Geçen haftadan bu yana Türk Telekom’un özelleştirilmesi ile ilgili gelişmeleri ilgiyle takip ediyorum. Son gelişme hepinizin malumudur, ihaleye katılacak kuruluşların “parayı denkleştirmemiz gecikebilir” gerekçesiyle istedikleri erteleme gerçekleşti. 31 Mayıs’ta sona ermesi gereken son teklif verme süresi 24 Haziran’a kadar uzatıldı.
İhale sürecine 10 şirket katılmıştı. Bunlardan İspanyol Telefonica ve Belçikalı Belgacom ihaleden çekildi, geriye 8 şirket kaldı:
Telecom Italia,
Etisalat- Çalık Enerji- Dubai Islamic Bank Ortak Girişim Grubu,
Saudi Oger,
Koç Holding,
Oyak,
Bankalar alındı, marketler satıldı, yıllardır kataloglarını ağzımızın suyu akarak izlediğimiz dev şirketler Türkiye’de mağaza açtı.
Dünyanın üçüncü büyük (ve en gelişmiş) ekonomisi Almanya’nın başbakanı, peşine 600 işadamını katıp İstanbul’a geldi. Onları burada Türk başbakan ve 600 Türk işadamı karşıladı.
Arap işadamları geçen hafta İstanbul’da devasa bir toplantı gerçekleştirdi ve bu toplantıya Arap ülkelerinden önemli devlet adamları da katıldı.
Ayrıca Forum İstanbul çerçevesinde dünyanın dört bir yanından gelen fikir ve işadamları da İstanbul’daydı.
Asya Kalkınma Bankası Merkez Bankası Başkanları da İstanbul’da toplandı.
Ayrıca sırada daha bir sürü haber var gibi görünüyor…
Türk Telekom özelleştirilmeyi bekliyor.
Tüpraş, Petkim, Erdemir ve THY’deki Özelleştirme İdaresi payları özelleştirilmeyi bekliyor.
Bu söz üzerine gazetecilerden gelen “Siz bu parayla geçinebilir misiniz?” sorusuna verdiği yanıt ise daha bir şık:
“Kararlılıkla! Geçinmek zorundasınız, pek çok kişi bundan daha azı ile geçiniyor. Eğer zorundaysanız, zorundasınızdır.”
Hatırlarsanız bu hanım daha önce de emekli maaşlarından vergi alınması önerisini getirmişti. Bu öneri büyük tepki görmüş ama yine de sesiz sedasız emekli maaşlarına minik bir diş atılmış ve küçük de olsa emekli maaşları vergilendirilmişti.
Anne Krueger’ın bu sözlerine kim nasıl bir yanıt verecek acaba diye düşünüyorken Türk-İş Başkanı Salih Kılıç’tan gayet anlamlı bir yanıt geldi:
Bir kaç ay önce, yani Türkiye 17 Aralık’a zirvesine hazırlanırken Avrupa Birliği içinde bir grubun olur olmaz isteklerle Türkiye’yi yıldırmaya, böylelikle de kendileri reddetmeden Türkiye’nin üyelikten çekilmesini sağlamaya çalıştığını, bir başka grubun da bu durumdan istifade ederek Türkiye’nin normalde kabul etmesi mümkün olmayan talepleri gündeme getirdiğini söylemiştik.
O dönem kimi okuyucularımız gönderdikleri elektronik posta mesajlarında bu tespitimize katılmadıklarını hatta böyle bir yorumda bulunmanın meseleyi anlamamakla eşdeğer olduğunu belirtmişti.
Bugün Milliyet gazetesinin birinci sayfasında bir haber var. “Gül’den belalı sitem” başlıklı bu haberde bakın neler söyleniyor:
”...Brüksel'deki arkadaşlarınız AB Komisyonu yetkililerine, (Türkiye'de bir yavaşlama görüyor musunuz) diye soruyor. Onlar da hemen bu soruları fırsat biliyor. AB konusunda karşımızda iki çevre var. Birinci gruptakiler bize, (Allah belanı versin) dedirtmek istiyor. İkinci gruptakiler de fırsattan istifade her şeyi sokuşturmak istiyor. Oysa biz AB yolunda üzerimize düşeni yaptık ve yapmaya da devam edeceğiz. 3 Ekim'de başlayacak müzakere süreci öncesi ve sonrasını da iyi değerlendirmemiz gerekiyor. Bunun bilincindeyiz.”
Dün Amerika kadar önemli olduğunu belirttiğimiz Almanya ekonomisinin büyüme verileri ile ilgili tahminleri tartıştık. Aynı günün akşamı ABD büyüme rakamları açıklandı. Beklenenin çok altında gelen bu rakam da dünya piyasalarında satışa neden oldu. ABD büyümesinin düşük gelmesi ABD Merkez Bankası’nın faiz artırımı politikasının devam edeceğini gösterdiği için önemli. Ama bu veri Türkiye’yi daha fazla etkiledi. Bu durum da yine Avrupa Birliği ile ilişkili...
