Cengiz Çandar

Kürtler, Aleviler, temel haklar, iyi şeyler

13 Mart 2012
Hafta sonu katıldığım bir toplantıda, konuşmacılardan biri Kürt sorununda yaşanan tıkanıklığa ilişkin çok çarpıcı gözlemler sundu. Kürtlerin “eşitliği” kabul görmedikçe, bu sorununun çözümünde mesafe alınamayacağına dair, bilinen ve paylaştığımız yaklaşımı dile getirirken, “Eşitlik kavramını somutlaştırabilir misin? Bunun göstergesi ne olabilir?” diye sordum.

Anadil hakkını vurguladı. “Örneğin” dedi, “Kürtlerin yaşadıkları yerlerde tabelaların, yol işaretlerinin iki dilde yazılması hali” diye ekledi. “En basit göstergelerden biri budur.”

Bunun yani “eşit haklar”dan ülkemizin Kürt vatandaşlarımızın yararlanamamasının en büyük engellerinden biri olarak, “Türkler”in “eşitlik” durumunda “egemenliklerinden vaz geçiyor oldukları duygusuna kapılmaları” olduğunu belirtti. Onun “egemenlik” dediğini ben “hükümranlık hakları” diye ifade edebilirim.

Bu konuda çarpıcı bir örnek verdi, “Örneğin” diye sürdürdü konuşmasını, “Edirne’de yaşayan insanların, Hakkari’dekilerin Kürtçe eğitim almasına ‘olmaz’ diye itiraz etmeleri durumu. Hani, şu bilinen Laz-Kürt fıkrasındaki durum...”

İzleyicilerin hiçbiri “bilinen” fıkrayı bilmiyordu. “Anlat” dedik, o fıkrayı. Anlattı.

“Bir Kürt ve bir Laz, idama mahkum olmuşlar. İnfaz sırasında infaz memuru taraflara son isteklerini sormuş. Kürt, ‘Annemi son kez görmek istiyorum’ demiş. ‘Son isteğim, ip boynuma geçmeden önce, annemi görmek.’ İnfaz memuru, Laz’a dönüp sormuş, ‘Senin son isteğin nedir?’ Laz, lafı uzatmadan son isteğini söylemiş: ‘Kürt, annesini görmesin!’”

Grotesk fıkra, Türkiye’deki durumu gayet iyi özetliyor aslında.

“Alevi sorunu” çözülmelidir

Ülkede kıyametler koparan 4+4+4 önerisinin sahibi Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer’in açıklamalarını dün dinlerken, hafta sonundaki toplantıda konuştuklarımız ve bu fıkra aklıma geldi.

Yazının Devamını Oku

Türkiye için Suriye’de asıl tehlike nedir?

10 Mart 2012
İstanbul (ve Ankara, yani Türkiye) Suriye konusunda uluslararası faaliyetin merkezi haline dönüşüyor. BM’nin Suriye Özel Temsilcisi sıfatını üstlenen eski Genel Sekreter Kofi Annan, Kahire’den Şam’a geçtikten sonra Türkiye’ye geleceğini Ahmet Davutoğlu’na haber verdi. Uzun süre Başşar rejiminin Suriye’ye girmesine izin vermediği BM’nin insan hakları gözlemcisi Amos da Şam’dan sonra Türkiye’ye gelmek istedi.

Kofi Annan’ın Türkiye’ye geleceği gün, ana karargahı İstanbul’da olan Suriye muhalefet kuruluşu Suriye Ulusal Meclisi’nin başkanı Burhan Galyun da İstanbul’da olacak.

Bu yoğun faaliyet, Suriye’de durumun iyiye gitmesi için çok anlamlı gözüküyor mu?

Hayır.

Suriye Devrimi, açıkçası tam bir uluslararası ikiyüzlülükle karşı karşıya. Türkiye için asıl korkulması gereken, “maceraya sürüklenmesi”nden ziyade bu “uluslararası ikiyüzlülük trendi”ne kaptırmasıdır.

Bunun işaretleri var. Bu çerçevede, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Tunus’ta Suriye hakkındaki sözleri, bunun sinyallerini veriyor.

Gül, Tunus’ta konuşurken, Kofi Annan, yanında Arap Birliği Genel Sekreteri Nebil Orabi, konuştu. Açıklamasından en ziyadesiyle Başşar Esad’ın memnun kalacağına herkes emin olabilir.

Suriye muhalefetine silah desteğine –bunu şu sırada Katar ve Suudi Arabistan’dan başka açıkça savunan zaten görünmüyor- kavuşturulmasına karşı çıkan Kofi Annan, “Hastalıktan daha kötü olacak bir ilaç tedavisi uygulamamak konusunda dikkatli olmalıyız” dedi. Diplomatik dil cambazlığına hayran kalmamak elde değil ama “laf salatası” ne yazık ki “katliam önlemek” bakımından bir “antidot” ya da “panzehir”, yani bir etkili ilaç olamıyor.

