Deniz Zeyrek

Barzani’nin ‘Reis’ sendromu

16 Eylül 2017
25 Eylül’e 10 günden az zaman kaldı. Mesud Barzani “Bağımsızlık Referandumu” konusunda kararlılık sergileyerek ABD’den ve Bağdat’tan tavizler koparmaya çalışıyor.

Gelişmelere ve açıklamalara bakınca İsrail’in referanduma açık destek verdiği anlaşılıyor. ABD yönetimi, İngiltere ve Avrupa “Bağımsız Kürdistan” fikrine çok karşı çıkmıyor ama zamanlamayı yanlış buluyor. Mossad ile CIA gibi bazı istihbarat örgütleri de Mesud Barzani’ye adeta danışmanlık yapıyor. Barzani, Batı’dan beklediği desteği bulamayınca Moskova’ya sinyal gönderiyor.

YA KAZANACAK, YA TÜKENECEK

Bu gelişmeleri izlerken, Barzani’nin neden bu kadar ısrarcı olduğunu araştırmaya başladım ve bölgede hızla değişen siyasi dengeler nedeniyle sıkıştığını gördüm. Suriye’deki Kürtlerin güçlenmesi, İran’ın ve Türkiye’nin tavır değişikliği, Bağdat’ın baskısı, ekonomik buhran Barzani’yi sürekli zayıflatıyor. O da çıkış için babası Molla Mustafa Barzani’nin “Bağımsız Kürdistan” vasiyetine sarılıyor. Öyle ki ya babasının vasiyetini gerçekleştirip kazanacak ya da Kürtlerin liderliğini kaybedecek.

13 Ocak 1946’da kurulan ve 11 ay yaşayan Mahabad Cumhuriyeti sona erince yüzlerce adamıyla Sovyetler’e kaçan Kürdistan Demokratik Partisi’nin lideri Molla Mustafa 33 yıl Bağımsız Kürdistan için mücadele etmişti.

‘REİS’ ÜZERİNDEN KGB-CIA SAVAŞI

Yakın zamanda açılan Sovyet arşivleri Barzani’nin vasiyetini Sovyetler’deki 13 yılında şekillendirdiği anlaşılıyor.

KGB özel operasyon birimi SMERSH’in başkanlarından (Troçki suikastını yöneten) Sudoplatov’un arşivlerinde Barzani ismi de sıkça geçiyordu. Barzani yüzlerce adamıyla Sovyetler’e sığındığında, kendisiyle ilgilenme görevi Sudoplatov’a verilir. Sudoplatov’a göre, Sovyetler 1952’de Barzani ve adamlarını fırsata çevirmeye karar verir ve Batı’nın Ortadoğu’daki istikrarını bozmak için silahlandırıp, eğitip Irak’a göndermeyi amaçlar. Ancak o yıl herhangi bir anlaşmaya varılmaz. Barzani 1953’te artık Irak’ta görev almaya hazırdır.

KGB ajanı

Yazının Devamını Oku

Etle tırnaksak kanıtı o mezarlardır

15 Eylül 2017
HÜRRİYET’ten, CNN Türk’teki Parametre programından, Instagram hesabımdan takip edenler bilir. Sık sık Kars’tan söz ederim.

Ülkenin en doğusundaki o masum ve yalnız kenti anlatmaya, tanıtmaya çaba gösteririm. Yoksulluk ve yoksunluk kaderi olmasın diye kentin kalkınması için atılan her adıma elimden gelen desteği vermeye çalışırım. Bunu yapan siyasetçilere hangi partiden olduklarına bakmaksızın minnet duygularımı sunarım. “En uzağa” gönderildikleri halde, Kars için canla başla çaba gösteren bürokratları da baş tacı ederim.

Ankara’daki Atatürk Kültür Merkezi alanında dün başlayan “Kars Ardahan ve Iğdır Günleri” etkinliğine bu anlayışla gittim. Ulaştırma Bakanı Ahmet Arslan her zaman olduğu gibi, sivil toplum örgütlerinin kısıtlı olanaklarla gerçekleştirdiği bu etkinlikte de hemşerilerinden desteğini esirgemiyordu.

BİR DİLİM ‘KETE’DEN SONRA

Açılan stantları gezerken, biri Kars’ta “kete” denilen çörekten ikram etti. Çok başarılıydı. Bir hemşerim, “Nasıl, Kars’ta yedikleriniz mi güzel, bu mu?” diye sordu.

