Anadil hakkını vurguladı. “Örneğin” dedi, “Kürtlerin yaşadıkları yerlerde tabelaların, yol işaretlerinin iki dilde yazılması hali” diye ekledi. “En basit göstergelerden biri budur.”
Bunun yani “eşit haklar”dan ülkemizin Kürt vatandaşlarımızın yararlanamamasının en büyük engellerinden biri olarak, “Türkler”in “eşitlik” durumunda “egemenliklerinden vaz geçiyor oldukları duygusuna kapılmaları” olduğunu belirtti. Onun “egemenlik” dediğini ben “hükümranlık hakları” diye ifade edebilirim.
Bu konuda çarpıcı bir örnek verdi, “Örneğin” diye sürdürdü konuşmasını, “Edirne’de yaşayan insanların, Hakkari’dekilerin Kürtçe eğitim almasına ‘olmaz’ diye itiraz etmeleri durumu. Hani, şu bilinen Laz-Kürt fıkrasındaki durum...”
İzleyicilerin hiçbiri “bilinen” fıkrayı bilmiyordu. “Anlat” dedik, o fıkrayı. Anlattı.
“Bir Kürt ve bir Laz, idama mahkum olmuşlar. İnfaz sırasında infaz memuru taraflara son isteklerini sormuş. Kürt, ‘Annemi son kez görmek istiyorum’ demiş. ‘Son isteğim, ip boynuma geçmeden önce, annemi görmek.’ İnfaz memuru, Laz’a dönüp sormuş, ‘Senin son isteğin nedir?’ Laz, lafı uzatmadan son isteğini söylemiş: ‘Kürt, annesini görmesin!’”
Grotesk fıkra, Türkiye’deki durumu gayet iyi özetliyor aslında.
“Alevi sorunu” çözülmelidir
Ülkede kıyametler koparan 4+4+4 önerisinin sahibi Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer’in açıklamalarını dün dinlerken, hafta sonundaki toplantıda konuştuklarımız ve bu fıkra aklıma geldi.
Kofi Annan’ın Türkiye’ye geleceği gün, ana karargahı İstanbul’da olan Suriye muhalefet kuruluşu Suriye Ulusal Meclisi’nin başkanı Burhan Galyun da İstanbul’da olacak.
Bu yoğun faaliyet, Suriye’de durumun iyiye gitmesi için çok anlamlı gözüküyor mu?
Hayır.
Suriye Devrimi, açıkçası tam bir uluslararası ikiyüzlülükle karşı karşıya. Türkiye için asıl korkulması gereken, “maceraya sürüklenmesi”nden ziyade bu “uluslararası ikiyüzlülük trendi”ne kaptırmasıdır.
Bunun işaretleri var. Bu çerçevede, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Tunus’ta Suriye hakkındaki sözleri, bunun sinyallerini veriyor.
Gül, Tunus’ta konuşurken, Kofi Annan, yanında Arap Birliği Genel Sekreteri Nebil Orabi, konuştu. Açıklamasından en ziyadesiyle Başşar Esad’ın memnun kalacağına herkes emin olabilir.
Suriye muhalefetine silah desteğine –bunu şu sırada Katar ve Suudi Arabistan’dan başka açıkça savunan zaten görünmüyor- kavuşturulmasına karşı çıkan Kofi Annan, “Hastalıktan daha kötü olacak bir ilaç tedavisi uygulamamak konusunda dikkatli olmalıyız” dedi. Diplomatik dil cambazlığına hayran kalmamak elde değil ama “laf salatası” ne yazık ki “katliam önlemek” bakımından bir “antidot” ya da “panzehir”, yani bir etkili ilaç olamıyor.
BM’nin Afrikalı eski Genel Sekreteri, Afrika kıtasında yaşanan 20. Yüzyıl’ın en yüzkızartıcı soykırımlarının başında gelen 1994’teki Ruanda katliamının ardından, “Görüyorum ki, yapabileceğim ve yapmam gerekenden fazlası vardı” demişti.
Sovyetler Birliği, kanlı biçimde dağılmadı. Dağıldıktan sonra mirası üzerinde kanlı olaylar cereyan etti. Soğuk Savaş’ın kanlı kapanışını, Yugoslavya yaptı.
Yugoslavya’nın dağılması, Soğuk Savaş’ın sona ermesinin, Sovyetler Birliği’nin ortadan kalkmasının sonuçlarındandır. Yugoslavya’nın kanlı dağılışı sırasında “uluslararası toplum” sıfatını yüklenen Batı dünyası, görünürde “daha fazla kan dökülmesini önlemek” için Yugoslavya’ya silah ambargosu uyguladı.
Amaç, çatışan taraflara silah gönderilmesinin büyük kan banyosuna yol açacağı düşüncesinden yola çıkarak, bunun önüne geçilmesiydi.
Ne var ki, Yugoslavya “silahsız” değildi. Yugoslavya’nın en büyük ve kalabalık gücünü oluşturan Sırbistan’ın cumhurbaşkanı, aynı zamanda Yugoslavya’nın da cumhurbaşkanı Slobodan Miloşeviç idi. Sırbistan silahları, Yugoslavya’nın kopan ve kopmak isteyen parçalarına karşı kullanıldı. Önce Hırvatlara, daha sonra Bosna-Hersek Müslüman halkına ve son olarak Kosova Müslümanlarına.
Bosna tecrübesinin ardından, Batı’nın lideri ABD, Kosova’da bir “soykırım”a izin vermedi. Bir ayı aşkın hava harekatı sonucunda Sırplara diz çöktürdüler.
