Kimi kitaplar, adlar bugüne göndermesiyle de yaşarlar. Kimi adlar da tozlu raflarda unutulmaya terkedilirler.
Bir denemecinin, eleştirmenin görevi hatırlatmaktır.
Üstelik bazı adlar, bazı kitaplar sizde iz bırakmışsa onu tekrar tekrar okur, yazarsınız.
Türk edebiyatının büyük hocalarından Hikmet İlaydın’ı bana Mustafa Şerif Onaran tanıttı. Bir akşam yemeğinde onu dinlerken, edebiyat tarihinin özetini yaşadım sanki.
Sık sık baktığım bir kitabı yeniden okumaya başladım.
‘Türk Edebiyatında Nazım’
İkinci Basılış
(Yeniden gözden geçirilmiş ve bazı ilaveler yapılmıştır.)
Hele o kişiyi az da olsa tanımışsam kaygılarım daha da artar.
Zeki Müren’in hayatını konu alan bir filmin çekimine başlanacağı haberini okuyunca onunla konuşmalarım, buluşmalarım aklıma geldi.
Yakınlaşmamız Hürriyet’in toplantıları, Yusuf Nalkesen ve Bogaziçi Köprüsü (15 Temmuz Köprüsü) şiir yarışması pekiştirdi.
Antalya’da Derya Motel’de kalıyordum, önceki tanışmaların izinde beni beş çayına davet ederdi. Gün batımında ben de sıkıldığım için günün bu saatleri üzerine çeşitlemeler yapardık.
Birdenbire, ‘Bir dost bulamadım gün akşam oldu’yu bir feryat gibi söylerdi. Aşk üzerine çok konuştuk.
Çok sevdiğim, çok dinlediğim Yusuf Nalkesen geldiğinde Zeki Müren’i dinlemeye birlikte giderdik. Bestelerin nasıl okunması gerektiği konusunda söyledikleri, bir solistin besteciyi anlayarak nasıl yorumladığının örnekleriydi.
Caddebostan Gazinosu’nda ön sırada otururken bizim adlarımızı anons ederek konserine başlardı.
Hürriyet Gazetesi Boğaziçi Köprüsü ilk açıldığında bir güfte yarışması açmıştı. Seçilen güfte bestelenecekti, ne yazık ki o gerçekleşmedi.
“Kitap pahalı diyorsun ama fiyatı pahalı olan ciltli kitaplar daha çok satıyor.”
İlk elde şaşırtıcı geldi bu bana.
Ciltli kitaplar görsel olarak daha etkileyici kuşkusuz. Bazıları da yazarın bütün eserlerini bir arada sunarak külliyat anlayışıyla yayımlanıyor.
Demek ki kitap alıcıları içi kadar dışına da önem veriyor.
Yayıncılığa başladığım dönemlerde romanlar şömizli satılırdı, kitabın dışına ofset baskılı kılıfı koyardık.
Kitap dünyasında Batı’da gördüğüm bir anlayıştan söz etmeliyim. Türkiye’de de uygulanması için girişimler yapıldı ama tutmadı.
Romanlar ilk önce ciltli ve iyi kâğıda basılmış olarak yayımlanırdı. Bir süre sonra da ikinci üçüncü hamura basılır, ciltsiz olarak satılırdı. Böylece okur parasına göre tercihini yapardı.
Gerçekten de o kitapların bir süre sonra cildi dağılır, kâğıdı sararırdı.
Habere hem sevindim hem de evin onarımdan sonrası için bazı önerilerde bulunmak ihtiyacını hissettim.
Çünkü evin içindeki eşya yağmalanmış. Ölümden sonra mirasçıların davranışlarının birkaç kez tanığı oldum, aile bireyleri hemen eve koşup paraya dönüştürülecek resim, kitap ne varsa satmaya kalkıyor.
Yıllar önce birkaç kez eve gitmiştim, Hüseyin Rahmi’nin müze evine. Türkçe bilmeyen bir bekçi koymuşlardı. Evdeki eşyayı bile anlatamıyordu.
Sanırım şimdi replikalarını koyacaklar.
