Manhattan, New York'un beş adasından biri. Geçmişi farklı 5 kişiye Manhattan nedir diye sorsanız alkole düşkün biri 'vodka veya cinle yapılan kokteyl' diyecektir. Bir kent sakini ''New York'un ilçesi'', '' Kansas'da şehir'', yaşlı bir entelektüel ''Nüklear Bomba Projesi'' yanıtını verecek, bir genç grubunun cevabı ise '' Dünyanın merkezi'' olacaktır.
En dar yerinde enine 1.29 km. boyuna 21.6 km. gizemli adanın isim babası Manahata kızılderili kabilesi. Kuzeyde siyah derililerin mahallesi Harlem'den güneyde finans ve bankacılık merkezi Wall Street'e, Yunanlı Varvatos, Beatle Paul'un kızı Stella McCartney dahil uluslararası marka modacılara, müze ve galerilere, dev sanayi şirketlerin genel merkezlerine, 25 bine yakın lokanta, geceklübü, mağazalara herşeyin ''En en'i'', Manhattan'da.
8 milyon insanın yaşadığı ada-şehrin önemli bir özelliği son yıllarda diklemesine boy atması. 11 Eylül terorist saldırısında ikiz gökdelenlerin çökmesi üzerine The Empire State gökdeleni şehrin en yükseği unvanını kazandı. 102 katlı binanın 86 ve 102'nci katlarından New York çevresinde dört eyaleti, okyanusa açılan nehirleri görmek mümkün. Yılda 4 milyon turist yükseklerin 'en'yükseğine 60 milyon dolar gelir sağlıyor. Baba-oğul sahipleri Peter ve Anthony Malkin'ler şehir simgesi Empire State'in ihtişamlı görüntüsünü güçlendirmek için tepeden tabana temizlettikten sonra 6 bin 514 penceresini değiştirdiler. Malkin'lerin harcadıkları para milyonlarca doların üstünde.
New York Tatil Turları'nın başkanı Barry Tenenbaum ''Harcanan her kuruşa layık Empire State. Görünüşü sis altında dahi şahane, heyecan verici ve romantik. Genç çiftler gözlem katında nikah kıydırıyorlar. Üstelik hiç bir yapı manzarasını kesemez.''diyor. Empire State'e ilaveten Chrysler Building, Rockefeller Center gökdelenleri, Woolworth Building, RCA Building, New York Times, CBS Building gibi yüksek yapılar yenilenme operasyonu geçirmelerine parallel yeni gökdelenler de New York emlak portfolyolarına girmeye başladılar.
Manhattan'ın güney ucunda ünlü mimar Frank Gehry'nin tasarımıyla inşaası başlayan bir gökdelen inşaat sektöründe en fazla sözü edilen bina oldu. ''Gehry'den New York'' diye tanınan76 katlı modern gökdelen New York Times'ta ''Son 50 yılda kentin en güzel binası'' takdimiyle haber yapıldı. Bina New York tarihinde ve batı yarım kürede 'en yüksek' ikamet yapısı olarak tarihe geçti. 875 milyon dolara mal olan 290 metre yüksekliğindeki gökdelendeki dairelerin yüzde 60'ı satıldı. En zenginler için ayrılan ve inşaası devam eden 3 köşe dairesi ile bir grup dubleks 40 ile 60 bin dolar aylıkla kiraya sunuldu.
'Gehry Gökdeleni''nin hemen arkasından dünyanın en ünlü konser salonu Carnegie Hall'ın yanında yakında açılışı yapılacak 90 katlı otel-kondominyum geliyor. Bu gökdelen Gehry'nin yapıtına üstten bakacak yüksekliğe erişecek.
Arazi kısıtlığı şehir ihtiyacına kafi gelmediği için New York'un bundan böyle yatay değil dikey olarak büyüme dışında şansı yok.
“Ne zaman olmuştu bu Ermeni olayı?”
