Bu 62 yılda şehrin dönüşümüne de mesleğinin değişimine de tanıklık etmiş Gürsel Tanyer. Bu yıl ‘yılın eczacısı’ olarak ‘altın havan’ alacak Tanyer’le dünden bugüne çok keyifli bir yolculuk yaptık.
Gürsel Tanyer mesleğindeki 60’ıncı yılını da yine sevenlerinin iyi dilekleriyle kutlamış.
‘Eczacılara saygı vardı’
Geçmişten günümüze eczacılık mesleğine dair değişen çok şey olduğunu anlatıyor Tanyer. Bunların başında da mesleki saygınlığı sayıyor: “Eskiden eczacılara çok yüksek bir saygı vardı. Celal Bayar bile düğmesini iliklemeden eczaneme girmezdi. İnsanlar şapkasıyla da girmezlerdi içeriye. Muazzam bir saygı ve sevgi gördüm. Ondan kopamıyorum zaten eczaneden. Elimde büyüyen kuşak hâlâ saygılıdır ama yeni nesilde o saygı pek yok. Açık söyleyeyim, siz şanssızsınız.” diyor. Dile kolay, aynı yerde 62 yıl; artık aynı aileden beşinci kuşaklar geliyormuş eczaneye. Röportajımız esnasında eczaneye orta yaşlarda biri giriyor. “Bak, elime doğan hastalarımdan biridir” diyor. Hâlâ eczaneye giren herkesi de kendisi karşılamaya çalışıyor. Söyleşimiz esnasında bile gelen hastalara “Hoşgeldiniz” diyor, “Nasılsınız” diye soruyor. İleri yaşta, tanıdığı hastalar geldiğinde ayağa kalkıp “Kusura bakmayın, röportaj verdiğim için sizinle ilgilenemiyorum” diyerek açıklama yapıyor.
Mahallenin sır küpü
Eski eczacıların mahallenin tüm sırlarını bildiği anlatılırdı hep.
Bu hafta 1 Aralık Dünya AIDS Günü kapsamında düzenlenen bir basın toplantısına katıldım. Toplantıda beş hekim derneğinin bir araya gelerek hayata geçirdiği Şüphen Olmasın inisiyatifinden uzmanlar HIV ve AIDS hakkındaki en güncel bilgileri paylaştı. En dikkat çekici kısım; gelişmiş ülkelerde yeni HIV pozitif tanısı alan kişi sayısı azalıyorken ülkemizin de aralarında bulunduğu bazı ülkelerde hâlâ yeni hasta sayısının artmasıydı. Uzmanlara göre bunda en önemli etken, koruyucu önlem eksikliği ve geç tanı.
Prof. Dr. Deniz Gökengin yeni ilaçlar sayesinde kişinin kanındaki virüsün saptanamaz düzeye çok kolay bir şekilde indirilebildiğini anlatıyor. Virüs belirlenemeyen düzeye geldiğindeyse bir başkasına bulaştırmıyor.
Ülkemizde damgalanmaktan korkan kişilerin riskli cinsel eylemlerden sonra bile test merkezlerine gitmeye çekindiklerini vurguluyor uzmanlar. Bu nedenle kişilerin isim vermeden ve ücretsiz olarak cinsel yolla bulaşan hastalıkların testlerini yaptırabilecekleri anonim merkez sayısının arttırılması gerektiğini söylüyorlar. Şu anda sadece İstanbul’da Şişli ve Beşiktaş, Ankara’da Çankaya, Mersin’de Büyükşehir, Bursa’da Nilüfer, İzmir’de Konak belediyelerinin gönüllü danışmanlık ve anonim test merkezleri var. Bir diğer öneri de ev tipi, kendin yap HIV test kitlerine onay verilmesi.