BM’nin Afrikalı eski Genel Sekreteri, Afrika kıtasında yaşanan 20. Yüzyıl’ın en yüzkızartıcı soykırımlarının başında gelen 1994’teki Ruanda katliamının ardından, “Görüyorum ki, yapabileceğim ve yapmam gerekenden fazlası vardı” demişti.

Yazının Devamını Oku

“İslamcı aydınlar” adalet isterse...

9 Mart 2012
Dünya ölçeğindeki her savaşın çeşitli sonuçları vardır. Şaşmaz sonuçlarından biri harita değiştirmesidir. Birinci Dünya Savaşı sonrasını bir düşünün. Savaşın merkezi olan Avrupa’da ve tarihi Avrupa’yla bağlantılı olan Ortadoğu’da harita yeniden çizilmişti. Bazı devletler ortadan kalkmış, yeni devletler, eski coğrafyalarda ortaya çıkmıştı.
Aynı durum, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da oldu. Soğuk Savaş da, dünya ölçeğinde bir savaştı. Soğuk Savaş’ın bitmesiyle birlikte Avrupa’da (ve Avrasya’da) harita bir kez daha çizildi.
Bir Sovyetler Birliği’nden 15 yeni devlet çıktı; Rusya, Ukrayna, Belarus, Moldova, Estonya, Letonya, Litvanya, Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan, Tacikistan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkistan.
Yugoslavya’dan ise Sırbistan, Hırvatistan, Slovenya, Karadağ, Makedonya, Bosna-Hersek, Kosova.
Çekoslovakya, Çek Cumhuriyeti ve Slovakya olarak ikiye bölündü. İki Almanya birleşti.
Daha önce Sovyetler’in liderliğindeki güvenlik sistemi içinde (Varşova Paktı) yer alan ülkelerin bir bölümü, Polonya, Romanya, Bulgaristan, Macaristan, eski Çekoslavakya’nın iki parçası NATO üyesi oldular. Eski Sovyet Baltık cumhuriyetleriyle, Varşova Paktı üyesi bazı ülkeler, Avrupa Birliği’ne katıldı.
Soğuk Savaş’ın sona ermesinin sonuçları, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya yeni yeni ulaşmaya başladı. Bölgenin haritası, Osmanlı Devleti’nin sahneden çekilmesi üzerine Birinci Dünya Savaşı sonrasında şekillenmişti. İkinci Dünya Savaşı sonrası, mevcut haritaya bir de İsrail eklendi.
Arap Devrimi ya da Arap Baharı denilen “tarihi dinamik”, bir yönüyle, Soğuk Savaş sonrasının “sismik titreşimleri”nin muazzam bir “bölgesel deprem”e yol açmasından başka bir şey değildir.
Bölge haritasının –ne zaman ve nasıl değişeceğini bilemem ve kimse de bilemez ama- mutlaka değişeceği bir tarihi döneme adım atmış bulunuyoruz. Irak, kapanmamış bir dosyadır. Arap Devrimi’nin Suriye’deki yansıması da, söz konusu “tarihi dinamik”in kaçınılmaz bir sonucudur.
“Sağ” ve “Sol” yerine...
Dünya ölçeğindeki büyük değişim, sadece “harita değişimi” değil elbette. Zihniyet kalıplarının da, bazı ideolojileri gömerek, değişimine yol açar. Soğuk Savaş dönemine ait olan “Sağ-Sol” kavramlarının kendilerine yükselen eski anlamlarını yitirmiş olduğunu defalarca belirttik.
“Sağcı” olmak ile “Solcu” olmak, eski anlamlarını taşımıyorlar, Soğuk Savaş döneminde anlamı olan “Sağ” ya da “Sol” kamplar ve kamplaşma artık geçerli değil.
Eski “Sağ” çeşitlendi; eski “Sol” da çeşitlendi. Artık, bir “yatay kesiş”ten söz etmek daha doğru. Bazı “sağcılar”ın, spesifik konular ve durumlarda bazı “solcular”a, “Sağ”ın diğer kesimlerine olduğundan daha yakın durması mümkün. Tersi de doğru.
“Değişim”in yeni bir “entelektüel elit” oluşturduğu da bir olgu. Bu bakımdan bölgemizde ve ülkemizde “İslamcı aydınlar” diye genelleştirilen bir sıfat söz konusu. Aslında, bu sıfatın “Liberaller” diye genelleştirilen sıfat kadar aldatıcı bir yanı var.