Soru bende hiç beklenmedik bir çağrışım yaptı. Nenemin (babaannemin) yaptığı keteleri anımsadım. “Nenemin ketelerini tutmaz ama sizinki de çok iyi” dedim. AKM’de geçirdiğim bir saat içinde, Karslıların sergilediği ürünlerden, büyüdüğüm Kentin lehçesiyle konuşan insanlardan, etraftan gelen Kars ezgilerinden çok etkilendim.

Oradan ayrıldıktan sonra Karşıyaka Mezarlığı’na giderek nenemin mezarını ziyaret ettim. Ölmeden bir hafta önce hastaneye yatırmış ve son nefesini verene dek yanında kalmıştım. Son günlerini yaşadığının farkındaydı. Ben de farkındaydım.

Gazeteciler zor sorular sormaya alışıktır. Çeyrek asırlık gazetecilik hayatımdaki en zor soruyu sormak da bana düşmüştü. Nereye defnedilmek istediğini sormam gerekiyordu. Dedemin mezarı Kars’taydı, biz ise Ankara’da yaşıyorduk. Kıvranmamdan anladı ve ben soramadan o konuştu: 

“Siz harda (nerede) daha çok ziyaretime gelip dua edebilerseniz oraya basırın (defnedin)...”

Yazının Devamını Oku

IŞİD'in dul kadınları ile yüzleşme zamanı

14 Eylül 2017
11 Eylül 2017 günü, bir kadın konuşuyor.

 

Kendisi Musul’un güneyinde yeri gizli tutulan, Irak ordusunun kontrolünde, BM denetiminde bir kampta. Kucağında üç aylık bebeği var. 27 yaşında, Cezayir kökenli bir Fransız. Adının gizli tutulmasını özellikle istiyor. Söylediğine göre, her şey eşinin elindeki biletleri göstererek, “Hadi Türkiye’de bir hafta tatil yapalım” demesiyle başlamış. Ancak Türkiye’ye geldikten sonra durum değişmiş. Suriye’ye oradan da Irak’ın Musul kentine geçip IŞİD’e katılmışlar. Durumu anlayınca kaçmaya karar vermiş. Dört ay sonra Musul’dan Tel Afer’e kaçmayı başarmış. Gözyaşlarına boğularak beş yaşındaki oğlunun, oynadığı sokağa düşen füze nedeniyle öldüğünü anlatıyor. “Bize neden bunu yaptı” diye sitem ettiği eşi de Musul’daki çatışmalarda ölmüş. Tek isteği Fransa’ya geri dönmek.

Rus Televizyonuna, Rusça konuşan  başka bir kadın, “Irak’a istemeden geldim. Eve dönmek istiyorum” diye yakarıyor. Birçok kadının, savaşmak ya da öldürmek için değil, eşleri birlikte yaşamak için Irak’a geldiğini savunuyor ve sözlerini şöyle sürdürüyor:

“Annem benim için geldi ama onu da tuttular. IŞİD kimsenin gitmesine izin vermiyordu. Tıbbi tedaviye ihtiyaç duysak bile. Kim burada yaşamak ister ki?”

O iki kadından bir gün öncesinden, 10 Eylül’den, bir başka görüntü: Bir kadın, Irak askerleri arasında oturuyor. Diğer iki kadın çarşaflı ama bu kadının üzerinde askılı askeri kamuflaj kıyafeti var. Yani kolları ve başı açık. Bir bebek kucakta, üç çocuk etrafta dolanıyor. Irak Televizyonu’nun iddiasına göre Ninova’daki askeri birliğe intihar saldırısı düzenlemek isterken yakalanmıştı. Videonun üzerindeki ses Arapça ama kadının “Menim kişim öleli 3 il olmamış” sözleri duyuluyor. Haberin çevirisinden de kadının Azeri olduğu, üç yıl önce Türk(Azeri de olabilir) eşiyle Irak’a geldiği ve eşinin bir hava saldırısında öldüğü anlaşılıyor. Daha sonra başka bir IŞİD mensubu ile evlenmiş ve Irak ordusu Tel Afer’i de kuşatınca, bu saldırıya zorlanmış.

 

TARTIŞMA KONUSU: ÜLKELERİNE DÖNSÜNLER Mİ DÖNMESİNLER Mİ?

Yazının Devamını Oku

İzmir Marşı Kocaoğlu’nun yalnızlığını giderir mi?

11 Eylül 2017
CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, 8 Eylül akşamı, partinin TBMM’deki danışman kadrosundan Çağlar Kral’ın düğününe katılmıştı. Refah Yol hükümetinin Devlet Bakanlarından Gürcan Dağdaş da kız tarafı olarak düğündeydi.