“İddialara göre 1915...” diyorum. Yüzündeki ifade “Bu adamın başka işi yok mu asırlık olayla uğraşıyor” şeklinde. Arkadan ekliyor:
“Bir-iki yıl sonra Saddam, Mubarek, Kaddafi isimlerini hatırlayacak insan bulamayacaksın. Bunlar dünya tarihine yön veren Arap Baharı’nın aktörleri. Ama... Halkların ayaklanması Tunus’ta başladı. Kimdi devlet lideri bu ülkede? Son iki adı Ben Ali. Öncesi neydi?.. Zine El Abidine.”
“Bak sen de zorlandın, adam 20 küsur yıllık iktidarını iki haftada bırakıp Suudi Arabistan’a kaçtı. Şimdi hatırlayanı yok. Ne olacak Ermeni tasarısından, Fransız parlamentosundan. Türkiye yerli yerinde kale gibi ülke. Takma kafana, zaten tatil dönemindeyiz.”
Son söylediği en doğrusu. Tüm Amerikalıları bir araya getiren Şükran Günü’nü, Hıristiyanların en kutsal bayramı Noel’i geride bıraktık. New Yorklu Yahudiler Hanukah bayramını kutluyor, hafta sonunda yeni yıla gireceğiz. 1915’i hatırlayacak uzun ömürlükte, sağlıklı bilinçte kim var?
Bu tatil döneminde New York’ta sokağa iğne atsan yere düşmeyecek. Cadde, sokak, kaldırım işportacıları, mağaza müzeler, tiyatro operalar, meyhane lokantalar insandan geçilmiyor. Bu kez kalabalığın türü ve boyutları farklı. Milyarder belediye başkanı Michael Bloomberg 2011 sona ermeden 50 milyonuncu turistin New York’a ayak basacağını söylüyor. Tek bir yıl hesabıyla rekor meblağ bu. 1970’de 16 milyondan 2010’da 48.7 milyona yükselmiş turist trafiği. Hafta bitmeden 50 milyona erişecek rezervasyonlara göre.
Dr. Mehmet Öz tartışmasız Amerika'nın en ünlü tıp adamı. Öz TV programını her gün milyonlarca insan, yüzde 90'ı kadın, izliyor. Öz uzun yaşam, seks, hastalıktan korunma konularında bilgi verdiği kadın izleyicileri stüdyo içinde dışında yakışıklı Türk doktorunu fırsat buldukça mıncıklıyorlar.
Mehmet Öz radyoda dinleyecilerin sağlık sorunlarını yanıtlıyor, gazete ve dergilerde pratik sağlık tavsiyelerinde bulunuyor, ''en çok satan'' kitaplar yazıyor, otobüslerde olduğu gibi karayollarında büyük boy reklamları teşhir ediliyor.
Öz, New York sosyetesinin gözdesi, parti ve davetlerin en çok aranan insanı. Geçen yıl '' Kadın Dünyası''na kapak olduğunda derginin tirajı katlanarak 7 milyona çıktı. Time, Esquire dergilerinde dünyada en nüfuzlu kişiler listesine girdi. Davos Dünya Ekonomik Forumu'nda 'Geleceğin Küresel Lideri' unvanını kazandı. Popüler şovu 2010'de Emmy ödülüne layık görüldü.
Mehmet'i ilk kez babası Mustafa Öz kanalıyla tanıdım. Tanışıklığımız eskilere dayanan baba Öz başarılı bir göğüs hastalıkları doktoru idi. Ne zaman sigara içtiğimi görse '' Bırak şu mereti, sedye ile hastaneme gelmeni istemem.''diye sertçe eleştirirdi. Öz 1980'li yıllarda beni arayıp ''Mehmet ile bir röportaj yap, çok iyi cerrah oldu.'' dedi. ''Doktor, Amerika'da 1000'in üstünde Türk hekimi var, hepsini yazsak ansiklopedi olur. Mehmet'in gazeteye girecek bir özelliği var mı?'' Bitirdiği okulları, Harvard dahil, araştırmalarını sıraladı, sonunda ''Titanium kalp nakli yapıyor.'' deyince pes ettim.