“Liberaller” etiketi yapıştırılanların ortak özelliği, “eski Sol”da yer almış ve güncel olaylara ilişkin olarak “Sol”un diğer kesimlerinin “eskinin tekrarı”nı ifade eden tavırlarından ayrılıyor olmaları. “Liberal” etiketi, bir de, birçok gelişmede “İslamcı aydınlar” etiketi yapıştırılmış olanlar ile ortak bir zemin üzerinde buluşabilmiş olanlara yapıştırıldı.
Uzunca bir süredir, “İslamcı aydınlar” ile “Liberaller”in kesişmeleri ve karşılıklı ilişkileri, ürettiği “sinerji” nedeniyle ilgi odağı oldu. Ayrılık noktaları belirdiğinde ise, karşıt “medya odakları”nda “Liberal-İslamcı ittifakı bitti” gibisinden “sevinçli” haberlere zemin teşkil etti.
“İttifak” değilse de,  “kesişme” ve “ortak tavır” varlığından söz edilebilirdi. Bu “kesişme” ve “ortak tavır”, Türkiye’de özgürlük alanlarının geliştirilmesi ve “demokratikleşme” bakımından hayati önemdeydi. Aralarındaki kopukluk ve uzaklaşma, “özgürlükler” ve “demokrasi”nin sınırlarının genişletilmesi açısından olumsuz bir rol oynadı.
İslamcı aydınlar “adalet” peşinde
“Entelektüel elit”teki değişim noktasından bakıldığında, bugün, iki “kesim” arasında daha etkili olan ve olması gerekenin “İslamcı aydınlar” olduğunu kabul etmeliyiz. Tam da bu nedenle, “İslamcı aydınlar”ın demokrasinin kaderiyle birebir ilişkili konularda ön almaları büyük değer taşıyor.
Ve tam da bu nedenle, söz konusu “kesim”in, “Adalet Çağrımız Var” başlıklı bir girişimle Hrant Dink cinayeti davasında tavır almış olmalarını son günlerin en değerli, en anlamı gelişmesi olarak görmek gerekir. Bu konuda başlattıkları imza kampanyasının adresi www.adaletcagrimizvar.com.
Yayımladıkları bildiride, “Bu cinayetin aynı zamanda kendisini de hedef aldığı siyasi irade”nin “adil yargılamayı sağlamak için gerekli iradeyi ortaya koymadığını” vurgulayarak, Hrant Dink cinayeti üzerinden beş yıl geçmesine rağmen, gelinen noktadan “hayal kırıklığı” duyduklarını belirtiyorlar.
Ve şöyle diyorlar: “’Hak’ söz konusu olduğunda, Müslümanlar meselenin tabii ve zaruri tarafıdırlar. ‘Bir insanı haksız yere öldürenin üm insanlığı öldürmüş’ gibi olduğuna inananlar, her durumda adaleti üstün tutmak ve hakikatın şahitliğini yapmakla yükümlü olanlar, bu aleni haksızlık karşısında da susamazlar ve inançları gereği müdahil olmak zorunda oldukları bir davaya kayıtsız kalamazlar.
Müslümanların adaletten yana ağırlık oluşturması ve bu davanın hukuka uygun bir şekilde sonuçlanması için ihtiyaç duyulan desteği sağlaması, adaletin tahakkuku bakımından hayati bir önem taşımaktadır. İslami hassasiyet sahibi tüm kişi ve kuruluşları kendi davalarına sahip çıkmaya, sorumluluklarının gereğini yerine getirmeye ve heba edilen beş yılın ardından, kapsamlı ve sahici bir yargılamanın gerçekleştirilmesi için her kesimden vicdan sahibi insanlarla daha aktif bir şekilde çalışmaya davet ediyoruz”.
Ömer Faruk Gergerlioğlu, Yıldız Ramazanoğlu, Cemal Uşşak, Cevat Özkaya, Rıdvan Kaya, Hidayet Şefkatlı Tuksal, Ahmet Faruk Ünsal, Üstün Bol, Nevzat Çiçek, Mehmet Bekaroğlu, Abdurrahman Dilipak, Ufuk Coşkun, Fatma Bostan Ünsal, Yılmaz Ensaroğlu, Taner Ayaz, Betül Ayaz, Emrullah Beytar, Cihan Aktaş, Gülcan Tezcan, Cahit Koytak, Adnan İnanç, Neslihan Akbulut, Hilal Kaplan, Fadime Özkan, Özlem Albayrak, Burhan Kavuncu, Bülent Şahin Erdoğan, Yasin Aktay, Ramazan Kayalı, Hüseyin Hatemi, Kezban Hatemi, Nureddin Şirin’den oluşan “Çağrıcılar”ı kutluyoruz.
Bu girişimleri, en az, Hrant Dink cinayetine ilişkin Devlet Denetleme Kurulu raporu kadar önemlidir.
Siyasi iktidar, “İslamcı aydınlar”a ses vermeye mecbur. Birçok başka konuda olduğu gibi...
Yazının Devamını Oku