Nikahı Çankaya Belediye Başkanı Alper Taşdelen kıydı. CHP’den Kılıçdaroğlu’nun yanısıra İstanbul Milletvekilleri Gürsel Tekin, Barış Yarkadaş, İlhan Kesici, CHP Genel Başkan Yardımcısı Lale Karabıyık gibi isimler vardı. Protokol masasında Demokrat Parti Genel Başkanı Gültekin Uysal’ı da gördüm. Kılıçdaroğlu nikah sonrasında düğünden ayrıldı. Biz bir süre daha kalıp ayrıldık. Başka bir yere geçtik ve Parti Meclisi üyesi de olan bir CHP milletvekili ile karşılaştık. Sohbet sırasında söz döndü dolaştı o gün İzmir’in Selçuk ilçesinde yaşananlara geldi.

İKİ RAKİP AYNI KÜRSÜDE

Birçoğunuz ilgili haberleri görmüşsünüzdür ama ben görmeyenler için önce 8 Eylül’de Selçuk’ta yaşananları hatırlatayım:

İzmir Büyükşehir Belediyesi ile TCDD’nin ortak projesi olan İZBAN’ın Selçuk etabı 8 Eylül’de açıldı. Yapılan törene Başbakan Binali Yıldırım da katıldı. Konuşmalar başladı ve 2014 yerel seçimlerinde AK Parti’nin İzmir Büyükşehir Belediye Başkan Adayı Binali Yıldırım’ı önemli bir farkla yenen İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu kürsüye çıktı.

Konuşmasına Başbakan Yıldırım’ı, diğer bakanları, belediye başkanlarını, STK temsilcilerini, vatandaşları selamlayarak başladı. Tam konuya girecekti ki meydandaki vatandaşlar “Recep Tayyip Erdoğan” diye tempo tuttu. Kocaoğlu biraz duraksadı, her halde alandaki sesin sona ermesini bekledi. Slogan bitmeyince "Dinlerseniz sözümü kısa kesip ineceğim” diye  sitem etti. Ardından sesini yükselterek “Bu projenin anası da babası da İzmir Büyükşehir Belediyesi’dir. Ayıptır, ayıptır, bu yaptığınız kırkı geçti. Ben sizlerin oylarıyla, yüzde 56 oy almış belediye başkanınızım. Adam gibi durmaya çağırıyorum" dedi ve kürsüden ayrıldı.

Ben Yıldırım’ın, Kocaoğlu’nu eleştirmeden önce konuşma fırsatı vermeyen partilileri de eleştirmesini beklemiştim. Ancak o doğrudan Kocaoğlu’na yüklenmeyi seçti ve şöyle konuştu: “Başkan niye sinirlendi anladınız mı? Demek ki Recep Tayyip Erdoğan sevgisine hala tahammül edemeyenler var. Aziz Başkan’ın şekeri var. Birden şekeri çıktı vitesler attı. Ama öfke onun olsun, sevgi bizim olsun.”

Kocaoğlu daha sonra Twitter’dan kürsüye çıktığında kendisine hakaret edildiğini yazdı.

İZMİR MARŞI SÖYLEMEKLE OLMUYOR

Yazının Devamını Oku

Avrupa ile kriz nasıl biter?

9 Eylül 2017
ALMANYA, Fransa ve Hollanda gibi Avrupa ülkeleri ile yaşanan ikili krizler, Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) üyelik sürecinde ciddi tahribata neden oluyor. Türkiye-AB ilişkilerinde, 12-13 Aralık 1997’de yapılan Lüksemburg zirvesinden bu yana en kötü dönemi yaşanıyor. AB ülkeleri 13 yıl önce başlayan müzakereleri dondurmayı tartışıyor.

Bazı okuyucularım, “AB ile kriz olduğunu anladık ama kriz nasıl aşılır onu yazın” diye özetleyebileceğim mesajlar gönderdiler. Nasıl aşılacağı konusunda bir reçetem yok. Ancak 22 yıldır kesintisiz takip ettiğim Türkiye-AB ilişkilerinin yol haritasını hatırlatarak geçmişte krizlerin nasıl aşıldığını anlatabilirim.

22 YIL ÖNCE İLİŞKİLER KESİLMİŞTİ

1997’deki Lüksemburg zirvesini Radikal gazetesinin diplomasi muhabiri olarak takip etmiştim. Gündemde “10 eski Doğu Bloku ülkesi, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ve Malta ile tam üyelik müzakerelerine başlanması” vardı. Türkiye’nin de AB genişleme sürecine dahil edilmesi bekleniyordu ama AB liderleri buna geçit vermedi. Türkiye’nin sert itirazına rağmen GKRY ile tam üyelik müzakerelerinin başlaması da kararlaştırıldı.

