Paylaş
İktidar için, PKK savaşılması, ezilmesi ve bertaraf edilmesi gereken bir hasım. Onun uzantıları da yani en başta BDP de “savaş kuralları gereği”nce “saf dışı” bırakılmak zorunda. Hatta, bu politikanın “yanlış olduğunu” söyleyen herkes –yani bizler- “itibarsızlaştırma”nın ve “kişilik katli”nin hedefi halinde getiriliyor.
BDP’yi “saf dışı” bırakmak birkaç şekilde olabilir:
1. BDP’yi “muhatap almamak” ve sürekli biçimde “terör örgütünün siyasi uzantısı” olarak “şeytanlaştırmak”;
2. Giderek, BDP’yi, TBMM’deki temsilcilerinin “dokunulmazlıkların kaldırılması” tehdidi altında etkisizleştirmek ve son hamle olarak kapatmak, kapattırmak;
3. BDP’yi PKK ile arasında kesin bir çizgi çizmeye ve PKK’yı kınamaya zorlamak.
Bu üçüncüsü de bir tür “saf dışı” bırakmak yoludur, çünkü, BDP’nin böyle bir şey yapamayacağı, PKK ile aynı siyasi hattın içinde yer aldığı, BDP’nin “seçmen tabanı”nın, Türkiye Kürtlerindeki PKK yandaşları ya da sempatizanlarından oluştuğu, hatta aynı ailenin fertlerinden birinin TBMM’de, diğerinin “dağda” olduğu biliniyor. Dolayısıyla, “BDP’ye PKK’yı kınatmak” veya “BDP’nin PKK ile arasında kesin ve kalın bir çizgi çizmesini sağlamak” demek, aynı “siyasi ailenin bölünmesi, parçalanması” ve o ailenin zaten pek etkili olmayan “silahsız tarafı”nın tümüyle “etkisizleştirilmesi”ndan başka sonuç vermez.
PKK:
1. BDP’den çok daha eski ve çok daha tecrübeli bir örgüttür;
2. Silahlı eylemlerine ilişkin kararlarında BDP’nin hiçbir etkisi yoktur.
Bu nedenle, BDP’nin kendisine karşı tavır alması –ki, alamayacağını gayet iyi biliyor- PKK’nın çizgisini değiştirtmez. Bununla birlikte, Kürt sorunun çözümü doğrultusunda, bugün benimsenen yol ve yöntemden farklı bir yol ve yöntemin benimsenmesi, BDP’nin “sistemin içine girebilmesi” ve “çözümün bir parçası olarak rol sahibi olması” gibi bir durumda, PKK, BDP’nin “silahları susturması” yönündeki telkinlerine açık olabilir.
O da “belki”; yani kesinliği yok. Ama, mevcut iktidarın son bir yıldır üzerinde ısrar ettiği politika ve “devlet”in bilinen pozisyonu devam ettikçe, BDP’nin PKK üzerindeki etkisi ve rolü, sıfırdır. Rakamla 0, yazıyla sıfır.
Yazının başında sözünü ettiğimiz, iktidar politikasına muhalefet eden bazılarının “ortak noktası”, eleştirilerin odağına “PKK merkezli bir çözüm arayışı”na yönelik itirazların oturtulması. Yani, Ak Parti, hem Habur da, hem de Oslo’da “PKK merkezli bir çözüm arayışı” nedeniyle yanlış yapmıştır.
Bu eleştiriyi yöneltenlerin altını çizdiği bir husus var; iktidarın PKK hiç yokmuş gibi davranarak, Kürt sorunu konusunda adım atması gerekliliği.
Bu anlayış, Kürt sorununun PKK’dan önce de varolduğu, PKK olmasa ve hatta ortadan kalksa da, çözülmediği halde devam edeceği; dolayısıyla, iktidarın asıl Kürt sorununa “çözüm adımları” atması gerektiğini vurguluyor.
Anayasa’da reformlar ve siyasi ve idari alanda radikal düzenlemeler yapılmalıdır.
