AK Parti hükümetinin Adalet Bakanı Cemil Çiçek TBMM kürsüsünde konuşuyordu:
“Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir dönüm noktası olan bu değişiklikler inşallah demokrasimizi daha kurumsallaştıracak, daha kalıcı kılacak, hak ve özgürlüklerimiz bu değişikliklerle daha ileri bir noktaya gelecek.”
Anayasa Komisyonu Başkanı Prof. Burhan Kuzu ise aynı kürsüden “Paket küçük görünüyor ama içerisinde gerçekten önemli hususlar var” diyordu.
Çiçek’in “dönüm noktası”, Kuzu’nun “Küçük ama önemli” dediği şey, 1982 Anayasası’nı 9. kez değiştiren bir paketti.
DGM’leri ve ölüm cezasını kaldıran o paket, aynı zamanda Avrupa Birliği (AB) ile tam üyelik müzakereleri kapısını aralayan anahtardı.
Paketin 7. maddesiyle, 1982 Anayasası’nın 90. maddesinin son fıkrasına şu ifade eklenmişti:
“... Temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır.”
Yani Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası anlaşmaları, Türkiye’deki iç hukukunun üzerinde bir noktaya taşıyordu. Örneğin AİHM içtihatlarını, Türkiye yargısının da içtihatları haline getiriyordu.
Ne yapayım ki insansız hava araçlarıyla alınan görüntülerin, uyduların, dijital korsanlıkların, koordinatların, hızlı araçların ve her türlü silahı ustalıkla kullanan süper yetenekli ajanların bulunduğu filmlerin cazibesine kapılıyorum.
Bu durumdan memnun muyum? Değilim!
Sinemanın bilet gişesinde, aksiyon filmini tercih ettiğimi söylediğimde, üstüme yönelen bakışları görseniz, acırsınız bana.
O kadar ki, geçenlerde, eşime aksiyon tercihim için akılcı bir gerekçe göstermeye çalışırken, ünlü aktör Matt Damon’ın oynadığı Bourne serisini hatırlattım ve “Adamla aynı yaştayım ve atletik hallerini gördükçe spor ve diyet yapmaya karar veriyor, motive oluyorum” deyiverdim.
İnandı mı?
“Filmlerdeki gibi kolay olmuyor o işler” demesinden anladım ki inanmadı.
Haklıydı!
Zaten, gerçek hayattaki operasyonlar ya da terörle mücadele de o filmlerdeki gibi olmuyordu.
Erdoğan ve ekibi, Brüksel’de “reform”, “demokratikleşme” ve “atılım” diyordu, “her türlü vesayetin, yolsuzluğun, yasakların kalkmasını” vaat ediyordu.
Avrupalı liderlerin, her türlü baskıya ve mağduriyete rağmen parlamentoda önemli bir çoğunluk yakalamış Erdoğan ile ekibinin Türkiye’yi daha demokratik hale getireceğine olan güveni tamdı. Hem 1997-2002 arasındaki Türkiye-AB ilişkilerini, hem Erdoğan’ın Avrupa ülkelerine yaptığı o hayati geziyi izleyen bir diplomasi muhabiri olarak, ben de Brüksel’de ilk defa böyle pozitif bir atmosfere şahitlik ediyordum.
ABD yönetimi de işe dört elle sarılmış, Türkiye’nin AB üyelik süreci için Brüksel’de yoğun bir lobi faaliyeti sürdürüyordu.
O dönemde Erdoğan’ın yakın çevresinde askerlik vazifesi sırasında tanıdığım ve entelektüel kapasitesi ile demokratlığını takdir ettiğim şimdiki AB Bakanı Ömer Çelik gibi isimlerin olması da AB’yle diyaloğun daha da artacağı umudunu pekiştiriyordu.
AK Parti hükümeti, o seyahat sonrasındaki bir yıl içinde Kopenhag siyasi kriterlerinin ve Maastricht ekonomik kriterlerinin karşılanması, Kıbrıs sorununun çözümü gibi konularda da Avrupa’yı şaşırtan adımlar attı.
Kıbrıs’la ilgili yapıcı tutum dışında, hiçbir olumlu adım karşılıksız kalmadı ve 2004’teki AB zirvesinde Türkiye ile müzakerelere başlanması kararı alındı. 2005 yılında da Türkiye ile tam üyelik müzakereleri resmen başladı.
Aradan yaklaşık 15 yıl geçti. Erdoğan yine Brüksel’de. Bu kez hem “Cumhurbaşkanı”, hem “AK Parti Genel Başkanı” şapkaları var. Artık çok daha güçlü.
Ancak bu kez seyahat,
Büyük ihtimalle siz de okumuşsunuzdur ama görmeyenler için hatırlatayım:
Adıyamanlı Meryem D., 2013’te İstanbul’da özel bir hastanede doğum yapmış. Trabzonlu Selma K. da aynı gün aynı hastanede bir bebek dünyaya getirmiş.
Aradan 3 yıl geçmiş. Bebekler büyümüş.