Bir şartım vardı Philadelphia Gögüs Hastalıkları Derneği başkanlığını yapan Mustafa Öz'e.'' ''Baba-oğul birlikte ameliyat yaparsınız, oğlu babasının izinde diye başlık atarız.'' Önerimi kabul etti. Ameliyat gününde foto muhabiri Ali Çetinkaya'yı Columbia Presbyterian Hastanesi'ne gönderdim. Hürriyet yazıişlerini bilgilendirdiğimde ''konu güzel, resimli yazıyı bekliyoruz.'' dediler. Çetinkaya resimleri bastırıp getirdiğinde keyfim kaçtı. Bir rulo film harcamıştı ama tüm resimlerde ameliyat kıyafetinde iki kişi, burka'lı kadın gibi yalnızca gözleri açık görünüyordu. '' Hangisi baba, hangisi oğul? Yüzleri niye kapalı?'' Fotoğrafçımız hata yaptığını anlamıştı, ameliyata öyle girdiklerini söyledi. Bir kaç gün sonra tekrar bir titanium kalp nakline gönderdiğimde resimler iyi idi. Mehmet Öz'ün sadece Türk değil Amerikan basınında ilk kez resimli röportajı Hürriyet'te yayımlandı.
Vatan hasreti çeken Prof. Mustafa Öz emekliliğini beklemeden Türkiye'ye döndü, Boğaz'da Çiller'lerin yanında Öz ailesinin yalısına yerleşti. Lafını esirgemeyen 'Baba' Öz bir kez daha karşılaştığımızda dönemin Başbakanı Tansu Çiller'den şikayet etti: ''Bir gece bakıcıları hanım geldi telaş içinde, Tansu hanımın oğullarından biri yarı baygın,fenalık geçiriyormuş. Doktor olduğumu bildikleri için bize gelmiş yardım aramaya. En yakın hastaneye kaldırılmasını istedim. Durumu ciddi idi. İlaçla ilk müdahaleyi yaptım, kendine geldi genç adam. Ertesi sabah mutad üzere bahçede kahvemi içerken polis motoru Tansu hanımı almak için rıhtıma geldi. Yüzüme bakmadan yanımdan geçti. Ama bir teşekkür etmeyi dahi çok gördü. Bakıcı hanıma ''Bir dahaki sefere hastalığı ne olursa olsun beni aramayın.'' diye zılgıt çektim.''
Geçen gün ünlü dedikodu yazarı Cindy Adams sütununda Öz'ü şöyle anlattı: '' Hayatında hiç uçak görmemiş Mehmet'in annesi elinde kesekağıdında sandviçle havaalanına çarşaf içinde geldi. Uçağın pilotunu bulup oğlum hiç uçağa binmedi, California'ya gidecek. Lütfen uçağı çok yavaş sür.'' dedi.
Konuştuğum zencilerin yarısı umutlu, yarısı karamsar “Wall Street’i İşgal” hareketini tartışırken. “Yakın tarihe göz at, anlarsın” diyor bir hastanenin temizlik işçisi. Zenciler derileri içinde hapsedilmiş yaratıklar, bir kısım beyaz Amerikalının gözünde. Asırlarca beyazların çiftliklerinde karın tokluğuna kölelik yaptılar, şimdilerde özgürlük havasını ciğerlerine çekebiliyorlar. Ama aile büyüklerinden dinledikleri trajik hikayeler hala belleklerinde canlı. Tarlada pamuk toplarken asgari ücretin altında çalıştıklarını, ısının 40 dereceye çıktığını da biliyorlar.
Siyah derililer bugün dahi ırk eşitliğine alışmış değiller. Beyazlarla konuşurken kendi aralarındaki rahatlığa sahip değiller. Beyaz Amerikalının tercihi çoğu seferinde beyaz. Ülkede işsizlik oranı yüzde 9.5, zencilerin yaşadığı bölgelerde yüzde 25. Beyaz patronun işçi tercihi çoğunlukta beyaz. Zenci-beyaz farkını New York’a ilk ayak bastığımda garip bir tecrübeyle öğrendim.