Tabii ki, bu anlayış, Kürt sorunu ile PKK’nın birbirlerinden “bağımsız” olduğu önermesine dayanıyor. Bir yönüyle doğru. Ancak, zaman içinde “irtibatlandıkları” ve karşılıklı “bağımlı” hale geldikleri olgusunu göz ardı ediyor.
“PKK’yı devreden çıkartmayı” zaten politikasının merkezine oturtmuş olan iktidar, niçin PKK’yı tümüyle “anlamsızlaştırabilecek” ve ondan “bağımsız olan” Kürt sorununun çözümüne ilişkin “radikal reformlar”a yönelmiyor? O adımları bir türlü atmıyor? Niçin?
Bu son derece basit soruların cevabı lazım. Basit cevapları olmalı.
O adımlar –her ne iseler- atıldığı takdirde, onun “siyasi hasadı”nı Ak Parti’nin toplayacağı, atılacak o adımların nüfusun Türk ve Kürt tarafında büyük destek elde edeceği kestirilse, Ak Parti hükümeti, o adımları atmakta saniye tereddüt etmez.
Bu arada, Habur ve Oslo’daki yanlışlık ya da yanlışlıklar, “PKK merkezli bir çözüm arayışı”ndan kaynaklanmıyordu. “Yanlışlık”, esas olarak, “devlet”in bir “nihai çözüm modeli”nin (endgame) bulunmaması ve iktidar namına “zorunlu siyasi cesaret eksikliği” ile ilgiliydi.
Bir “endgame” yani “nihai çözüm modeli”, mevcut yasal-siyasi aktörleri de kapsamak zorundadır ve sürece katılmalarını öngörür. Ne Habur’da, ne Oslo’da; CHP’yi bir yana bıraktık ki, -ki, bırakmamak gerek- DTP’yi (BDP) ve diğer PKK-dışı Kürt oluşumlarını da “süreç” ve “nihai çözüm modeli”ne dahil etmek düşüncesi pek görünmüyor.
Ama tekrar edelim: Temel hata “PKK’ya endeksli bir çözüm arayışı”nda değil, “nihai çözüm modeli” ve buna gidecek yolda “yöntem eksikliği” ve hepsinden önemlisi –“olmazsa olmaz” şart halindeki- “siyasi cesaret yoksunluğu” ile ilgilidir.
“Çözüm arayışları”nda PKK’nın öne çıkması da kaçınılmazdır. Türkiye’nin kimyasını bozan herşey, “şiddet ortamı”yla, “kan dökülmesi”yle, “can kaybı”yla ilgilidir. PKK, tam da bu noktada “denklem”e giriyor. Bu konuda bir “çözüm”e ulaşmak –ki, Suriye’deki gelişmeler ve genel Ortadoğu dengelerinde geldiğimiz noktada, geçen yıla oranla çok daha zor- yani, önce “silahları susturmak” ve giderek Kürt sorununu “silahlardan arındırmak”, Kürt sorununu çözmek için zorunlu reformları ve idari düzenlemeleri yapmayı çok daha kolay hale getirecek.
Her çözüm girişimi, hangi düzeyde olursa olsun, bu gerçekleri ve olguları gözeterek yola çıkmak zorunda.
Bunlar yapılmazsa, ne olur?
Kırk yıla yakın süredir ne oluyorsa, o olur.
“PKK’lı bir çözüm arayışı”nda neler yapılabileceğine dair “ipucu” aranıyorsa, TESEV’in Haziran 2011 tarihli “Dağdan İniş: PKK Nasıl Silah Bırakabilir?”, Uluslararası Kriz Grubu’nun (ICG) 20 Eylül 2011 tarihli “Türkiye: PKK’nın İsyanını Sona Erdirmek” ve 12 Eylül 2012 tarihli “Türkiye: Kürt Sorununun Çözümü ve PKK” (İngilizce orijinal adı nüanslı olarak farklı) başlıklı raporlarının dikkatle –bir kez daha- incelenmesi tavsiye edilir...
Paylaş