Paylaş
Sırrı Süreyya Önder kim?
BDP İstanbul Milletvekili. Sırrı Süreyya Önder’i tanımayan kalmadı. Bir milletvekilinin duyarlılık göstermesi gereken hemen her konuyla ilgilendiği, duyarlılık göstermesinin ötesinde, ‘eylemciliği’, yani toplumun birçok kesiminin çıkarlarını temsilde ön almış olduğu için. Sırrı Süreyya Önder, 550 milletvekilinden biri değil. Bunların 500’ünün adını ortalama bir Türk vatandaşı hiç duymamış olabilir ama Sırrı Süreyya Önder adını artık herkes biliyor.
Sırrı Süreyya, 1991’deki ‘Moskova Darbesi’nde –Sovyetler Birliği’nin sonunu getirmişti- karşı koymak için tankın üzerine tırmanarak direnişi simgeleştiren Boris Yeltsin’i hatırlatır biçimde, 31 Mayıs sabahı saat 05’te Gezi Parkı’nda ağaçları sökmeye gelen greyderin önüne kollarını açıp, göğsünü siper etmesiyle İstanbul’daki tarihi direnişin simge ismi oldu. Yediği gaz bombasıyla yaralanarak hastaneye de kaldırıldı.
‘Direniş’in simge ismi’ olduğu için, hafta içinde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Vekili Bülent Arınç’ın duruma çözüm bulunması girişimlerinde görüştükleri insanlardan biriydi. Zaten, Sırrı Süreyya Önder, ‘Gezi Parkı Direnişi’ne dek, Türkiye’nin en heyecan verici gelişmesi olan ‘barış süreci’nin de ‘başrol oyuncularından biri’ olarak öne çıkmıştı. Dört kez İmralı’ya gitti; birkaç kez de Kandil’e. Bir ‘barış yapıcısı’ olarak ün yaptı.
Ve, Sırrı Süreyya Önder’e geçen hafta ‘ceza’ kesildi. Bu ‘ceza’nın bizzat Başbakan Tayyip Erdoğan tarafından kesilmiş olduğu bir sır değil. Malum, ta 14 Nisan’dan beri yani yaklaşık iki aydan beri İmralı’ya 7. kez gitmek üzere BDP’nin başvurusundan sadece Selahattin Demirtaş ve Pervin Buldan’a izin çıktı. Sırrı Süreyya Önder ‘veto’ yedi. Madem, Gezi Parkı olayında önaldı, öyleyse İmralı’ya gidemez, ‘barış süreci’nde Başbakan’ın hışmını çekmiş olduğu için ‘barış süreci’nde oynayabileceği ve oynaması gereken rolü oynayamazdı. Çünkü, Recep Tayyip Erdoğan, Sırrı Süreyya Önder’e kızmıştır. (‘Kızgınlığın’, Sırrı Süreyya’nın barış sürecinde bugüne dek oynadığı olumlu rolle hiçbir ilişkisinin bulunmadığı açıktır.)
‘Gezi Direnişi’ niçin patlak verdi ve bu kadar geniş boyutlara ulaştıysa, Sırrı Süreyya’nın yediği ‘Tayyip Erdoğan vetosu’ da aynı şeydir; aynı zihniyetin ürünüdür. Bu ülkede her şey, Başbakan’ın iki dudağının arasında olmak zorundadır. Başbakan, kızarsa, ‘ceza’yı keser. Bir sorunu çözmek mi istiyorsunuz? Başbakan’ı kızdırmamalısınız.
Böyle bir kafa yapısı ‘barış süreci’nin önündeki en önemli tehdittir. Bir başka deyimle, Başbakan’ın ‘Gezi Direnişi’ne yaklaşımı, ‘barış süreci’ni de aklına öyle eserse, gözden çıkarabileceğine dair ipucu veriyor. O nedenle, ‘barış süreci’ni güvence altına almak, bunu bir ‘Tayyip Erdoğan performansı’ndan çıkartmaya, Başbakan’ın iniş-çıkışlarına, keyfine tabi kılmamaya bağlıdır. Bu, bir ‘devlet politikası’ ise ona göre yapılandırılmalı, kamuoyunun denetimini mümkün kılacak şekilde, nispeten ‘saydam’ bir ‘yol haritası’ ve ‘takvim’e kavuşturulmalıdır.
İşin başından beri söz konusu olan yapısal sakatlık, Sırrı Süreyya Önder’in yediği ‘veto’ üzerine, kendisini göremeyen Abdullah Öcalan’ın gösterdiği tepki sonucu, BDP’nin de nihayet uyanmasını sağladı. T24’ün haberine göre, Abdullah Öcalan, “Sırrı nerede” diye sorup, niçin gelmediğini öğrenince sinirlenmiş ve “Bu, kabul edilemez” demiş. Zaten, İmralı dönüşü, Selahattin Demirtaş da bundan sonra, İmralı’ya gidecek BDP heyetlerinin belirlenmesinde, hükümetin bugüne dek takınmış olduğu tutumu kabul edemeyeceklerini açıkladı.