Columbia Üniversitesi yakınında oturan bir öğretim üyesiyle akşam buluşmaya giderken kuzey rotalı trene bindim. On istasyon sonra indiğimde daha önce geldiğim yer aşina görünmedi. Çevrede ağaç da yoktu insan da. Bir sokak ötede elektrik direği dibinde konuşan 3-4 kişiye yaklaştım, gideceğim adresi söyledim. Zenciydi bunlar, beni tepeden tırnağa süzdüklerini hissettim: “Yanlış adrese gelmişsin, karşıdaki parkın batısında gideceğin yer.” Mesafe uzun mu parkın içinden? Yüzünde yarı alaycı tebessüm beliriyor, yürümekten vazgeçmemi istiyor. “Tekrar trene bin, geldiğin yerde in, Columbia kampusuna yakın istasyonda in.”
Sağıma soluma bakıp taksi arıyorum. Ara ki bulasın, tek araba geçmiyor. Metroya yönelirken anide köşeden bir sarı taksi çıkıyor. Cadde ortasına atlayıp el, kol sallıyorum, yanımdan hızlanarak geçiyor, müşterisi de yok ama durmuyor. El, kol sallıyorum, yavaşlayıp geri geliyor. Bir çırpıda arabaya atlayıp adresi veriyorum. Yaşlı, beyaz şoför “Ne arıyorsun burada?” diye dostça çıkışıyor. Ardından ekliyor: “Harlem burası, şansın varmış çullanıp soymadılar seni. Siyahi olduğunu sandığım için durmadan geçtim. Beyaz sürücüler Harlem’den gündüz dahi geçerken kapıları kitlerler.” Beyaz şoförün bir dizi tavsiyesini hala unutmuş değilim.
Toplumda tanınan saygın, güvenilir kişiler TADF başkanlığına aday çıkanlar. Konu önemli.
New York merkezli TADF, Washington’da yerleşik ‘’Türk Amerikan Dernekleri Asamblesi’’(ATAA) ile birlikte Amerika’da lobi faaliyetlerini yürütüyorlar. Amaç Türkiye’ye hasım lobilerin (Kıbrıs ve Yunanistan Rumları, Ermeni gibi) Amerika kongresinde yürüttüğü karalama kampanyalarına karşı çıkmak. Son iki yıldır Türkiye’ye düşman olmayı beceri sanan bazı Yahudi grupları da Rum ve Ermenilere iltihak ettiler.
Hasım lobilerin milyonları aşan bütçelerini ‘TADF’ ve ‘ATAA’nın gelirleriyle kıyaslayınca yoksul bir görüntü çıkıyor karşımıza. Maddi olanakların zayıflığı ulusal yarar-çıkarların amatör, gönüllü yöneticilere teslim edilmesi de ayrıca ciddi bir sorun. Lobicilik maddi ve manevi destek, toplumsal dayanışma ile beslenen uğraşı sisteminin gereğidir. İşi, aşı, gıdası da ‘para’dır.
Güzellik sanayiinde kozmetik kralı diye tanınan Ronald S. Lauder 25 yıl önce Avusturya’da bir yahudi çocuk yuvası ziyaretinin hayatını değiştirdiğini söylüyor. Dönüşünde 92 ülkede yaşayan yahudilerin yakınlaşıp kaynaşmalarını sağladı. Holokost katliamının harabeye çevirdiği yahudi mahallelerinin yeniden yapılanması için Yahudi gruplarına para yağdırdı. Nüfuzlu ‘’Dünya Yahudi Kongresi’(WJC) başkanlığına seçilen Lauder tek başına lobi. Sanat eserlerine yatırım yapan Ronald 2006’da yahudi kökenli ressam Gustav Klimt’in nazar boncuklu, altın tozla işlenmiş ‘’Adele Bloch-Bauer 1’’ tablosunu rekor fiyatla 135 milyon dolara satın aldı. ‘’Bu kadar para niye?’’ diyen yakın dostuna ‘’Yardıma ihtiyacı olan daha çok yahudi var. Sanatçılarımızın eserleri değer kazanacak, zamanı gelince satarak projelerimize destek vereceğiz.’’ yanıtını verdi. Lauder’in varlıklı dostları da kozmetik kralının projelerine sırtlamaktan geri kalmadılar.