Yeni tedavi seçenekleri
Prof. Dr. Emin Halis Akalın, 40 yılı aşkın bir süredir varlığı bilinen HIV ve bunlarla ilişkili komplikasyonların 40 milyonu aşkın kişinin hayatını kaybetmesine yol açtığını söylüyor. Dünyada 38.4 milyon, ülkemizde 60 binden fazla kişinin
HIV ile yaşadığı tahmin ediliyor. Her yıl 1.5 milyon yeni enfeksiyon ve 650 bin ölüm oluyor. Toplantıda uzmanların verdiği bilgilere göre ülkemizde hastalar devlet güvencesiyle ücretsiz şekilde ilaçlarını temin edebildikleri için tedavi kısmında başarı oldukça yüksek ancak erken tanıda dünyanın epey gerisindeyiz.
Tabii tedavi seçenekleri de çok gelişmiş durumda. Prof. Dr. Behice Kurtaran artık çok daha az sayıda ilaçla hastaların tedavi edilebildiğini anlatıyor. Kurtaran “Bu ilaçlar eskiye göre çok etkili, yan etkileri azaltılmış. HIV pozitif kişiler tedavilerini düzenli aldıklarında virüs sıfırlanabiliyor. Partnerlerine virüsü bulaştırmıyor ve sağlıklı çocuk sahibi olabiliyorlar” diyor.
Konu düzenli ilaç kullanımı olunca özellikle gençlerde tedaviye uyum sorunu olabiliyor. Ama bunu aşacak önemli gelişmeler var. Artık bir-iki ayda bir, kas içine iğneyle uygulanan formları üretiliyor. Henüz ülkemizde yok ama birçok ülkede kullanılıyor ve 6 ayda bir yapılan şekli de üretim aşamasında. Bir diğer önemli gelişme HIV aşısıyla ilgili yaşanıyor. Uzmanlar COVID-19 ile hayatımıza giren mRNA teknolojisinin HIV aşısı geliştirilmesinde olumlu sonuçlar verebileceğini öngörüyor
Amerika’da bitkisel ilaçlar, ürünler ve gıda takviyeleriyle ilgili çalışmalar yapan, kâr amacı gütmeyen bir organizasyon var: American Botanical Council (ABC-Amerikan Bitkiseller Konseyi). Geçenlerde konseyin bitkisel ürünlerdeki
tağşişatı (bir şeyin içine başka bir madde karıştırma) ortaya koyan bir raporu açıklandı. Ben de bu konseyin konuyla ilgili programında çalışan farmakognozi doçenti Dr. Ecz. Nilüfer Orhan’la görüştüm ve özellikle çörekotu yağındaki hileyle ilgili bilgi aldım. Görünen o ki Türkiye’de çok popüler olan çörekotu yağı Amerika da dahil birçok ülkede de revaçtaymış. Çalışmaya göre çörekotu yağı kalitesi ülkeden ülkeye değişkenlik gösteriyor. Raporda, Türkiye’de satın alınan her 100 üründen 40’ında sahtecilik yapıldığı görülüyor.
Sarı kantaronda çok var
Doç. Dr. Ecz. Nilüfer Orhan “Tağşişat tüm bitkisel ürünlerde olabiliyor ama Türkiye’de özellikle uçucu ve sabit yağlarda çok ciddi bir sahtecilik var” diyor ve üreticilerin yağın fiyatını düşürmek için pahalı yağları ucuz yağlarla karıştırabildiğini söylüyor. Hatta bazen istenen yağ pazarlanan üründe hiç yer almayabiliyormuş bile. Örneğin ayçiçeğiyağının içerisine nane yağına kokusunu veren mentol maddesini ekleyip, bu yağ nane yağı diye satan firmalar varmış. “Kokladığınızda nane gibi kokuyor ama analiz ettiğinizde nane yağı olmadığını görüyoruz. Kara mürver ürünlerine mor pirinç veya mor havuç ekstreleri koyuyorlar” diyor.
Elif Pasha yeni çıkan kitabında son dönemin belki de en popüler minerali haline gelen magnezyumu anlatıyor. Kitabın adı: ‘Yaşamın Anahtar Minerali Magnezyum’ (Hayy Kitap). Kitabı okuyunca magnezyumun vücudumuzdaki birçok kilidi nasıl açtığını anlıyorsunuz. Çünkü vücudumuzdaki 600’den fazla enzim sistemin düzgün çalışmasından sorumlu. Eksikliğiyse pek çok hastalığın tetikleyicisi. Ancak toplumun yüzde 80’i eksik magnezyum alıyor. Kitaptan önemli bilgileri derledim...
