Alandaki bariyerler engel olmasa büyük bir felakete neden olacak bu saldırı, 9 öğrencinin yaralanmasıyla sonuçlandı. Saldırgan, ifadesinde saldırıyı dünya genelindeki Müslüman ölümlerini protesto için gerçekleştirdiğini, ABD hükümetini cezalandırdığını söyledi.
Bu saldırı, dünya terörle mücadele tarihine geçen ilk VRA’lardan biri oldu.
VRA, “vehicle ramming attack” sözcüklerinin kısaltılması. Türk güvenlik güçlerinin kullandığı Türkçe bir karşılığı var mı bilmiyorum ama “ramming” sözcüğü, bir koçun koşarak bir yere bindirmesi ya da şahmerdan ile bir kapının kırılması gibi eylemlerin İngilizce karşılığı.
2 YILDA 10 SALDIRI
2000’li yılların ikinci yarısında İsrail’de sıkça görülen yöntem, son dönemde ABD’de, Kanada’da ve Avrupa’da yayılmaya başladı. En önemlilerini derlemeye çalıştım:
- 21 Aralık 2014 günü Fransa’nın Dijon şehrinde bir terörist, aracını yarım saat boyunca şehrin 5 ayrı yerinde yayaların üzerine sürdü. 11 yaya hedef olurken ikisi ağır yaralandı.
- 22 Aralık 2014’te Fransa’da Nantes’de bir sürücü aracını yılbaşı pazarında alışveriş yapan yayaların üzerine sürdü. 10 kişi yaralandı, bir kişi öldü.
- 14 Temmuz 2016 gecesi, Fransa milli gününü kutlarken bir TIR Nice’de havai fişek gösterilerini izleyen kalabalığın ortasına daldı. 86 kişi öldü, 458 kişi yaralandı.
Depremleri önlemek mümkün değil. Büyük bir depremin ne zaman, nerede ve ne kadar büyük olacağını kesin olarak bilmek de imkânsız.
RAKAMLAR KORKUNÇ
Ancak, Türkiye’de halkın üçte ikisinin deprem kuşağında yaşadığını, son 100 yılda yaşanan 6’dan büyük şiddette 56 depremde 100 bin kişinin öldüğünü biliyoruz. Nerede, ne büyüklükte bir deprem olursa nasıl bir sonuç doğacağını da biliyoruz. Örneğin, devletimiz, İstanbul’da 7 büyüklüğünde bir deprem yaşanırsa, kaç kişinin hayati riskle karşılaşacağını resmi olarak hesaplamış, rakama dökmüş. O ürkütücü rakamı buraya yazmaya bile cesaret edemedim. Devletimiz, bununla da yetinmemiş. Türkiye’de depreme dayanıksız konut sayısının 7 milyon olduğunu, deprem riskine karşı dönüştürülmesi gereken konut sayısının 14 milyonu bulacağını, bu dönüşüm için de 500 milyar lira gerekeceğini hesaplamış.
AKDAĞ’IN ÜÇ YILLIK PLANI
Deprem koordinasyonundan artık Başbakan Yardımcısı Recep Akdağ sorumlu. Kendisi ile önceki gece telefonla görüştük. Saat oldukça geçti ama hâlâ çalışıyordu.
Türkiye’nin sağlık sistemindeki büyük dönüşümü gerçekleştirmiş bir ismin, benzer bir sınavı deprem konusunda da vereceği konusunda iyimserim.
Söze ilginç bir ayrıntı vererek başladı. İlk defa duyuyordum.
Türkiye’de bugüne dek gerçekleşen doğal afetlerde (sel, deprem, toprak kayması gibi) ölenlerin yüzde 97’si depremlerde ölmüş. Yani,
Sanırım, kamuoyu araştırmaları yapan uzmanlar bu kitle için “asabı bozuk seçmen” tanımını uygun görüyor.
Kulat, bu kitle ile ilgili bir araştırma yapıyor mu bilmiyorum ama başka araştırmacılar gibi kendisi de kamuoyunun siyasi nabzını tutmaya devam ediyor. Geçenlerde İnternethaber.com’da AK Parti’nin oyunun değişmediğini, 1 Kasım 2015’le aynı olduğunu (yüzde 49,5) gösteren bir haber yayınlandı. Oysa Kulat, AK Parti’de referandum sürecinde başlayan oy kaybının sürdüğünde ısrarcı ve rakamın yüzde 14-15 civarında olduğunu iddia ediyor.
Peki bu kesim, AK Parti dışında bir yere gidiyor mu?
Kulat’a göre gitmiyor, “kararsız” kategorisinde kalmaya devam ediyor. Ya AK Parti’nin “fabrika ayarlarına” dönmesini bekliyor ya da o ayarda bir siyasi parti arıyor.