Suriye’ye bir de böyle bakın...

7 Mart 2012
Yirminci Yüzyıl, tarihin en kanlı yüzyılıydı. İki dünya savaşı Yirminci Yüzyıl’a nasip oldu. İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen Soğuk Savaş, Sovyetler Birliği’nin dağılması –Berlin Duvarı’nın çöküşü- ile “soğuk” biçimde sonuçlandı.

Sovyetler Birliği, kanlı biçimde dağılmadı. Dağıldıktan sonra mirası üzerinde kanlı olaylar cereyan etti. Soğuk Savaş’ın kanlı kapanışını, Yugoslavya yaptı.

Yugoslavya’nın dağılması, Soğuk Savaş’ın sona ermesinin, Sovyetler Birliği’nin ortadan kalkmasının sonuçlarındandır. Yugoslavya’nın kanlı dağılışı sırasında “uluslararası toplum” sıfatını yüklenen Batı dünyası, görünürde “daha fazla kan dökülmesini önlemek” için Yugoslavya’ya silah ambargosu uyguladı.

Amaç, çatışan taraflara silah gönderilmesinin büyük kan banyosuna yol açacağı düşüncesinden yola çıkarak, bunun önüne geçilmesiydi.

Ne var ki, Yugoslavya “silahsız” değildi. Yugoslavya’nın en büyük ve kalabalık gücünü oluşturan Sırbistan’ın cumhurbaşkanı, aynı zamanda Yugoslavya’nın da cumhurbaşkanı Slobodan Miloşeviç idi. Sırbistan silahları, Yugoslavya’nın kopan ve kopmak isteyen parçalarına karşı kullanıldı. Önce Hırvatlara, daha sonra Bosna-Hersek Müslüman halkına ve son olarak Kosova Müslümanlarına.

Bosna tecrübesinin ardından, Batı’nın lideri ABD, Kosova’da bir “soykırım”a izin vermedi. Bir ayı aşkın hava harekatı sonucunda Sırplara diz çöktürdüler.

Yugoslavya’nın dağılmasının “trajik faturası”nı Bosna Müslümanları ödedi. Sırbistan silahlı güçleri tarafından desteklenen Bosnalı Sırplar, “etnik temizlik” adında soykırım kampanyalarına giriştiler. Ellerinde Yugoslavya ordusunun silahları vardı. Yugoslavya’ya uygulanan uluslararası silah ambargosu, fiiliyatte topraklarını ve toplumlarını korumak isteyen Bosna Müslümanlarının silahsız ve dolayısıyla katliamlara açık bırakılması halini aldı.

Miloşeviç desteğinde, şu anda iki “savaş suçlusu” olarak tutuklu bulunan General Ratko Mladiç ve Radovan Karaciç’in yaptığı buydu.

Bosna, 1992-95 arası üç yıl “katliamlar geçidi”nde 200 binin üzerinde insanını kaybetti. Başkent Saraybosna, üç yıl kuşatma altında kıvrandı. Saraybosna’da bir sokaktan bir sokağa karşı karşıya geçmek bile, bir snayper ateşi altına can verme riski taşıyordu.

Yazının Devamını Oku

Suriye için “olmazsa olmaz”lar...

6 Mart 2012
İçinde yaşadığımız tarihi dönemde hiçbir “katliam”ın gizli kalabilmesi mümkün değil. Bir ülkeyi ne kadar dünyaya kapatırsanız kapatın, gazetecilerin ülkeye girmesini ne kadar yasaklarsanız yasaklayın, hatta gazetecileri öldürün; mümkün değil.

Suriye’deki Başşar Esad diktatörlüğünün şu sıra içine girdiği durum bu. Homs’un Baba Amr kesiminin rejim güçlerinde ele geçirilmesinden sonra orada bir “katliam” yapıldığı anlaşılıyor. Skype, Facebook, You Tube, Twitter gibi iletişim araçları sayesinde geçen Cuma günü dakika dakika Homs ve Baba Amr’da yapılanlar –haber alınamama hali de dahil- hakkında bilgi sahibi olabiliyorduk.

Bosna’daki savaşın son demlerine benzer bir durum söz konusu. Srebrenica Katliamı henüz anılarımızdan silinmedi. Srebrenica’nın dış dünyaya yansımasından bir süre sonra, başta ABD, Batı’nın utanç verici sessizliği devam edemedi. Bir süre sonra savaşın sonu geldi.

Yıl 1995 idi. Baş sorumlusu Yugoslavya (Sırbistan) Cumhurbaşkanı Slobodan Miloşeviç’ti. Miloşeviç, 1995’te Richard Holbrooke’un öncülüğünde ABD’de Dayton’da, Hırvatistan Cumhurbaşkanı Franjo Tudjman ve Bosna-Hersek Cumhurbaşkanı Aliya İzzetbegoviç ile “barış anlaşmasının tarafları”ndan biri oldu.

Kosova, tam dört yıl sonra gündeme geldi. 1999. Slobodan Miloşeviç’in, bir başka deyimle Sırbistan’ın elinden 1999’da çıktı. Slobodan Miloşeviç’in tutuklanması ve Lahey’deki Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’nde yargılanması tarihi ise 2001’dir.

Demek istediğim odur ki, Miloşeviç’i 1995’in uluslararası konjonktürü, 2000 yılında hala Cumhurbaşkanı olması, 2001 yılında “savaş suçlusu” olarak yargılanmaktan ve 2006’da hapishanede ölmekten kurtaramadı.

Başşar da “savaş suçlusu” ilan edilmeli

Başşar Esad’ın başı da böylesine bir “uluslararası bela”dan bu gidişle kurtulamayacak gibi görünüyor.

Elbette, iki “durum” arasında önemli farklar da var. Ama, önemli benzerlikler de var. Hiç kimse, Esad diktatörlük rejiminin arkasına Rusya’yı ve Çin’i aldığını hatırlatmasın; zira Rusya ve Çin, Miloşeviç’i de destekliyordu. “Savaş suçlusu” olarak tutuklanmasını ve yargılanmasını önleyemediler.