- Magnezyum fibromiyaljiden migrene, glikoz intoleransından menstrüel problemlere pek çok farklı sağlık sorununun tedavisinde tercih ediliyor.
- Araştırmalar, kadınların yüzde 80’inin, erkeklerinse yüzde 70’inin bu önemli minerali yeteri kadar alamadığını gösteriyor. Modern yaşamdaki insanın günlük ortalama magnezyum tüketiminin kadınlarda 300-350 mg, erkeklerde 400-450 mg olması gerekiyor.
- Bitkilerde klorofillerin temel yapıtaşı olması sebebiyle yeşil yapraklı bitkiler magnezyumun ana kaynağı. Ancak araştırmalar son 100 yılda sebzelerin magnezyum da dahil mineral içeriğinin yüzde 80-90 oranında azaldığını gösteriyor. Bunun artan kimyasal kullanımına ve değişen çiftçilik tekniklerine bağlı olduğu düşünülüyor.
-
Dünya Diyabet Günü’ne iki gün kaldı. Avrupa’da diyabetli hasta sayısı bakımından lider ülkeyiz. Hatta ne yazık ki uzun yıllardır birinciliği kimselere kaptırmıyoruz. Diyabetle ilgili gelecek projeksiyonlarıysa bugünden de korkutucu. Öyleyse diyabetin nedenlerine odaklanıp ona zemin hazırlayan faktörlerle mücadele etme zamanı. Uzmanlara göre diyabete yol açan faktörlerin başında obezite geliyor.
1-4 Kasım tarihleri arasında Amerika Birleşik Devletleri, San Diego’da obeziteyle alakalı dünyanın en büyük buluşması gerçekleşti.
Benim de takip ettiğim Obezite Haftası toplantısına dünyanın dört bir yanından binlerce uzman katıldı. Toplantıda açıklanan araştırma sonuçlarından biri, içinde ülkemizin de olduğu ve beş kıtadaki 10 farklı ülkenin verilerine dayanan bir çalışmaya aitti. Dünyanın en büyük vakfı tarafından yönetilen Danimarka merkezli global ilaç firması Novo Nordisk’in desteğiyle yürütülen ‘ACTION Teens’ adlı global araştırmanın ortaya koydukları oldukça çarpıcı. Ben de çalışmanın sonuçlarından bazı önemli noktaları sizler için derledim...
Bana göre araştırmanın en ilgi çekici sonuçlarından biri ailelerin obeziteye bakış açısını yansıtan veri: Obeziteyle yaşayan her 5 çocuktan 4’ünün yetişkin olarak da obeziteyle yaşamaya devam ettiği bilimsel olarak kanıtlansa da ailelerin yarıya yakını bu durumun çocuk büyüyünce geçeceğini düşünüyor. Böyle düşündükleri için muhtemelen önlem alma ihtiyacı hissetmiyorlar.
Verileri değerlendiren
ACTION Teens global çalışması Türkiye yürütme kurulu üyesi, çocuk endokrinoloji ve diyabeti uzmanı Prof. Dr. Abdullah Bereket “Obeziteyle yaşayan çocuklar önlem alınmazsa erişkin yaşamda da obezite sorunuyla yaşamaya devam ediyorlar ve bu durum gerek tip 2 diyabet, gerekse kalp hastalıkları risklerini kat kat arttırıyor” diyor. Obezitesi olan bir çocuğun erken yetişkinlik döneminde, olmayanlara oranla üç misli daha yüksek ölüm riskiyle karşılaştığını da vurguluyor.