Ama ben yaza veda ederken bir hüzün yaşamıyorum. Nedense küçüklüğümden beri bende yaz alerjisi var. Belki de benim gibi düzene bağımlı kişiler hayatlarındaki küçük bir değişikliği bile içlerine sindiremiyorlar. Ailem yazlığa giderken ben de çantamı alır kütüphanenin yolunu tutardım.
Bütün hayatım değişti sanırdım yazlık yerlerde. Kitaplarım yok, plaklarım yok, kalemlerim yok. Göçmenlik duygusu beni rahatsız ediyor. Ne tuhaftır, böyle günlerde göçe dair okuduğum bütün kitaplar sayfa sayfa aklımdan geçiyor.
Sonbahar geldiğinde yıllardan beri iki büyük şairin dizeleri belleğime düşer.
Biri iyi Türk şairi Ülkü Tamer’indir:
“Yazın bittiği her yerde söylenir.”
Diğeri de iyi Fransız şairi Arthur Rimbaud’ya ait:
“Birdenbire sonbahar.”
Annemin hatırı için yazlığa gider iki gece üç gün sonra şehrin dağdağasına koşardım.
Atatürk Cumhuriyeti’nin müzik alanında yaptıklarını bugün tanıtacağım kitaptan okursanız müzik tarihimizin önemli bir aşamasını öğrenmiş olursunuz.
Kitabın adı: ‘Türkiye’nin Milli Opera Kurumu ‘Devlet Operası’nın Kuruluş Öyküsü ve Edebiyatçıların Değerlendirmeleri (1936 - 1941)’
İlk sayfada kitabın yazarı Murat Katoğlu’nun biyografisi yer alıyor.
İlk ‘Sunum’ yazısından: “Devlet Opera ve Balesi tam bir Cumhuriyet kurumudur. İcracı sanatçıları, yorumcuları, solistleri ve kompozitörlerinin eğitimi/öğretimi, dünya opera repertuvarının sahnelenmesi ve yerli opera eserlerinin yaratılıp oynanmasıyla, yani bu sanatın bütün unsurlarıyla Türkiye’nin sanat hayatında Cumhuriyet rejiminin bilinçli örgütlenmesiyle yer almıştır. Elinizdeki kitap, bu kurumu oluşturan düşünsel yön duygusunu ve bunun sonucu olan heyecan verici doğum dönemini (1936 - 1941) hikâye etmektedir.”
Çeşitli konularda, edebiyattan resme, siyasal tarihe, sanatın diğer alanlarına kadar yapılan çalışmalar içinde müziğin adı geçmiyor.
Birçok kimse marş yapıyor, ben onları değerlendiremem, müzikçilere bırakıyorum. Ben hâlâ ‘Onuncu Yıl Marşı’nı dinliyorum, sözlerini iki iyi şair Faruk Nafiz Çamlıbel ve Behçet Kemal yazmış, Cemal Reşit Rey bestelemişti. Böyle bir kadro oluşturulabilir mi, yorum yapamıyorum.
Kültür ve Turizm Bakanlığı, yeni bir marş için yarışma açabilir mi? Böyle bir düşüncesi var mı?
Onun dışında birçok genç bestecimiz var, onlara eser ısmarlanmasını öneriyorum. İlle de marş formunda değil, konu serbestliği tanınmalı.
Evin İlyasoğlu’nun müzik tarihi kitabında genç besteciler listesine bir göz atsanız, böyle bir yarışmayı gerekli görürsünüz.
Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’in çok sesli müzik için yaptıklarını düşündüğümüzde bunun zorunlu bir girişim olduğu kanısındayım.
Yalnız Batı müziği için değil bu önerim, Türkiye’deki bütün müzik çeşitleri için geçerli.
Cumhuriyet’te kurulan konservatuvarların halk müziği açısından önemini tartışamayacağımız derleme çalışmalarının müziğe katkılarını unutmayın.
‘İsmail Sâib Sencer
Sûfiler Arasında
Bir Âlim, Ulemâ
Arasında Bir Sûfî’
Kitap kimlere ithaf edilmiş:
(İsmail Sâib Sencer Muhiblerinden Ömer Arısoy ve Ramazan Minder’e)