Yazının Devamını Oku

28 Şubat ve “cadı avı” üzerine...

4 Mart 2012
İnsanın kendi propagandası niteliğindeki yazıları doğru bulmam. Ama “insani zaaf” deyin, bu kez kendimi de bu “zaaf”tan kurtaramadığıma verin. 2001 yılının Ocak ayında Timaş Yayınları’ndan yayımlanan kitabımdan söz edeceğim. Kitabın adı “Çıktık Açık Alınla” idi. Kapağında bir de üst başlık vardı: “28 Şubat Postmodern Darbe Geçidi’nde (1996-2000)”. İçinde dört yıla yazılmış 86 yazı var. 263 sayfa. Eğer, bugünlerde gündemin önüne çıkan ve kolay kolay inmeyeceğe benzeyen “28 Şubat Süreci”nin ne olduğu ve olmadığını tüm boyutlarıyla kavramak istiyorsanız, bu kitabı edinin. Okuyunca gayet “güncel” olduğunu görürsünüz.
Kitabın editörünün “önsöz” niteliğinde yazdığı “Editör’den” başlıklı girişi 11 yıl aradan sonra okudum. Şu satırlara yer vermiş:
“Elinizde tuttuğunuz bu kitap, bir ‘demokrasi belgeseli’ olarak da değer bulabilir. Kitabın ve kitapta yer alan yazıların, bunun da ötesinde taşıdığı özellikler var. Kitapta yer alan yazılar, keskin siyasi gözlem ve hiçbir siyasi çevreye tabi olmayan, bağımsız düşüncenin keskin eleştirilerini de yansıtıyor. Örneğin, 28 Şubat’a giden yolda, Refah Partisi’nin en amansız ve kapsamlı eleştirilerini bu yazılarda bulmak mümkün. Aynı şekilde, Refah’ın koalisyon ortağı da sert eleştirilerden nasibini alıyor. Çandar’ın ilginç değerlendirmelerinden biri, 1997’de Refahyol kurulurken, bunun bir ‘tuzak’ olduğuna ve Refah’ın hükümet olmasına ses çıkartmayan güç odaklarının, bunu İslam’ı gözden düşürmek ve Refah Partisi’ni siyasi denklem dışına çıkartmak amacıyla yaptıklarına ilişkin. Bu değerlendirmeden bir yıl sonra meydana gelenler, o tarihte tek örnek teşkil eden bu değerlendirmeyi doğruladı.
Ne var ki, Refah’a ve ortağına yönelik ağır eleştiriler, Çandar’ın 28 Şubat’a kararlı ve kesin karşı koyuşuna engel olmadı...”
“Postmodern Darbe” neydi? Nereden çıktı?
Şimdi, başlığı “‘Post-modern Darbe’“ olan ve “Postmodern Darbe” nitelemesini siyasi terminolojimize sokan 28 Haziran 1997 Cumartesi (Sabah) tarihli yazıdan bir bölüm:
“Nedir dünün en önemli gelişmesi?
DYP’den ve Refah’tan istifalarla, TBMM aritmetiğinin Mesut Yılmaz’ın güvenoyu alabileceği biçimde değişivermesi.
Süleyman Demirel, Mesut Yılmaz’a bu görevi verdiği, o da kendisine 9-10 günlük süre biçtiği vakit, ‘TBMM aritmetiğinin değişmesi ve değiştirilmesi için’ taksimetre zaten açılmıştı... ‘Gemi batarken’ gemiyi önce kim terkederse, bazı partiler öyle terkedilmeye baaşlandı. Aslında dünkü gelişme, bir yanda Türkiye’deki ‘siyasi sistemin müflis hali’ni, partilerin bir ‘fikir ve dünya görüşü organizmaları’ olmadığını, tersine ‘menfaat dağıtma şirketleri’ni andıran özelliklerini yansıtıyor. ‘Kabile reisi’ni andıran genel başkanların etrafında kenetlenenler, genellikle ‘menfaat dağıtımı’ndan nemalanmak üzere orada bulunuyorlar. Ve, ‘kabile reisi’, ya da genel başkanın, bu ‘menfaati artık dağıtamayacak’ duruma geldiğini hissettikleri anda, onun etrafında bulunma gereği de kalmıyor.
Son günlerin siyasi gelişmeleri, milletvekillerine bunu anlatmayayönelikti. Dünkü gelişme, diğer yandan, Türkiye’de gerçekleşen ‘post-modern darbe’nin daha da sağlamlaştığına işaret ediyor. ‘Post-modern darbe’ tanımlamasını, dün, Genelkurmay’da düzenlenen bir üst rütbeli yetkilinin yaptığını öğrendik. Gerçekten böyle bir tanımlamanın yapılıp yapılmadığını bilmiyorum; ama tanımın kendisi doğru. Türkiye’de gerçekten de bir ‘post-modern darbe’ gerçekleştirildi.