Malumunuz Fransa’da 29 Mayıs’ta yapılacak olan AB Anayasası referandumu Türkiye tartışmaları ile birlikte yürüyor. Anayasa’ya evet denilmesini isteyenler de hayır denilmesini isteyenler de bunu “Türkiye’nin üyeliğini engelleyici” bir gelişme olarak göstererek prim yapmaya çalışıyor. Hatta dün muhalefet liderlerinden biri “Anayasa’ya evet çıkarsa Chirac ilk yurtdışı gezisini Türkiye’ye yapacak” şeklindeki açıklaması ile Fransızların ne kadar “tuhaf” bir ruh hali içinde olduğunu gösterdi.
Bu tartışmanın esasta Türkiye ili ilgisi yok. Ama 17 aralık’tan bu yana öyle bir hava yaratıldı ki Fransızlar ve dünyanını geri kalanı, Fransa’da yapılacak referandumun anayasaya değil de Türkiye’ye evet ya da hayır denilecek bir seçim olarak algılanması sonucunu doğurdu.
Tabii bu kadarla kalsa yine iyi... Geçen hafta yapılan araştırma’da şöyle bir cümle yer aldı:
“Fransa’da referanduma hayır yanıtı çıkarsa bu Türkiye’nin AB rüyasını sona erdirecek bir gelişme olarak algılanacak. Böyle olunca da anayasaya hayır yanıtı ile birlikte Türkiye’den ciddi bir sermaye çıkışı yaşanacak. Bu çıkış sonucu YTL dolar ve euro karşısında hızla değer yitirecek ve ülkedeki makro dengeler bozulacak.”
Piyasada dün gördüğümüz ve bugün etkili olan olmusuz, satıcılı havanın nedeni işte bu şekilde özetlenebilir.
Geçen yıl Amerikan ekonomisinin dünya ekonomisine yaptığı etki ekonomi ile ilgili tartışmaların birinci sırasında yer aldı hep. 2005 yılının ilk ayları da bu tartışma ile geçti ve yılın geri kalanında da yine Amerikan ekonomisinin durumu Türkiye’deki ekonomi tartışmalarının birinci sırasında olacak.
Oysa Türkiye açısından ekonomik anlamda en az Amerika, hatta belki daha da önemli olan bir ülke var. İhracatımızın yüzde 20’sinden fazlasını yaptığımız, üyesi olmak istediğimiz Avrupa Birliği’nin ekonomik lokomotifi Almanya...
The Economist’in bu haftaki sayısında Almanya ekonomisi ile ilgili ilginç bir haber var. Haberde altı ayrı düşünce kuruluşunun Almanya ekonomisini ayrı ayrı değerlendirdiği ve çıkan sonuçların maalesef aynı olduğu belirtiliyor:
“Almanya’nın ihracata dayalı ekonomisi yüksek petrol fiyatları ve ortak para birimi Euro’nun ABD doları karşısında aşırı değerli olması nedeniyle bu yıl beklenenin altında büyüyecek.” Uzmanlar bu rapor üzerine şu soruyu soruyor:
“Dünya ekonomisinde bu yıl yüksek bir büyüme oranı beklenirken (IMF’nin revize edilmiş beklentisi yüzde 4,3) Almanya ekonomisi toparlanamıyorsa, bir çok uzmana göre pek yakında olduğunu düşünülen olası bir durgunlukta nasıl tepki gösterecek?”
Oysa koşullar Almanya’nın artık toparlanmaya başlaması için uygun bir atmosfer olduğunu gösteriyor. Örneğin, küresel ekonomik büyüme Almanya’nın ihracatına olan talebi artırmış durumda. Avrupa Merkez Bankası (ECB) son 22 aydır faizleri yüzde 2 seviyesinde sabit tutuyor, yani finansman açısından oldukça istikrarlı bir ortam sözkonusu. Bütçe politikası da ekonomik büyümenin önünü açar nitelikte. Mesela son üç yıldır Alman ekonomisi yüzde 3’ün üzerinde bir bütçe açığı veriyor. Bu yıl da bu durumun Maastricht Kriterleri’ne aykırı olmasına rağmen değişmesi beklenmiyor. Ama bunlara rağmen son dört yıllık büyüme hızı yüzde 1’in üzerine çıkamıyor.
Yukarda bahsettiğimiz kuruluşlar yaptıkları araştırmada Almanya’nın bu yıl daha önce açıkladıkları gibi yüzde 1,5 büyüyemeyeceğini, 2005 yılı büyümesinin yüzde 0,7 ile çok düşük bir seviyede gerçekleşeceğini belirtiyor. Buna karşılık Avrupa’nın geri kalanınıda yüzde 2, ABD’de ise yüzde 3’lük bir büyüme beklentisi olduğunu da hatırlatalım. Gelecek yıl ise en iyi ihtimalle Almanya ekonomisinin yüzde 1,5 oranında büyüyebileceği belirtiliyor.
Bu kuruluşların Almanya ekonomisinde gördükleri en önemli sorun ise işçileri yakından ilgilendiriyor. Alman ekonomisinde iş ve iş güvenliği yasalarının çok sıkı olduğunu iddia eden uzmanlar, verimlilik artışı sağlanmadan sorunun çözülemeyeceğini belirtiyor.