GÜL’ÜN MESAJINDAKİ O İKİ SÖZCÜK
“Fabrika ayarları” demişken, AK Parti’nin 16. Kuruluş Yıldönümü törenlerine katılmayan 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün gönderdiği mesajı es geçemeyiz. Ne diyordu Gül:
“AK Parti, kuruluş dönemindeki değer ve politikaları kendine yeniden rehber edinip, evrensel demokrasi kriterleri ile kendi değerlerini mezcederek yoluna devam etmelidir. Partimizin aziz milletimize daha çok hizmetlerde bulunacağına inanıyor, bu vesileyle hepinizi sevgi ve muhabbetle selamlıyorum."
Mesajı, temenni içeren, rutin bir mesaj olmaktan çıkaran iki sözcük var.
Çünkü çok uzaktan, Avustralya’dandı. .
Sydney’de 5 Ağustos Cumartesi’ne girilmişti. Bizdeyse henüz 4 Ağustos Cuma bitmemişti. Avustralya polisi iki kişiye IŞİD üyesi oldukları iddiasıyla operasyon yapmıştı. 49 yaşındaki Halid Hayat ile 32 yaşındaki kardeşi Mahmud Hayat, iki ayrı saldırı hazırlığındayken yakalanmıştı.
“BOMBA TÜRKİYE’DEN KARGOYLA GELDİ”
Avustralya Federal Emniyet Müdür Yardımcısı Michael Phelan, düzenlediği basın toplantısında, bu iki kişinin Türkiye'de bulunan bir IŞİD liderinin gönderdiği patlayıcılarla Birleşik Arap Emirlikleri'nin ulusal havayolu şirketi Etihad'a ait bir yolcu uçağına saldırı düzenlemeyi planlamakla suçlandıklarını açıkladı.
Phelan’ın verdiği bilgi, patlayıcının Türkiye’den kargo uçağı ile gönderildiği yönündeydi.
KENDİ KARDEŞLERİNİ DE HAVAYA UÇURACAKLARDI
Federal polise göre, bir et kıyma makinasının içine saklanan bomba, gizlice bir başka Hayat kardeşin bavuluna yerleştirildi. Mahmud ve Halid’in üçüncü kardeşi olan bu kişi, 15 Temmuz günü Etihad Havayolları'nın Sydney'den Abu Dhabi'ye yapacağı tarifeli sefer için check in yapıyordu. İnsana ‘kadere bak’ dedirten bir gelişme yaşandı. Bavulları hava yolu şirketinin ağırlık sınırını aşan, olup bitenden habersiz üçüncü kardeş, kıyma makinası olan bavulu kabine almak istedi. Böylece, söz konusu bavul, daha sıkı bir güvenlik taraması yapılan yolcu girişinden geçmek zorunda kaldı ve bomba tespit edildi. Sorgunun ardından, olayı aydınlatan Avustralya polisi 29 temmuzda yaptığı operasyonda IŞİD üyesi Halid ve Mahmud Hayat kardeşleri yakaladı.
PARÇALAR TÜRKİYE’DEN, SYDNEY’DE BİRLEŞTİRİLMİŞ
İlki, çok stratejiktir:
Devletin, ülkedeki terör karşıtı hassasiyeti ve artan milliyetçi duyguları arkasına alarak her türlü eleştiriyi, gösteriyi, protestoyu “teröre destek” olarak görmesini ister. Devleti yönetenler, detaylarla ilgilenmemeye başlar. Yanlışlara dair en ufak eleştiriyi, mağduriyetlere yönelik itirazları, “terör ağzı” diye genellemeye başlarlar.
Böylece, Devletin “terör cephesi” etiketini yapıştırdığı cephe genişler. Cephe genişledikçe terör örgütleri ellerini ovuşturur. Mağduriyetler üzerinden, ulusal ve uluslararası propaganda imkÂnlarını artırırlar.
İkincisi, daha etkilidir:
Terör örgütleri, Devlet adına terörle mücadele eden güvenlik güçlerinin ruh halini hedef alır. Kör şiddetleri arttıkça, dağda-taşta, gece-gündüz, ailesinden uzak mücadele veren güvenlik mensuplarının, bazen kaybettikleri bir arkadaşlarının acısıyla, bazen çalışma koşullarının dayattığı stresle, hukuk devleti sınırları dışına çıkıp işkence, kötü muamele gibi hatalar yapmasını beklerler. Çünkü uluslararası platformlarda, yaşama hakkı başta, temel hak ihlallerinden daha büyük bir propaganda malzemesi bulamayacaklarını iyi bilirler.