Mesut Yılmaz başbakan idi ve zirveyi takip eden bütün Avrupalı gazeteciler, bize “Yılmaz gelecek mi” diye soruyordu. Yılmaz zirveye katılmadı. Ancak, ABD’ye giderken uçağı Brüksel’e indi ve AB’nin başkentinden AB’ye şöyle seslendi: “AB ile siyasi diyaloğu kesiyoruz. GKRY ile müzakerelere başlarsanız KKTC ile bütünleşme sürecini başlatırız”.

O gün AB Konseyi, “siyasi ve ekonomik sebeplerle” Türkiye ile müzakerelere başlamayacağını açıklamıştı. Yani AB’ye göre Türkiye siyasi alanda Kopenhag, ekonomik alanda ise Maastricht kriterlerini karşılayamamıştı.

O günkü kriz, iki yıl sonra aşıldı. Finlandiya soğuğunda, 10-11 Aralık 1999 günleri Helsinki zirvesini izleyen biz gazeteciler, bir iyi iki kötü haberle döndük. Türkiye “aday” ilan edilmiş, ancak tam üyelik müzakereleri başlamamıştı. GKRY ile müzakereler de resmen başlamıştı.

AK PARTİ’NİN REFORM BAŞARISI

İlişkilerin kaderi, AB gündemine dört elle sarılan AK Parti iktidarı döneminde değişti. Aralık 2004’te Helsinki’de yapılan AB zirvesinde Türkiye’nin Kopenhag kriterlerine uyumu büyük ölçüde tamamladığı belirtildi ve Türkiye ile katılım müzakerelerinin gecikmeksizin başlayacağı ilan edildi. 2001 ekonomik krizinden sonra yapılan reformların AK Parti hükümetince harfiyen uygulanması da ülkenin ekonomik kriterlere ulaşılmasının yolunu açtı.

Yazının Devamını Oku

Çocuklar ne kadar güvende?

8 Eylül 2017
İSTANBUL Ümraniye’de okul servisi şirketlerinin çalışanları çatıştı. Hürriyet’in 5 Eylül 2017 tarihli “Çocuklarımızı hangi mafya taşıyacak” manşeti durumun vahametini çok iyi özetliyordu.

Dün,  çatışmaya giren şirket çalışanlarından birinin “çocuk tacizcisi” çıktığını öğrendik. Yani, bir okul servisi işine “küçük çaplı bir mafya yapılanması”, ”silah”, “çatışma”, “ölü ve yaralılar” olması yetmiyormuş gibi bir de “çocuğa cinsel taciz” vakası eklendi.

BİR ÇIRPIDA 12 SABIKALI ŞOFÖR

Eğitim çağındaki çocuklarımızın ne tür risklerle karşı karşıya olduğunu, ancak bu ve benzeri olaylarla ve arkasında yatan gerçeklerle yüzleştiğimizde görebiliriz.

“Cinsel taciz sabıkası olan biri nasıl okul servisi şoförü olur” diyor olabilirsiniz. Şimdi yazacaklarımı okuduktan sonra siz karar verin.

Yer, nüfusu 1 milyon 400 bin civarında olan bir ilimiz. İlin emniyet teşkilatı “okul polisi” uygulamasını titizlikle sürdürüyor. Dava dosyalarına da yansıyan olaya göre, bir okulun önünde devriye gezen okul polisi, öğrencileri indirdikten sonra kapıları kapatıp park yerine geçen bir servis aracının içinden çığlık sesleri geldiğini fark ediyor. Kapıyı açıyor ve servis şoförünün bir erkek çocuğu istismar etmeye çalıştığını görüyor.

Gözaltına alınan şoför evli ve iki çocuk babasıdır. “Çocuğa cinsel istismar” suçundan sabıka kaydı var. Şahsın ayrıca bir “pedofil” (sübyancı) olduğu tespit ediliyor. Sorguya bizzat giren il emniyet müdürünün talimatıyla şehirdeki bütün servis şoförlerinin sabıka kaydı taranıyor. 12 servis şoförünün “çocuğa cinsel istismar” sabıkası çıkıyor. İl Milli Eğitim Müdürlüğü ile yazışmalar yapılıyor ve o günden sonra servis şoförü olacak herkesin önce polis tarafından araştırılması kararlaştırılıyor.

TESPİT ETMEK YETİYOR MU?

Bir yöneticinin hassasiyeti, bir polisin dikkati bir çocuğu kurtarmış, o ildeki 12 riskli şahsı yüzlerce savunmasız çocuktan uzaklaşmıştır. Ancak, suçüstü yapılan şahsın tutuklanması, sabıka kaydı olan 12 kişinin işlerinden el çektirilmesi sorunu çözmeye yetmiyor.