Yugoslavya’nın dağılmasının “trajik faturası”nı Bosna Müslümanları ödedi. Sırbistan silahlı güçleri tarafından desteklenen Bosnalı Sırplar, “etnik temizlik” adında soykırım kampanyalarına giriştiler. Ellerinde Yugoslavya ordusunun silahları vardı. Yugoslavya’ya uygulanan uluslararası silah ambargosu, fiiliyatte topraklarını ve toplumlarını korumak isteyen Bosna Müslümanlarının silahsız ve dolayısıyla katliamlara açık bırakılması halini aldı.
Miloşeviç desteğinde, şu anda iki “savaş suçlusu” olarak tutuklu bulunan General Ratko Mladiç ve Radovan Karaciç’in yaptığı buydu.
Bosna, 1992-95 arası üç yıl “katliamlar geçidi”nde 200 binin üzerinde insanını kaybetti. Başkent Saraybosna, üç yıl kuşatma altında kıvrandı. Saraybosna’da bir sokaktan bir sokağa karşı karşıya geçmek bile, bir snayper ateşi altına can verme riski taşıyordu.
Suriye’deki Başşar Esad diktatörlüğünün şu sıra içine girdiği durum bu. Homs’un Baba Amr kesiminin rejim güçlerinde ele geçirilmesinden sonra orada bir “katliam” yapıldığı anlaşılıyor. Skype, Facebook, You Tube, Twitter gibi iletişim araçları sayesinde geçen Cuma günü dakika dakika Homs ve Baba Amr’da yapılanlar –haber alınamama hali de dahil- hakkında bilgi sahibi olabiliyorduk.
Bosna’daki savaşın son demlerine benzer bir durum söz konusu. Srebrenica Katliamı henüz anılarımızdan silinmedi. Srebrenica’nın dış dünyaya yansımasından bir süre sonra, başta ABD, Batı’nın utanç verici sessizliği devam edemedi. Bir süre sonra savaşın sonu geldi.
Yıl 1995 idi. Baş sorumlusu Yugoslavya (Sırbistan) Cumhurbaşkanı Slobodan Miloşeviç’ti. Miloşeviç, 1995’te Richard Holbrooke’un öncülüğünde ABD’de Dayton’da, Hırvatistan Cumhurbaşkanı Franjo Tudjman ve Bosna-Hersek Cumhurbaşkanı Aliya İzzetbegoviç ile “barış anlaşmasının tarafları”ndan biri oldu.
Kosova, tam dört yıl sonra gündeme geldi. 1999. Slobodan Miloşeviç’in, bir başka deyimle Sırbistan’ın elinden 1999’da çıktı. Slobodan Miloşeviç’in tutuklanması ve Lahey’deki Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’nde yargılanması tarihi ise 2001’dir.
Demek istediğim odur ki, Miloşeviç’i 1995’in uluslararası konjonktürü, 2000 yılında hala Cumhurbaşkanı olması, 2001 yılında “savaş suçlusu” olarak yargılanmaktan ve 2006’da hapishanede ölmekten kurtaramadı.
Başşar da “savaş suçlusu” ilan edilmeli
Başşar Esad’ın başı da böylesine bir “uluslararası bela”dan bu gidişle kurtulamayacak gibi görünüyor.
Elbette, iki “durum” arasında önemli farklar da var. Ama, önemli benzerlikler de var. Hiç kimse, Esad diktatörlük rejiminin arkasına Rusya’yı ve Çin’i aldığını hatırlatmasın; zira Rusya ve Çin, Miloşeviç’i de destekliyordu. “Savaş suçlusu” olarak tutuklanmasını ve yargılanmasını önleyemediler.
Cevabımı beklemeden kendi hükmünü verdi: “Durum Suriye’deki gelişmelere bağlı. Suriye’deki rejim yıkılırsa, Irak da parçalanır…”
Benim cevabımı bekleseydi, ben de Irak’ın geleceğiyle Suriye’nin geleceği arasında irtibat kuracaktım. Ama, onunki kadar net bir hüküm vermeyecektim. Bununla birlikte, Suriye’de rejimin yıkılması ihtimali ile Irak’ın bir bütün olarak kalamaması ihtimali ile Türkiye’nin Suriye konusunda atmayı tasarladığı adımlardaki ortaya koyduğu tereddüt arasında, kuşkusuz, yakın ilişki var.
Geçen hafta Tunus’ta yapılan toplantıda pek anlamlı bir sonuç çıkmadı ve toplantı beklenenlerin hayli altında kaldı. Önümüzdeki ay, İstanbul’da yapılması kararlaştırılan “Suriye Halkının Dostları” toplantısı da Tunus’takinin bir tekrarı olacaksa, Türkiye’nin bölge politikası “patinaj” yapma tehlikesiyle karşı karşıya kalır.
Rejim karşıtları ve yandaşlarının farkı
Türkiye’nin bir “başrol oyuncusu” olduğu “Suriye Dostları”nın saflarında, Başşar Esad rejiminin halkına karşı giriştiği katliama nasıl son verileceğine dair bir dizi uyumsuzluk mevcut.
Birincisi, kararsızlık. Neyin, nasıl yapılacağı çok net çizgileriyle belirlenemiyor. İkincisi, ilgili tüm taraflar “Suriye’nin kendine özgü özellikleri”ni vurgulamakta birbirleriyle yarış halindeler –başta ABD. Suriye’nin dostlarının içindeki bu bitmez tükenmez tartışma hali, kararsızlığı besliyor.
“Başşar Esad rejiminin dostları” açısından ise böyle sıkıntılar yok. Rusya, İran, kapı komşusu Lübnan’daki Hizbullah ve belirli ölçüde Çin, rejimin arkasında alenen diziliyorlar. Şam’daki diktatörlüğe her aracı kullanarak destek olmak konusunda bir tartışma bir ayrılık yok. Rejimin de kendi halkına en amansız biçimde silah kullanmak bakımından eli titremiyor.
Yani,