Araştırmanın şaşırtıcı sonuçlarından biri de cinsiyetlere göre obeziteye bakış açısının değişmesi. Aileler oğullarından çok kızlarının kilosu konusunda endişe duyuyor. Ayrıca ergen erkeklerin kızlardan anlamlı ölçüde daha az endişe duydukları da görülüyor. Yani ailelerin tutumuyla çocuklarının tutumu birbirine benziyor ve oldukça cinsiyetçi. Oysa obezite artık bir hastalık olarak tanımlanıyor. Yaşamsal riskleri beraberinde getiren bu hastalık nasıl olup da sadece kız çocuklarında ciddiye alınabiliyor?
eçen ay, 21-22 Ekim tarihlerinde Bosna Hersek’te katıldığım bir toplantıda ülkemizle bir kez daha gurur duydum. Toplantıda Türkiye’den uzmanlar, Bosna Hersekli meslektaşlarıyla organ bağışı ve organ nakli hizmetleriyle ilgili tecrübelerini paylaştı. Sunumları dinlerken ülkemizin organ
naklinde ne kadar başarılı olduğunu da öğrenmiş oldum. Bosna Hersek’teki sağlık profesyonellerinin iki yıl boyunca kapsamlı bir eğitim alacağı bu işbirliğini Türkiye Organ Nakli Vakfı organize ediyor. 3-9 Kasım Organ ve Doku Bağışı Haftası vesilesiyle o toplantıdan ilgi çekici bazı noktaları sizlerle de paylaşacağım.
Öncelikle canlı donörden organ naklinde dünyada birinci olduğumuzu gururla söylemek istiyorum. Ama söz konusu ölü donörden organ nakli olduğunda ne yazık ki dünyada en altlarda sıralanıyoruz. Oysa bu noktada Avrupa’da birçok ülke yasal düzenlemeyle doğuştan her bireyin organ bağışçısı kabul edildiğini varsayan rıza/onam sistemine geçmeye başladı. İngiltere (2021), İrlanda (2021), Hollanda (2020), Fransa (2017) varsayılmış rıza sistemine geçen ülkelerden. Henüz konuşulmasa da ülkemizde de bu yönteme geçilirse kadavradan organ bağışını ciddi şekilde arttırabiliriz.
Literatüre geçtik
Ülkemizde tüm organ, doku ve hücre nakilleri başarıyla 200’den fazla merkezde yapılıyor. Canlı vericili böbrek ve karaciğer naklinde Avrupa’da lider konumdayız. Toplantıda uzmanlar canlı vericili nakillerde ileri teknikler ve verici ameliyatı güvenliği konusunda oldukça iyi olduğumuzu rakamlarla ortaya koydu. Bu başarıların Gürcistan ve Senegal gibi çeşitli ülkelerde de görülmesi için çok sayıda teknik yardım programı da yürütüyoruz. Seneye Sudan, Etiyopya, Kazakistan ve Moğolistan ile de yardım ve işbirliği projeleri başlatılacak.
Bazı nakiller dünyada ilk kez ülkemizde yapıldığı için hayranlık uyandırıyor. Örneğin son dönemde yapılan uterus nakliyle normal bir gebelik takip edilmiş ve sağlıklı bir bebek dünyaya gelmiş. Böylece bu konuda literatüre geçtik. Keza dünyada yeni yeni başlanan yüz ve kol nakli ülkemizde halihazırda yapılıyor. Toplantıda şunu çok net anladım: Yeterli bağış olursa ülkemizdeki uzmanların yetkinliği ve merkezlerimizin altyapısıyla dünyaya örnek bir model haline gelebiliriz. Hepimiz bağışçı olursak, organ bekleyenler hayatını, aileler evlatlarını, çocuklar annelerini, kimse eşini, dostunu, sevdiğini kaybetmeyecek.
Türkiye Organ Nakli Vakfı’ndan organ nakli koordinatörü Gamze Yıldırım’ın anlattığı hikâye de bunun bir örneği. İngiltere’den Bodrum’a ailesiyle tatil için gelen Oliver Beston geçirdiği beyin kanaması sonucu hayatını kaybettiğinde annesi Julie Beston oğlunun kalbini bağışlamış. Bu kalp bekleme listesindeki Tayfun’a nakledildiğinde Julie oğlunu kurtaramadığını fakat Tayfun’un hayatını kurtardığını ve yıllar sonra oğlunun kalp atışlarını Tayfun’a sarıldığında yeniden duyduğunu anlatmış.