Söz konusu ‘post-modern darbe’, yılbaşında hazırlanmaya koyuldu. 28 Şubat’ta yürürlüğe. ‘Post-modern’ özelliği, bir sabah marşlarla uyandığımız ‘klasik darbe’ türünden farklı olduğunu anlatıyor zaten... Sürece yayılarak, devletin her organına ve kamu alanının her köşesine zaman içinde hükmetmeye yönelen bir tür bu...”
İki hafta kadar sonra, 15 Temmuz 1997 tarihli “Yeni Süreç” başlıklı yazının giriş bölümü:
“Eğer bir ülkede ‘post-modern darbe’ ile hükümet değişikliği sağlanmışsa, ‘darbeciler’ bir tercih kullanmış demektirler. ‘Demokrasinin balans ayarı’nı tanklarla yaparsanız ve bunun yol açtığı olaylar süreci, seçim yapılmadan, Meclis içi transferlerle bir hükümet değişikliği getirirse, bunun adı ‘post-modern darbe’ olur... Bilinen ve alışılagelen ‘darbe’ örneklerinden farklı olması...”
28 Şubat, “format farkı” ne olursa olsun, bir darbe idi. Askeri darbe. “Siviller”in daha önceki örneklerde görülmediği kadar seferber edildiği, sorumluluk üstlendikleri bir darbe türü; ama bir “askeri darbe”.
Taha Özhan, 15 yıl sonra, dünkü Sabah’ta “28 Şubat: Bir yerli kolonyalizm girişimi” başlıklı çarpıcı yazısında şu dikkate değer değerlendirmeyi yaptı:
“28 Şubat, ruhunu primitif batılılaşma sürecinden, adaletini tek parti yönetiminden, vesayetini 27 Mayıs’tan, zulmünü ise 12 Eylül’den alan kendi kendine kolonyalizm sürecidir. Bu yönüyle, 28 Şubat, Osmanlı sonrası bu topraklarda kurulan düzenin Batı’ya sunabileceği bütün hizmetlerin rafine bir hülasasıydı. Devleti rehin alarak, çılgın bir proje, ihanet içinde bu son hizmette sunulmuş oldu. Orduda yaşanan cadı avıyla, 27 Mayıs 1960 darbesini, toplumsal kesimlerde yaşanan mağduriyetle, 12 Eylül 1980 darbesini, genel anlamda halkın her kesiminde oluşan mağduriyetle yeniden 1940’ların Tek Parti dönemini 1990’lara sıkıştırılarak yaşatılmış oldu.”
28 Şubat soruşturması
Unutmayalım ki, o darbenin hedeflerinden biri olan düşürülmüş hükümetin önde gelen bir bakanı, bugün Türkiye’nin Cumhurbaşkanı. O darbe, İstanbul’un seçilmiş belediye başkanının görevden alıp, bir de sudan sebeple hapse attı. O kişi bugün Türkiye’nin Başbakanı.
“Askeri vesayet rejimi”nin geriletilmesiyle “28 Şubat Darbe Dosyası”nın 15 yıl sonra açılmasında ve soruşturma başlatılmasında, bu bakımdan, şaşılacak bir şey yok. Hazırlık aşamasında bulunan 28 Şubat soruşturmasının, “aralarında medya patronu, genel yayın yönetmeni, köşe yazarları, eski milletvekilleri ile askeri ve sivil bürokratlardan oluşan 86 ismi” kapsadığıhaberleri yayılıyor.
28 Şubat soruşturmasını, bir tür “rövanşizm”e ve tam da 28 Şubat usülü “cadı avı”na dönüştürmemek gerekiyor. “Darbe”deki “rol dağılımı” ve “sorumluluk hiyerarşisi”ni doğru saptamak, elmayla armutu birbirine karıştırmamak gerekiyor. “Özel yetkililer”de yakın geçmişte yürütülen bazı soruşturmalarda yapılan hatalardan, özellikle, 28 Şubat soruşturması için ders alınmalı.
Öyle görünüyor ki, 28 Şubat soruşturması, Ergenekon dahil, yakın geçmişin tüm soruşturmalarının en önemlisi olacak.
Hata kaldırmaz.
Yazının Devamını Oku