Amerika’da çok Lauder’lar var. Yahudi kurumlarına ve İsrail’e her yıl milyonlarca dolar bağışlıyorlar. İletişim, yazılı-görüntülü basın, bankacılık, finansman, hukuk, tıp, politika alanlarında gizli liderlik kesiminde çoğunluk Amerikan musevilerinde. Üstelik toplam nüfusta sayıları yüzde 2 olduğu halde.
Amerika’lı Türkler arasında akademisyenler dışında şöhret sahibi fazla insanımız yok. Servet sahibi yoksunluğu da öyle. Türk derneklerine hatrı sayılır bağış yapanı da hatırlıyor değilim. Kıta ülkede sayımız artmasına rağmen derneklere üye yazılan, etkinliklere katılanların sayısının da arttığını söylemek zor. ‘Erime Potası’ unvanlı bu yerde Türklüğü nasıl yaşatacağız? Bize sataşan hasım güçlere kim karşı çıkacak? Federasyon başkanı seçilecek soydaşımız faaliyet programını yürütmek için gerekli maddi desteği nereden bulacak? Söyleyen çıksa da öğrensek.
Törende Snoopy’den Örümcek Adam’a animasyon filmlerin kahramanlarını aileleriyle görmeye gelen çocuklar gösterileri nefeslerini tutarak izlediler. Harry Potter yıldızı Daniel Radcliff, şarkıcı Mary J.Blige, Avril Lavigne, Neil Diamond, aktrist Kathleen Turner dahil sinema ve eğlence aleminin ünlüleri kısa gösteriler sergilediler. 30 kadar seyyar sergi, bir düzine bando, Broadway müzikallerinin dansörleri kalabalığı coşturdular. Geçişte 800 kadar palyaço da yer aldı.
Esas çılgınlık akşamın ileri saatlerinde başladı. Amerika’da katılımı en yüksek bayramını şehir sakinleri, California’dan Chicago ve New York,Florida’ya yerli turistler, İngiliz, Alman, İtalya’nına Avrupa’lılar, Çin’li çoğunlukta Uzak Doğu’lular yalnızca tören geçişini seyretmeye değil alışveriş yapmaya gelmişlerdi. Töreni takiben ev, lokanta, otellerde ‘Şükran Günü’nün marka gıdası ‘Turkey’’i (Bizim memleket deneyenin boğazında kalır, hindiden bahsediyorum.) tıkabasa yediler, bir kısmı gündoğmadan açılacak mağazalar önünde, kaldırım ve kapı oyuklarında sabahlamak için kuyruğa girdiler. Oysa geçen yılların aksine dev mağazalar saat 21.00’den 23’e alışverişi erkene aldılar. Caddelerde, sokak köşelerinde düzenlenmiş açık tezgahlarda yoksullara sıcak eş servisi yapıldı. Yüzlerce lokanta evsiz ve parasız insanlara müşterilerine sunduğu kalitede yemek dağıttı.
Sıra indirimli alışverişe gelince genci, yaşlısıyla çoğunlukta kadınlar itişkakış tezgahlara saldırdılar. Gözde eşyalar DVD, CD, bilgisayar, elektronik, müzik aletleri, oyuncak ile kışlık giyecekler idi. Gelinliklere de hayli alıcı çıktı. Mağazalar fiyatları yüzde 30 ile 70 oranında indirdiler. ‘Best Buy’’zincirinin 200 dolardan satışa çıkardığı 500 dolarlık HD TV setler göz açıp kapayana satıldı. Air Jordan ‘’Kara Çimento’’damgalı lastik ayakbalılar Niketown mağazasının açılmasından sonra 160 dolar fiyatla 2 saat içinde satıldı. Michael Jordan’ın 1988 de NBA yıldızlar maçında son kez giydiği lastik ayakkabıları stoklayan karaborsacılar 300 dolara satışa sürdüler.