‘Barış süreci’nin bir tarafı hükümet, daha doğrusu Tayyip Erdoğan. Diğer tarafı ise yok. Varmış gibi gösterilen tarafta, kimin yer alacağını da iki dudağının arasından Tayyip Erdoğan belirliyor. İlk heyette yer alan Ahmet Türk, bir konuşmasıyla Başbakan’ı kızdırdı; bir daha İmralı’ya gidemedi. Şimdi de ‘Gezi Parkı Direnişi’nin simgesi, dört kez İmralı-Kandil arası gidip gelmiş olan Sırrı Süreyya Önder ‘vetolu’. Aktörleri bu kadar ‘asimetrik’ biçimde mevzilenmiş ve gayet ‘keyfi’ yöntemle yönetilen bir ‘barış süreci’nin arzulanan sonuçları verebileceğinden kuşku duymaz mısınız?
Dicle Üniversitesi öğretim üyesi dostum Vahap Coşkun’un, dünkü Radikal 2’de ‘Gezi ve Kürtler’ başlıklı bir yazısı yayımlandı. Vahap Coşkun, Gezi Parkı’na bir kez ayak bassa, Taksim Meydanı’na bir kez uğrasa ve insanlarla bir beş-on dakika konuşsaydı, sanırım, çok farklı bir yazı kaleme alırdı. Kürtlerin Gezi Parkı eylemlerinden geri durduğunu öne sürerken, bunun nedenlerini “Eylemlerde bayraklar daha çok sallanmaya, İstiklal Marşı ve 10. Yıl Marşı daha fazla okunmaya, ‘Mustafa Kemal’in askerleriyiz’ diyenlerin sesi daha gür çıkmaya başladı. Süreç içinde protestolara 27 Mayıs’ı ve 28 Şubat’ı hatırlatan ritüeller de (avukatların ve akademisyenlerin cüppeleriyle yürümesi, lise öğrencilerinin sahaya çıkarılması vb.) eklendi...” cümleleriyle ifade ediyor.
Vahap Coşkun’u temin ederim ki, İstanbul’da durum böyle değil. Tam tersi. Sözünü ettiği gruplar ve simgeleri, 1 Haziran’dan önce sahnede değildiler. Polisin Taksim Meydanı’ndan çekilmesinden sonra ortaya çıktılar. Ancak, gün geçtikçe, sesleri daha gür değil, daha az çıkar oldu. Gezi Parkı’nda ‘Mustafa Keser’in Askerleriyiz’ posterleri göründü. 6 Haziran’da akademisyenlerin yürüyüşünü Tünel’den Gezi Parkı’na kadar izledim. Tek bir cüppeli akademisyen görmedim. Gezi Parkı-Taksim Meydanı ekseni, İstanbul halkının tüm kesimlerini içine çeken bir ‘özgürlük karnavalı’ halinde. Lise öğrencileri kadar ilkokul öğrencileri de orada.
Bu vesileyle, Ak Parti sözcülerinin –başta Başbakan- günlerdir vurgu yaptıkları ‘vandalizm’, ‘yakıp yıkmak vs.’ gibi suçlamaları haklı çıkartacak hiçbir şey yok Gezi Parkı ve Taksim Meydanı’nda ve en önemlisi İstiklal Caddesi’nde. Hiç kimse hiçbir yere saldırmıyor, yakıp yıkmıyor.
Sözün özü, Türkiye’de hiçbir kesim Kürtler kadar ‘demokrasi’ ve ‘özgürlük’ün değerini bilemez ve ‘Gezi Parkı Direnişi’ni anlamak, onunla dayanışma içinde olmak ve ona destek olmak bakımından, tüm Türkiye’de Kürtler, herkesin önünde olmak durumundalar. Nitekim, bunu Abdullah Öcalan da öyle değerlendirdiği için, ‘Gezi Parkı Direnişi’ni ‘selamladığını’ açıkladı. Olayın bir ‘siyasi kırılmaya yol açtığını’ bildirdi.
‘Gezi Parkı Direnişi’nin ifade ettiği ‘siyasi kırılma’nın sonucunda, Türkiye’de demokrasi yol alabilecek ise ‘özgürlükler’in elde edilmesinde yol alınacaksa, Türkiye ‘tek adam’ların ‘kibir’e dayanan yönetim zihniyetinden arındırılacak, ‘plebisiter demokrasi’ yerini ‘katılımcı demokrasi’ye bırakacaksa, ‘çoğunlukcu yönetim’in keyfiliğinin yerini ‘çoğulcu zihniyet’ alacaksa; bütün bunlar Kürt sorununun barışçıl çözümünün de en önemli ‘güvenceleri’ni oluşturacak.
‘Gezi Parkı’ ile ‘barış süreci’ arasında böyle bir ‘illiyet bağı’ var.
Sırrı Süreyya Önder’in de ‘Gezi Direnişi’ simge isimlerinden birisi olması, dolayısıyla, raslantı değil.
Bu arada, Başbakan’ın Kuzey Afrika dönüşü, ellerinde bayraklar onu havaalanında karşılayanların attığı sloganlar, onun bu manzaradan medet umar ‘hoşgörüsü’, Ak Parti MKYK’sının 15 ve 16 Haziran’da Ankara ve İstanbul’da 2 milyonu hedefleyen mitingler yapma kararı, dün Mersin ve Adana konuşmalarının içeriği, alanları dolduranların sergiledikleri görüntüler, ‘Barış Süreci’nin selameti bakımından hayra alamet değil.
‘Faşizan’ sinyaller, Kürt sorununa ‘çözüm’ü işaret etmez...
Paylaş