“İç savaş salgını” ve “korunma yolları”...

2 Mart 2012
“Baba Amr’ın düşmesi, gerçekleştiği vakit, Suriye ve dışında rejim karşıtlarının moraline ağır bir darbe olacaktır. Homs’un Bab Amr kesimi, Suriye halkının diktatöre meydan okumasının simgesi haline gelmiştir ve eğer Başkan Başşar el-Esad şehir ayaklanmasının bu merkezinin ezilmesini becerebilirse, iktidarını tehdit eden kitle gösterilerine karşı koymakta cesaretlenecektir.”
Bu satırlar, dünkü The Guardian gazetesinde Fares Chamseddine imzasıyla ve “Suriye ayaklanması bastırılıyor ama Esad kaderinden kaçamayacak” başlığı altında yayımlandı.
Aslına bakılırsa, birinci yılına girmekte olan “Suriye Devrimi”nin ilk günlerinden bu yana, Başşar Esad, ayağa kalkan birçok kenti, zor kullanarak sindirmeyi başarmış görünüyor. Homs yakınlarındaki Rastan, bir dönem başkaldırının en güçlü ve devamlı olduğu yerdi. Ardından Lazkiye ve Deir ez-Zor. İlk günlerde de Deraa. Tümü, görüntüde rejimin kontrolü altına girmiş gibi.
Ramazan ayında Hama ayağa kalkmıştı. 1982’de görülmemiş bir katliamı yaşamış olan Hama’da onbinlerce kişi sokaklara dökülmeye aradan geçen otuz yıla yakın süreden sonra cesaret edebilmişti. Hama’da kanlı kontrol sağlandı.
Homs düşerse rejim yaşar mı?
Bu bakımdan, Homs ve Homs’ta Bab Amr, uzunca bir süredir “Suriye halkının başkaldırışı” ve “direnişi” temsil ediyor. En uzun o sürdü. Ve, haftalardır ağır topçu ve roket saldırı ve kuşatma altındaki Bab Amr’a, büyük bir kara saldırısı başlamak üzere. Binlerce askerin, Başşar’ın gaddar küçük kardeşi Mahir Esad’ın kumandasında Bab Amr önünde yığılmaya başladığı haberleri birkaç gündür geliyor.
Bu satırlar yazıldığı sırada, elektriksiz, susuz, gıdasız, ilaçsız Bab Amr’a büyük bir kara saldırısı eli kulağındaydı. Suriye Ordusu ile ordudan kaçan askerlerin oluşturduğu “Hür Suriye Ordusu”nun derme çatma güçleri, kendisi “Amr Kapısı” anlamına gelen Bab Amr kapıları önünde çatışıyorlardı.
Bab Amr, Homs’un Lübnan sınırı yönünde, batı tarafındaki büyük çoğunlukla Sünni mahallesi. Bab Amr’dan Lübnan sınırına kadar bahçeler ve bostanlar var. Halkın bir bölümü, oradan Lübnan yönüne kaçmakta. Yani, Bab Amr, eğer rejimin ordusu girmeyi başarırsa, büyük ölçüde insansızlaşmış olacak.
Bab Amr düşer mi?
Sahadaki güçlerin silah bakımından orantısızlığına bakılırsa düşer. İkinci Dünya Savaşı’nda Stalingrad, Naziler önünde düşmemişti ama, “Suriye’nin Stalingrad’ı” adı verilen, ülkenin üçüncü büyük şehri Homs, rejimin kontrolü altına geçecek şekilde düşebilir.
Ama, Homs’un –Bab Amr üzerinden- düşmesi, Başşar Esad’ın diktatörlük rejiminin ömrünü, kanla bir süre daha uzatır; rejimin düşmesini önleyemez. O eşik artık aşıldı, geçildi.
1982’de Hama Katliamı, Suriye’de Esad hanedanının hükmünü ülkede yaprak kımıldamadan sürdürmesine yaklaşık 30 yıl imkan vermişti. Fakat, 2011’de tüm ülkenin ayağa kalkmasını önleyemedi.
Aynı şekilde, bir yıl önce Lazkiye’nin, bir süre sonra Deir ez-Zor’un, Rastan’ın, bir süre daha sonra Hama’nın düşmesi, Homs’un ayağa kalkmasını ve bunca zaman akıl almaz biçimde direnmesini nasıl önleyemediyse, Homs, düşse de, Başşar düşecek. Halep ve Şam, mutlaka ayağa kalkacak; düşmüş görünen şehirler tekrar ayağa kalkacak şekilde canlanacaklar.
Bunun böyle olacağının en basit ve en önemli nedeni, Suriye’de yaşanmakta olanların “münferit”, Suriye’ye özgü, Suriye’nin “iç çatışması” ya da rejimin ileri sürdüğü gibi “kökü dışarıda silahlı çetelerin işi” olmaması, tam tersine, muazzam bir “tarihi dinamiğe” oturmasından ötürüdür. Tunus’ta fitili yakılan, Mısır’da “son Firavun”u devirmeyi başarabilmiş Arap Devrimi’nin “Arabizmin kalbi” Suriye’ye gelip dayanmasıyla ilgilidir.
Tehlikeli gelecek
Şu sıralar Suriye ile ilgili mükemmel araştırmalar yayımlanıyor. Bunlardan biri MERİP (Middle East Research and Information Project) tarafından bir hafta önce “Beyond the Fall of the Syrian Regime” (Suriye Rejiminin Yıkılışının Ötesi) başlığı altında yayımlandı. Şu son bölümü özellikle dikkate değer:
“Herşey söylendikten sonra, şu saptanmalıdır: Suriye, yerel düzlemde sömürgecilik-sonrası dönemini sona erdirecek bir mücadele içine girmiştir. Bu, basit biçimde bir “rejimi” devirmek değil, bir “sistemi” yerinden sökmek anlamını taşıyor... Mevcut sistem, Suriye’yi içindeki cemaat bölünmeleri ve bölgesel güç oyunlarına rehin bırakarak devam ettirmeye dayanıyor. Gerçekten de, rejimin arta kalan meşruiyeti, sağlam bir devlet inşası ve hesap verebilir bir yönetimi elde etmek pahasına, içindeki cemaatleri ve dış güçleri birbirlerine karşı oynamaktan kaynaklanıyor. Yirminci Yüzyıl ortalarındaki devrimci ortamda, sömürgeciliğin mirasından kurtulma yönündeki önceki çabalar başarısızlığa uğradı ve dar siyasileşmiş elitler ve askeri çevrelerin yönetimiyle yere çakıldı. Bugün farklı olan, dar çıkarlar ve büyük ideolojilerden ziyade zenginlikleri, onurları ve kaderlerinin toptan ellerinden alınmasının ateşlediği geniş bir halk hareketinin uyanışıdır.
Rejimin savaştığı, bir anlamda, bu uyanışın kendisidir. Dış müdahale bir gerçek olsa da, Suriye’de söz konusu olan, bir dış konspirasiden ziyade, hareket halindeki toplumdur. Toplum, rejimin kesinlikle gitmeyeceği doğrultuda yol alıyor. Önde uzanan yol tehlikeli bir yoldur ve bu yolun Suriye’yi ve bölgeyi iç savaş belasına sürüklemesi ihtimalleri açıktır. Ama Suriyelilerin çok büyük bölümü için geri dönüş yoktur. Rejime, kendisine güvenli bir çıkış için bir yıllık bir süre tanınmıştır ama o, kendisini tarihi bir yük haline getiren eski söylemine daha da kuvvetle sarılmıştır.”
Durum budur.
Bab Amr’a girse, Homs’u kanla düşürse, ülkede katliamlarına devam etse, kendisinin yıkılması halinde “bölgesel deprem” şantajına sarılsa da, Suriye’deki rejimin geleceği yoktur. Kaderi, tarih tarafından mühürlenmiştir.
Bu arada, tüm bölgeye yayılabilecek, her komşusuna sirayet edebilecek “iç savaş” korkusuyla, bu rejimin ömrünü uzatmaya yarayacak her türlü katkı, tam da o korkulan “iç savaş”ı daha da muhtemel hale getirecek.
Durum bu.
Türkiye, bu durum ve “tehlikeli ve riskli gelecek” ile, ince ayarlı bir dış politika ile daha önemlisi “barışık iç yapı”yla baş edebilir.
Siyasi iktidarın “demokratikleşme hatası” yapmamasının önemi de, tam burada.
Yazının Devamını Oku