Dar gelirli olduğunu söyleyen bir kadın çocuklarını New York banliyosunda yaşayan erkek kardeşine gönderdiğini söyledi: ‘’Onlarla birlikte alışverişe gelseydim kalabalıkta ezilirlerdi. Yarı fiyatına hem Şükran Günü hem de Noel bayramı ihtiyaçlarımı karşıladım. Kaldırımda gecelemeye değdi.’’
Bu bayramda da Amerika bir rakam alemi olduğunu yeniden kanıtladı. ‘Ulusal Perakende Federasyonu’’na göre ‘Şükran Günü’nden yılbaşına beş haftalık sürede ülke nüfusunun yarısı, 152 milyon insan, alışverişe çıkacak. Perakendeciler tatil süresi olarak tanınan beş haftada Amerikalıların 465.6 milyar dolarlık alışveriş yapacaklarını belirtiyorlar. Ekonomi darlığına rağmen geçen yıla kıyasla perakende satışlar yüzde 6.6 civarında arttı. Bu arada alıcı tehacümünde 20 kişi hastanelik oldu, kalabalık üstüne biber gazı sıkan, yağmacılık ve dükkan hırsızlığı yapanları polis tutukladı.
Bayram alışverişi için tüm Amerikalılar saatlerce kuyruğa girip beklemiyorlar. Saks Fifth Avenue, Neiman Marcus gibi lüks mağaza müşterileri bu kez de alışverişlerini indirimsiz fiyatlarla yaptılar. Neiman Marcus, kataloglarında sergilediği 395 bin dolarlık Ferrari arabalardan 10’unu 50 dakika içinde alıcılara teslim etmeyi başardı.
Basında, Kraliçe Elizabeth’in Cumhurbaşkanı Gül ve refakatindeki heyete Buckingham Sarayı’nda verdiği yemekli davette meslektaşlarımın smokin ve fraklı kıyafetleri, yemek mönüsü, ayakta sohbetlerden sızan konuşmalarını, fotoğraflarını ilgiyle izledim.
Londra muhabirliğim sırasında İngiltere Kraliyet ailesi mensuplarının sıcak olmasa dahi ılımlı ev sahipliğine şahit olmadım. Aksine bazı olaylar İngiliz toplumunda sınıf farkını tanımama sebeb oldu. İki örnek vereyim:
1960’ların sonu. İzmirli bir kız öğrenci beni arayıp İngiltere’nin en önemli tiyatro okulu Royal Academy of Dramatic Art’ı (RADA) birincilikle bitirdiğini söyleyip, “Kraliçe Elizabeth diploma töreni için okula gelecek, kendisini karşılayarak çiçek vereceğim. İlgilenir misiniz?” dedi.
Tören sabahı RADA’da İzmirli öğrenciyle buluştuk. Bir ara giriş holü hareketlendi. Kapıdan sokağa kırmızı halı açıldı. Kraliçe bir yardımcısıyla siyah limuzinden çıktı, hole girdi. Türk kızı karşılayıp kraliyet protokolü gereği yere diz değdiren curtsy selamlamasını yaptı, elindeki çiçeği takdim etti, Elizabeth, İzmirli öğrenciyle kısaca konuştu.
Tiyatro akademisinin kıdemli yönetimi minik salonu doldurmuştu. Rektör, dekan ve kıdemli bir grup hoca Kraliçe’ye, “Hoş geldiniz” demek için hilal şeklini aldılar. Koyu renk uzun ceket, çizgili jaketatay giymişlerdi. Salonda kımıldayacak yer olmadığı için hilalin bir ucunda kaldım. Elizabeth başı öne eğik, yöneticilerin yüzüne bakmadan el sıkmaya başladı. Okul dekanının karşısına gelince başını kaldırıp bir kaç laf etti. Sıra bana geldi. Elini uzattı, kolumu uzatırken gözleri göğüs hizamda idi. Üstümde dik yakalı kazak, spor ceket, omzumda kamera olduğunu görünce başını kaldırdı. Göz göze geldik. Bakışları bana pek dostça gelmedi. Elini geriye çekti. Sağ elim havada kaldı. İçimden, “Umarım tanıdık biri beni bu halde görmemiştir” düşüncesi geçti.
