Paylaş
Suriye’de rejimin yıkılmasından yana olduğum ve bunun en kısa zamanda, en etkin biçimde gerçekleşmesini istediğim doğru. Ama, bu illa “işgal”, “dış müdahale” vs. anlamına gelmiyor. Bunun yapılmasının binbir yolu var. Ancak, “tek bir şey” kesin ki, Başşar Esad’ın kanlı diktatörlük rejimine meşruiyet kazandıracak ve ömrünü uzatmaya yarayacak“her şey”e karşı çıkmak gerekir ve Kofi Annan misyonu tam da böyle bir misyondu.
İşte, sonuçta iflas etti.
Kofi Annan, girişiminin başarısızlığına ilişkin olarak üç hususun altını çiziyor:
1. Rejimin katılığı;
2. Muhalefetin militanlığı;
3. BM Güvenlik Konseyi’nin kendisine yeterli destek çıkartamaması.
Annan’ın sıralaması ünlü Napolyon fıkrasına benziyor, sıraladığı gerekçeler. Hani, Napolyon, Moskova bozgunundan sonra generallerini toplamış ve bozgunun sebeplerini sormuş; generallerinden bir “Haşmetmeap” demiş, “birden fazla nedeni var. Hangi birisinden başlayalım?” Napolyon’un, “Başla herhangi birisinden” demesi üzerine, general “Cephanemiz bitmişti” diye söze başlayınca, İmparator sözünü kesmiş, “Yeter, gerisini anlatma!”
Kofi Annan, “rejimin katılığı” dediği anda gerisini sıralamasa da olur. Zaten, girişimini sonlandırırken, “vasiyet” gibi arkasında bıraktığı “tavsiye”, Şam rejiminin yönetimi terketmesi.
Annan’ın “muhalefetin katılığı” dediği, binlerce insanın kanını giren rejimle, “diyalog”un imkansızlığının ve dolayısıyla “çıkış yolu”nun “rejimin yıkılması” olduğunun belirtilmesi. “Rejimin katılığı” yani “reforme edilecek hali olmaması”, muhalefetin militanlığının da temel gerekçesi idi.
BM’nin yeterli destek çıkmaması, Rusya ve Çin’in Esad rejimini arkalamaktan vazgeçmemiş olması. Kofi Annan’ın görevini bırakırken “rejim gitmelidir” hükmünde bulunması, bu üçüncü ayrılma gerekçesini de kendiliğinden anlamsızlaştırıyor. Sorun, rejimde. Başşar Esad yıkılmadan, Suriye’nin iflah olması söz konusu bile olmayacak.
Nasıl yıkılacağı ve yıkıldıktan sonra ise ne olacağı, yine de belli değil. Hatta, yıkılmasının eli kulağında olduğu dahi söylenemez. Şam’ı koruyabilir, çoğunlukla Alevi-Nusayri olduğu belirtilen kıyı şeridi ile Şam-Halep hattının batısındaki bölgede tutunabilir. Bu, Halep’in elden çıkması halinde, bazı Kürt bölgelerinde Kürt yönetiminin, doğuda Deir ez-Zor’da belirli aşiretlere dayalı Arap yönetiminin, güneyde Deraa-Suveyde hattında keza Arap-Dürzi irtibatına dayalı bir yönetimin oluşması anlamına gelecek. Yani, bir süre, Suriye “Şam merkezli kontrol”den uzak bir yapıya bürünebilir.
Bu ciddi bir ihtimal. Ondan sonra, bir “Birleşik Suriye”ye evrilip evrilmeyeceğini, evrilirse nasıl evrileceğini bilmiyoruz. Bunu öngörebilmek için vakit henüz erken.
Elbette ki, Türkiye’den baktığınız da, Türkiye’nin çıkarı demokratik, özgür, birleşik ve istikrarlı bir Suriye’de. Bu doğru ve hatta haklı bir arzu olabilir ama tarihin ilerlediği yön ve hızı, her vakit, doğru ve haklı da olsa, isteklerinizin birebir karşılanması sonucunu getirmez.
Bu bakımdan, herkes gibi Türkiye de kendisini, Suriye’de süresi kolay kestirilemeyecek ve bir süre küçük birimlerin özyönetimlerinin gerçekleşeceği duruma hazırlamalı. Suriye Kürtlerine yaklaşım zaten tam da bu noktada anlam ve önem kazanıyor.
Geçen hafta Türkiye’de hükümetten yükselen “anti-Kürt”vurgulu “Eyvallah demeyiz; vururuz, kırarız” söylemine eşlik
Nereden anlaşılıyor?
Ahmet Davutoğlu-Mesut Barzani görüşmesinden sonra yapılan ortak açıklama kelime kelime incelendiği vakit, anlaşılıyor. Ortak açıklama, “Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Sayın Ahmet Davutoğlu ile Irak Kürdistan Bölgesi Başkanı Sayın Mesut Barzani bugün Erbil’de ikili ilişkiler ve özellikle Suriye’deki durum hakkında geniş dostane ve yapıcı görüşmelerde bulunmuşlardır. İlişkilerindeki gelişme hızını memnuniyetle kaydetmişler ve her alanda, özellikle ekonomik kalkınma ve enerji alanlarında genişletmek konusunda mutabık kalmışlardır” diye başlıyor.
Burada, taraflar arasındaki bir ortak açıklamada, Mesut Barzani’nin sıfatının büyük harf başlığıyla “Irak Kürdistan Bölgesi Başkanı” denilerek yer almış olmasının ilk kez olduğunu bir kenara not edin. Özellikle “Kürdistan” sözcüğünü. Doğrusu buydu.
Suriye ile ilgili olarak ortak açıklamanın şu ibaresi de dikkat çekiyor:
“Suriye halkına, tüm yurttaşlarının eşit haklar ve özgürlüklerden yararlanacağı demokratik, özgür ve çoğulcu bir Suriye’nin kurulması amacına yönelik meşru arzularının yerine gelmesi için yardım çabalarında işbirliği ve eşgüdüm içinde bulunmak konusunda anlaşmışlardır.”
Buradaki “anahtar sözcük”, İngilizce metinde “pluralistic” olarak kullanılan “çoğulcu”dur. “Çoğulcu” Suriye, “demokratik Suriye”nin yanısıra, Kürtlerin ulusal kimlik hakları anlamında kullanılmış bir “şifre” gibi gözüküyor.
Geçen hafta yaratılan,
Dönüp dolaşıp aynı yere geleceğiz: Türkiye, kendi Kürt sorununa doğru teşhis koyamaz, özüne girmekten kaçarsa; dün Hasan Cemal’in ifadesiyle “etrafından dolaşmaya devam ederse”, Suriye konusunda yakında yine apışıp kalır.
Sözün özü: Bugün itibarıyla, Kofi Annan, “Suriye sorunu”nda havlu attı; Türkiye, “Kuzey Suriye”de aldığı pozisyondan “ricat”a başladı…
Paylaş