Yazının Devamını Oku

Bakanlar görüştü, konu tatlıya bağlandı...

7 Eylül 2017
Geçen Salı günü CNNTürk’te yayınlanan Parametre programında CNNTürk Ekonomi Müdürü Ebru Baki, sözü kadın erkek eşitliğine getirdi. Ebru ile Ekonomi Müdürümüz Sefer Levent konuşurken ben de söze girip, “Cinsiyetçi dilden de kurtulmalıyız. Mesela bugün Tarım ve Hayvancılık Bakanı Fakıbaba ‘Erkek olan şimdi yolsuzluk yapsın’ ifadesini kullanmış, neden erkek?” dedim.

O sabah birçok gazetenin birinci sayfasında Bakan Fakıbaba’nın o sözleri vardı.

Dün Sayın Fakıbaba ile görüştük. Programı izlememiş ama eşi izleyip kendisine anlatmış. Kadın erkek eşitliği konusundaki hassasiyetini özellikle vurguladı. Sonra da neden “erkek olan” dediğini anlattı:

 “Aslında ‘mertseniz şimdi yapın’ diyebilirdim. Ancak o kadar sinirliydim ki sinirimden öyle dedim. Adamlar naylon faturayla hem çiftçiyi hem devleti dolandırıp ortadan kayboluyorlar.”

“Biraz açabilir misiniz” diye sordum.

Şöyle devam etti:

“Naylon bir şirket kuruyorlar. Naylon fatura kesip, gübre, mazot ve teşvik primlerini alıyorlar. Ödemeleri gereken stopajı da taksitlendiriyorlar. Birinci taksiti ödedikten sonra ortadan kayboluyorlar. Gariban çiftçinin alması gereken teşviki de bunlar alıyorlar. Vergi ödemedikleri için de ayrıca kazanıyorlar.”

Bunları dinledikten sonra “Devlet bunu engelleyemiyor mu?” demek farz oldu.

Bakan Fakıbaba sözlerini sürdürdü:

Yazının Devamını Oku

Macron’un Türkiye sorunsalı

4 Eylül 2017
FRANSIZ kamu televizyonu (Bizim TRT’nin muadili) France 2’nin cumartesi geceleri 23.00’te başlayıp neredeyse sabahın ilk saatlerine dek süren popüler programı On N’est Pas Couche (Uyumuyoruz), yeni sezonuna 2 Eylül’de başladı.

Yayınlandığı her gece 1.5 milyon insanın izlediği programın ilginç bir formatı var. Başarılı gazeteci/sunucu Laurent Ruquier, gece boyunca sanat, edebiyat ve müzik dünyasından 5-6 konuk ağırlıyor. Her programda ayrıca bir de ana konuk oluyor ve siyasetçiler arasından seçiliyor.

Ruquier’nin program ortağı olan iki önemli yazar da hem gündemi yorumluyor hem konuklara sorular yöneltiyor.  “Sorular yöneltiyor” demek aslında hafif kalır, adeta konukları köşeye sıkıştırıp, sağlı sollu sorularla dövüyor.

Programın açılışında, ana ekranda fotoğraflar beliriyor. Konuklar fotoğraflardan birini seçiyor ve ardından o fotoğrafla ilgili bir haber videosu yayınlanıyor.

İlk seçilen fotoğraf, labrador cinsi siyah bir köpeğe aitti.

ELYSEE’NİN YENİ ‘FIRST KÖPEĞİ’ NEMO

Video haber, Elysee Sarayı’na 28 Ağustos’ta gelen 2 yaşındaki bu labradorun Fransa’nın yeni “Başkanlık Köpeği” olduğunu anlatıyordu. Köpeğe Jules Vern’in “Denizler Altında 20 Bin Fersah” ve “Esrarlı Ada” romanlarının başkahramanı Kaptan Nemo’nun adı verilmişti.

Haber videosu dönerken sunucu Ruquier de Fransa Devlet Başkanı Emmanuel Macron’u hicvediyordu. Başkan olduktan sonra ilk işi Beyaz Saray’a bir köpek almak olan Obama’ya ve önceki Cumhurbaşkanı Hollande’a özendiğini ima ediyor, Macron’un Nemo’yu “dünya lideri” olma yolunda atılmış bir halkla ilişkiler adımı gibi gösteriyordu.

‘FRANSA LİDERİ’ OLMAK ‘DÜNYA LİDERLİĞİ’NDEN Mİ GEÇİYOR

Yazının Devamını Oku