Türkiye, geçmişte bu tuzağa çok düştü. 90’ların başında dünya, PKK’nın kanlı katliamlarından çok, güvenlik mekanizmalarındaki hukuk dışı yapılanmaların başvurduğu uygulamaları, işkenceleri, dışkı yedirmeleri konuştu.
“Dünyanın bahaneye ihtiyacı yok, zaten terör örgütlerinin yanındalar” diyebilirsiniz. Haklı olabilirsiniz. Devletler, o devletleri yöneten siyasetçiler başka hesaplarla hareket edebilir. Ancak, hak ihlalleriyle ilgili propagandanın doğurduğu daha tehlikeli sonuç, o ülkelerin halklarını ve Türkiye’ye duydukları sevgiyi kaybetmek olabilir.
Gelin son bir ayda yaşanan birkaç olaya bakalım:
Nasıl mı oldu?
Merkezi İdlib kenti olan bölgeyi kontrol eden Esad muhalifi başka bir grup olan Ahrar al-Sham, HTS ile ateşkes imzaladı ve milisleri o ünlü arazi araçlarının arkasına doluşarak, İdlib’in güneyine doğru yola koyuldu.
Niye mi oldu?
Gözlemcilere göre, Ahrar al-Sham, Esad’ın kontrol ettiği bölgeyle sınır olan yerleşim yerlerine güç takviyesi yapmak zorundaydı ve iki cephede birden savaşamadığı için kuzeyi esas düşman Esad’a göre “ehven-i şer” olan HTS’ye bıraktı.
EL KAİDE SINIRIMIZDA
Bu gelişmenin ardından HTS’nin silahlı unsurları sınırımızın karşısında kontrol noktaları oluşturdular. İki gün içinde aralarında sınırın tam karşısındaki Bab al-Hawa’nın da olduğu 30’dan fazla köyde kontrolü ele aldılar.
HTS bir çeşit koalisyon. Ancak omurgasını, başlangıçta adı al-Nusra Cephesi olan ve El Kaide ile bağını ilan eden Fateh al-Sham örgütü oluşturuyor.
Aslında
“25 Eylül Bağımsızlık Referandumu”.
Başkan Mesud Barzani, halkla ilişkiler kampanyası başlatmış. Bir taraftan ziyaretler yapıyor, diğer taraftan sıkça röportajlar vererek “Referandumdan geri adım yok” algısını işliyor.
El Ahram gazetesindeki röportajın Türkçe çevirisi, dün Barzani’ye yakınlığıyla bilinen Rudaw’da yayınlandı. Bazı sorular ve cevapların önemli bölümleri şöyle:
- Soru: “Ankara’ya mesajınız nedir?”
Cevap: “Kürdistan, sırtınızı verebileceğiniz güvenli ve müreffeh bir yerdir.”
- Soru: “Referandum ile ilgili Türkiye’nin tavrı nedir?”
Cevap: “Medyada yer alan açıklamalar çelişkili. Ama genel olarak Kürdistan halkının haklarına karşı değiller.(...)”
-
Erdoğan, son bir ay içinde, parti yönetim organlarıyla sıkça bir araya gelerek “metal yorgunluğu” diye genellediği temel aksaklıkları not ediyordu. Karadeniz’de ziyaret ettiği illerde ise, hem yönetim toplantılarında duyduğu, hem değişik kaynaklardan kendisine gelen “metal yorgunluğu” göstergelerini yerinde denetleme fırsatı buldu.
GİRESUN DENEYİ
Erdoğan’ın duraklarından biri Giresun’du. Bu kent, belediyesi CHP’de olduğu halde, kabinede bir temsilcisi olan bir kent. Giresunlu Nurettin Canikli, AK Parti içinde hep ön planda olmuş, Grup Başkanvekilliği, Başbakan Yardımcılığı gibi görevlerden sonra şimdi de Milli Savunma Bakanı olmuştu.
Böyle bir kentte, Erdoğan’ın ülkenin Cumhurbaşkanı ve AK Parti’nin genel başkanı sıfatıyla konuştuğu bir toplantıya, AK Parti saflarında görev almış herkesin katılması beklenmez mi?
Ama öyle olmadı.
Örneğin AK Parti İl Danışma Toplantısının yapıldığı salonda, Giresun Belediye Meclisinden sadece dört kişi vardı. Oysa Giresun Belediye Meclisi’nde 17 CHP’li, 12 AK Partili, iki de MHP’li üye bulunuyordu. Yani AK Partili Meclis üyelerinden sekizi gelmemişti.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, ismi anons edip, ayağa kalkanları görme yöntemiyle Giresun’un Merkez ve ilçe teşkilatlarının durumunu yokladı. Şöyle bir sonuç çıktı:
- Giresun Merkez