Bebek E.’nin kendisine hiç benzemediği düşüncesi, Trabzonlu baba Yusuf K.’nın içini kemirmeye başlamış. Kuşkusu dayanılmaz hale gelince eşi Selma K.’dan ayrılmaya karar vermiş.
Acı gerçek, DNA testinde ortaya çıkmış. Çocuk ikisine de ait değilmiş.
Trabzonlu çift hastaneye başvurunca gerçek ortaya çıkmış: Doğumdan sonra Meryem D.’nin bebeği Semra K.’ya, Semra K.’nın bebeği de Meryem D.’ye verilmiş. Konu mahkemeye yansımış ve çocukların, yaşamlarının geri kalanını biyolojik anne-babalarıyla sürdürmesine karar verilmiş. Trabzonlu baba, dört gün önce Adıyaman’a gidip E.’yi bırakmış, C.’yi alıp eve dönmüş.
Tahmin edeceğiniz gibi, iki aile de çocuklar da perişan olmuş.
Küçük
Türkiye Cumhuriyeti’nin tohumlarının atıldığı 19 Mayıs 1919’un yıldönümü, heyecansız resmi törenlerle geçiştiriliyordu. Başka kutlamalar, valilikler tarafından yasaklanmıştı. Anıtkabir ise dolup taşıyordu.
Sözcü gazetesi sahibi Burak Akbay’a ve üç gazete çalışanına yönelik gözaltı kararı, gündeme bomba gibi düşmüştü. Basın özgürlüğü karnemize kırık bir not daha eklenmek üzereydi.
KHK ile işlerinden oldukları için açlık grevi yapan eylemcilere destek için Ankara Yüksel Caddesi’nde toplananlara üç saatte iki kez polis müdahalesi olmuştu.
ABD’den Cumhuriyetçi senatör John McCain ile Demokrat senatör Dianne Feinstein Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a mektup yazıp, Washington’da Türk Büyükelçiliği’nin önünde korumaların da karıştığı olaya tepki göstermişti. Mektupta, yaşanan olayın ABD yasaları ile düşünce özgürlüğü kapsamında kabul edilemez olduğu belirtiliyordu ve “Ne yazık ki bu olaylar, hükümetin basın, etnik azınlık gruplar ve muhaliflere nasıl davrandığını yansıtıyor” ifadesi geçiyordu.
Gördüğüm tabloyu tek cümleyle özetleyebilirim:
Ziyaret sırasında Türkiye’nin ABD’ye ilettiği talepler, bu konuda alınan sonuç, dışarıda, özellikle de ABD’de gündem dahi olmamış.
Trump’ın icraatları ve adamlarıyla ilgili tartışma, ABD’de olduğu gibi bütün dünyada diğer gündem maddelerini ezip geçmiş.
Saraybosna Şehitliği’nde Bilge Adam Aliya İzzetbegoviç’in anıtmezarına doğru ilerlerken gözüm hep mezar taşlarındaki ölüm tarihlerine takılıyordu: 1992, 1993, 1994, 1995...
Bosna savaşının son yılları, gazetecilik mesleğindeki ilk yıllarıma denk gelmişti.
Sırp kasabının acımasız katliamlarını, Avrupa’nın vurdumduymazlığını, Boşnakların, özellikle de kadınların katillere inat sergilediği yaşama sevincini, o trajik pazar yeri katliamını dün gibi hatırlıyorum.
Başçarşı’da yürürken, Sırp keskin nişancıların sivilleri birer birer avladığı ‘Keskin Nişancı Geçidi’nden (Selimoviç Caddesi’nden) geçerken, binalarda kalan ve bilinçli bir şekilde onarılmayan kurşun izlerine bakarken, 1. Dünya Savaşı’nın başlamasına neden olan suikastın gerçekleştiği Cumurija Köprüsü’nde durup, gözlerimi karşı tepelere dikip uzaklara dalarken hep aynı duyguyu yaşarım...
Hüzünlenirim...
Bazen yıllarca rüyalarımdan çıkmayan pazar yerinde ölen kadınları hatırlarım, gözlerim dolar.
Bazen, bir Boşnak ailenin misafirperverliğini ve bizimle paylaştığı bayat ekmeğin kokusunu anımsar gülümserim.
Savaşın dehşetini, barışın kıymetini ilk Saraybosna’da öğrendim ben.
Haklarımız var ve bu haklar çok olağanüstü durumlarda, sadece millet olarak yetki verdiğimiz kurumların kararlarıyla kısıtlanabilir.
Bana göre en önemlisi “yaşam hakkı”dır. Bir suç işlemedikçe, başkalarının haklarını ihlal etmedikçe, yaşamaktan sonraki en büyük hakkımız “özgürlük”tür.
Devlet aygıtının en kritik görevlerinden biri, vatandaşının güvenliğini sağlamaktır. “Güvenlik” de bir haktır.
Düşünmek, insanın doğasında vardır. “Düşünce özgürlüğü” de bu yüzden yaşamsal bir haktır. Ancak bu hakkın vazgeçilmezi de düşüncenizi “ifade özgürlüğü”dür.