Paylaş
Türkiye Cumhuriyeti’nin tohumlarının atıldığı 19 Mayıs 1919’un yıldönümü, heyecansız resmi törenlerle geçiştiriliyordu. Başka kutlamalar, valilikler tarafından yasaklanmıştı. Anıtkabir ise dolup taşıyordu.
Sözcü gazetesi sahibi Burak Akbay’a ve üç gazete çalışanına yönelik gözaltı kararı, gündeme bomba gibi düşmüştü. Basın özgürlüğü karnemize kırık bir not daha eklenmek üzereydi.
KHK ile işlerinden oldukları için açlık grevi yapan eylemcilere destek için Ankara Yüksel Caddesi’nde toplananlara üç saatte iki kez polis müdahalesi olmuştu.
ABD’den Cumhuriyetçi senatör John McCain ile Demokrat senatör Dianne Feinstein Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a mektup yazıp, Washington’da Türk Büyükelçiliği’nin önünde korumaların da karıştığı olaya tepki göstermişti. Mektupta, yaşanan olayın ABD yasaları ile düşünce özgürlüğü kapsamında kabul edilemez olduğu belirtiliyordu ve “Ne yazık ki bu olaylar, hükümetin basın, etnik azınlık gruplar ve muhaliflere nasıl davrandığını yansıtıyor” ifadesi geçiyordu.
Alman Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel, Türkiye’nin kendilerine “Almanya’ya iltica başvurusu yapan 450 kişi iade edilene dek Alman vekiller İncirlik Üssü’ne gidemez” mesajı gönderdiğini, dünyaya ilan ediyordu. Gabriel’in, “Bu bir NATO müttefikinin, diğer NATO müttefikine şantaj yaptığı bir durumdur. Kesinlikle mümkün değil” sözleri, krizi daha da derinleştirebilirdi.
Adalet Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Basri Bağcı, TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu’nun cezaevleri inceleme raporuna yanıt olarak TBMM’ye gönderdiği bir yazıda “Kalabalık en büyük belamız, eleştiriler haklı. Hafta sonu 2 bin kişi cezaevine geliyor. 2 bin kişiyi bir anda bir otel zincirine bile yerleştirseniz orada bile ciddi sorun yaşarsınız” diyordu. Böylece tutukluluğun ‘istisna’ olduğu hukuk sistemimizde bir haftada cezaevlerine konulan insan sayısının 2 bin olduğunu öğrenmiş olduk.
RTÜK’ün AK Parti kontenjanından gelen üç üyesi, bir TV kanalında İsmet İnönü ile eşine yönelik hakaret dolu cümleleri, ‘düşünce özgürlüğü’ kapsamına sokuyordu. MHP’li bir üye de TV kanalına yaptırım uygulanmaması için o üç üyeye çekingen bir destek veriyordu.
Daha bitmedi ama bu kadarını yazarken bile içim daraldı!
Hepsini bir kenara bırakıp hayatımda ilk kez ziyaret ettiğim Gökçeada’yı (İmroz) yazmaya karar verdim.
Davet sahibi, iki yıl önce açılan Rum Ortaokulu’nda öğrencilere teknoloji sınıfı ile sosyal alanlar yapımına destek olan Türkcell’di.
Adalar beni hep ürkütür. Denizin ortasında, anakaradan uzak ve kısıtlı imkânlarla yaşamak, hüzünlü, yalnız ve melankolik bir hayatı çağrıştırır bana.
Ada denildiğinde aklıma hep ‘son vapur’ gelir, o vapuru kaçırıp adada mahsur kalmaktan korkarım hep. O gün hava durumu da sanki içimdeki bu önyargıyı derinleştirmek istiyormuş gibiydi.
Oysa Gökçeada Kaymakamı Muhittin Gürel’in gözleri gülüyordu. Çünkü, uzun zamandır bekledikleri yağmur yağıyordu. Suyun ada insanı için önemini o an daha iyi anladım.
Limandan adanın en yüksek köyü olan Tepeköy’e, namı diğer Agridia’ya giderken, otobüsün camından kıvrılan yolları, ada insanlarını, dağkeçilerini, volkanik tepeleri, eski Rum evlerini izledim. İnanmazsınız, kendimi bir Nuri Bilge Ceylan filminin başkarakteri gibi hissettim.
Okulla ilgili filmde, okulun hemen karşısındaki lokantayı işleten Barba Yorgo “Bu sokakta artık koyunlar, keçiler değil, çocuklar koşuşturacak, bu muhteşem bir şey” diyordu.
Rum sakinleri, köye dönmeye başlamış ve okulun öğrenci sayısı 33’e çıkmış. Konuşmaların ardından okul korosundan “Kardeşim duymaz eloğlu duyar” ve “Üsküdar’a gider iken” şarkılarını Rumca ve Türkçe dinledik. Hem Barba Yorgo’nun sözleri, hem koro ve atmosfer yüreğime dokundu, gözlerim doldu.
Dibek kahvesi içmek için uğradığımız Zeytinköy’de dikkat ettim, Patrik Bartholomeos da çocuklar gibi şendi. Öğrendim ki oturduğumuz kahve babasına aitmiş ve kendisi orada büyümüş.
Sekiz saat Gökçeada’yı yaşamaya yetmezdi zaten. Ancak farklılıklarımızla birlikte yaşamın ne kadar güzel olduğunu görmek muhteşemdi.
En kısa zamanda görüşmek üzere Gökçeada!..
Paylaş