Türkiye: Suriye rejimi düşerse, Irak parçalanırsa…

29 Şubat 2012
Bir Iraklı Kürt yetkili ani bir soru yöneltti bana; “Irak parçalanacak mı?”

Cevabımı beklemeden kendi hükmünü verdi: “Durum Suriye’deki gelişmelere bağlı. Suriye’deki rejim yıkılırsa, Irak da parçalanır…”

Benim cevabımı bekleseydi, ben de Irak’ın geleceğiyle Suriye’nin geleceği arasında  irtibat kuracaktım.  Ama, onunki kadar net  bir hüküm vermeyecektim. Bununla birlikte, Suriye’de rejimin yıkılması ihtimali ile Irak’ın bir bütün olarak kalamaması ihtimali ile Türkiye’nin Suriye konusunda atmayı tasarladığı adımlardaki ortaya koyduğu tereddüt arasında, kuşkusuz,  yakın ilişki var.

Geçen hafta Tunus’ta yapılan toplantıda pek anlamlı bir sonuç çıkmadı ve toplantı beklenenlerin hayli altında kaldı. Önümüzdeki ay, İstanbul’da yapılması kararlaştırılan “Suriye Halkının Dostları” toplantısı da Tunus’takinin bir tekrarı olacaksa, Türkiye’nin bölge politikası “patinaj” yapma tehlikesiyle karşı karşıya kalır.

Rejim karşıtları ve yandaşlarının farkı

Türkiye’nin bir “başrol oyuncusu” olduğu “Suriye Dostları”nın saflarında, Başşar Esad rejiminin halkına karşı giriştiği katliama nasıl son verileceğine dair bir dizi uyumsuzluk mevcut.

Birincisi, kararsızlık. Neyin, nasıl yapılacağı çok net çizgileriyle belirlenemiyor. İkincisi, ilgili tüm taraflar “Suriye’nin kendine özgü özellikleri”ni vurgulamakta birbirleriyle yarış halindeler –başta ABD. Suriye’nin dostlarının içindeki bu bitmez tükenmez tartışma hali, kararsızlığı besliyor.

“Başşar Esad rejiminin dostları” açısından ise böyle sıkıntılar yok. Rusya, İran, kapı komşusu Lübnan’daki Hizbullah ve belirli ölçüde Çin, rejimin arkasında alenen diziliyorlar. Şam’daki diktatörlüğe her aracı kullanarak destek olmak konusunda bir tartışma bir ayrılık yok. Rejimin de kendi halkına en amansız biçimde silah kullanmak bakımından eli titremiyor.

Yani,

Yazının Devamını Oku