Akşam konuştuğum bir İngiliz arkadaşıma olayı anlattığımda kısaca düşünüp ne giydiğimi sordu. Söylediğimde, “Kıyafetinden senin avamdan biri olduğunu anladı. Kraliçe ile üst düzey mensupları avam tabakasındakilerle el sıkışmaz. Gelenek böyle, gücüne gitmesin” diyerek gönlümü aldı.
O yıllarda Londra’da yaşayan arkadaşım Kralların Ressamı unvanlı Rahmi Pehlivanlı beni arayıp Prens Philip’in (Elizabeth’in kocası) randevu isteğini kabul ettiğini söyledi. “Yarın Buckingham Sarayı’na gideceğim, senin adını da verdim.”
Rahmi, suikasta kurban giden J.F. Kennedy’nin cenaze törenine katılan devlet, hükümet başkanlarının dev bir pano projesi üstünde çalışıyordu. Panoyu Washington’daki Smithsonian Müzesi’nde hediye edecekti. Törene katılan yabancı liderlerinin çoğu Rahmi’nin başvurusunu kabul etmişlerdi. Cenazede İngiltere’yi temsil eden Prens Philip de.
Döneminin başarılı karakter oyuncusu Bancroft, yakın aile dostlarının kolejden yeni mezun olmuş oğlunu baştan çıkarmasını hikaye eden filmden sonra şöhretini ikiye katladı. Oscar ödülüne aday gösterildi. The Graduate En İyi Yönetmen dahil ödüller kazandı. Paul Simon’ın yazdığı tema müziği “Mrs. Robinson” müzik yarışmalarında ödüllere layık görüldü. The Graduate’ta erkeklerin seks dürtülerini kamçılayan Anne Bancroft sonraki yıllarda “yaşlı kadın, genç erkek” ilişkisinin simgesi oldu.
Sinema aleminde çıplaklığın porno sınırlarını sürekli aşındırdığı günümüzde Dustin Hoffman ile Anne Bancroft’un The Graduate’taki karartılmış sevişme sahneleri, ılımlı seks birlikteliği masum kalıyor. Dustin’in Anne ile zoraki sevişmesinden ziyade gerçekte kendisinden altı yaş büyük aktrisin yatakta bir bacağı havada siyah jartiyerli çorabını çekişini gösteren pozu 1967 de vizyona giren filmin en çarpıcı sahnesini oluşturuyordu.
Bu noktada diğer önemli bir husus genç erkeklere düşkün sosyete kadınlarına yakıştırılan ‘cougar’ (panter) sözcüğünün yayılması idi. Bu lakabı, “Sex and the City” dizisinin ünlü oyuncusu Kim Cattrall’in yaydığı söyleniyor. Ama gençlerle sekse meraklı kadınlara niye ‘panter’ lakabı takıldığını bilene rastlamadım. Bancroft’un Dustin’le sevişmeye geldiğinde giydiği panter derisini andıran benekli etek ve ceketinin alıntıya sebep olması bir ihtimal.
1980’lerde sosyete ‘cougar’ları müzik, eğlence, spor ve moda aleminde de boy göstermeye başladı. 40 ve üstündeki yaşlarda kadınların oğullarının yaşıtlarını, kızlarının erkek arkadaşlarını ayartmaları toplumda dedikodu malzemesi yaratma dışında fazlaca tepkiyle karşılanmadı. Şarkıcı Barbara Streisand tenisçi Andre Agassi’yle, Vogue’un patronu Anne Wintour da bir diğer şampiyon tenisçi Roger Federer’le romantik olduğu vurgulanan ilişkilere girdi. Aktris Joan Collins, Cher, Cameron Diaz aralarında 10 yaştan fazla fark olan erkeklerle kısa-uzun süreli birlikteliklerini sürdürdü.