Paylaş
O “Gündelik lisanla söyleyeyim: Aynen Tarhan Erdem’in iç politika için söylediğine benzer biçimde, işin başında Davutoğlu dış politikada hiç görülmemiş derecede iyi idi, şimdi hiç görülmemiş derecede kötü” diye yazdı.
Öyle.
Baskın Oran, “2011’e kadar Davutoğlu’nun dış politikası, Türkiye’de emsali görülmemiş derecede parlak oldu” vurgusunu yaptıktan sonra, “Bunu defalarca yazdım” diye devam ediyor.
Ben de öyle. Defalarca yazdım. Hatta, bugün o daha önce “defalarca yazmış olduğum dış politikayı destekleyen yazılar” önüme “tutarsızlık karinesi” olarak sık sık getiriliyor.
AKP iktidarına ilişkin iflâh olmaz ön yargılardan hareket eden “Ulusalcı-laikçi” kesim, Davutoğlu (veya Erdoğan) dış politikasının günümüzde sergilediği iflâs tablosunun bugün geldiği nokta, başından beri görülmeliydi.
Buna karşılık, AKP’nin kör (ve çok kez pek de akıllı argümanlar üretebilme ve savunma yeteneğine sahip olmayan) yandaşları da, bağnaz ve hiç inandırıcı olmayan bir dille, “dış politika iflâsı” konusunda polemik yapıyorlar.
Bunlardan biri ve birçok yönden en talihsizi, Türkiye’de kolay elde edilebilen sıfatlardan birine sahip, Prof. sıfatlı bir AKP Genel Başkan Yardımcısı. Talihsiz olmasının baş sebebi, hiçbir donanıma ve deneyime sahip olmadan “dış politikadan sorumlu” olması. “İflâs” döneminde üstlenilecek sorumluluk değil.
AKP iktidarının dış politikasının Ortadoğu’da etkisini kaybetmiş olduğuna dair İstanbul çıkışlı bir Wall Street Journal yazısında, “Şu ana kadar Türkiye’nin bölgesel yaklaşımını gözden geçirdiğine ilişkin herhangi bir işaret yok” denildikten sonra, söz konusu AKP Genel Başkan Yardımcısı’nın şu sözlerine atıf yapılıyor:
“Birdenbire itirafta bulunmamız umut edilen ne tür yanlışlar var? Türkiye’nin yanlışı, eğer bir yanlış ise, demokrasi olmasıdır. Türkiye’nin yanlışı, eğer yanlışsa, insan haklarını savunmasıdır.”
Bu ipe sapa gelmez lâflarla dış politika savunması da, açıklaması da, polemiği de yapılmaz. İşin bir hazin tarafı ise, AKP’nin dış politikasının, Davutoğlu gibi “usta” algılaması oluşturmuş birisinden sonra, böylelerinin eline ve diline düşmüş olması.
Ama aslında, sorun, o dış politikanın Davutoğlu’nun elinde bu hale gelmiş olması. Baskın Oran, bunu şu satırlarla açıklamıştı:
“2000’lerin ikinci yarısında yaşadığımız Türk dış politikasının şimdiye kadar görülmüş en başarılı döneminin ardından,Türk dış politikasının şimdiye kadar görülmüş en fiyaskolu dönemi başladı. Arap Baharı 2011’de patlak verince, sanki şalter birdenbire indirilmiş gibi oldu. Peri masalı sona erdi.”
AKP iktidarı altındaki Türkiye’nin ilk 8 yılındaki “başarılı dış politikası”nın bugünkü “iflâs tablosu”na doğru yol almasına yol açan “radikal değişiklik”, 2011’de “Arap Baharı”ndan sonra gerçekleşti. Türkiye, “Arap Baharı”nın ilk döneminde “tarihin doğru tarafından yer almak” gibi kısmen realpolitik, “değişim dalgasının üzerinde yükselmek” gibi tümüyle realpolitik hesaplara göre davrandı.
Ancak, Ortadoğu dinamiklerini, uluslararası sistemdeki değişim parametrelerini tümüyle doğru okuyamadığı, daha da önemlisi Davutoğlu’nun okuyamadığını kabullenmediği, daha daha da önemlisi realpolitik ile en bağdaşmayacak biçimde “ideolojik saplantılar”da inat ve ısrar ettiği için, bugün içine girdiği açmazlara sürüklendi.
“Arap Baharı” denilen dönem, Tunus’taki gelişmelerle başlamıştı. Tunus, Müslüman Kardeşler’in “Tunus versiyonu” sayılan an-Nahda’nın önüne çıkmasına vesile oldu. Tunus’u Mısır takip etti ve Müslüman Kardeşler’den Muhammed Mursi, cumhurbaşkanı oldu, Müslüman Kardeşler de hükümet. Libya’da da Müslüman Kardeşler, Kaddafi sonrası iktidara tutunmuştu (Libya, şu anda parçalanmış bir ülke ve bir bölümünde el-Kaide türevleri ön planda).
“Arap Baharı” rüzgârı Suriye’den içeri girince, Türkiye, geleneksel politikasını terkederek, “Suriye muhalefeti”ni kurdu ve ev sahipliği yaptı ve bir dönem Ortadoğu’daki açılımının rampası yaptığı ve hatta Erdoğan ve Esad aileleri arasında yakınlığa işleri vardırdığı Şam’daki rejimle tüm köprüleri uçurdu. Suriye muhalefetinin belkemiğini, Suriye Müslüman Kardeşleri oluşturuyordu.
Yani, “Arap Baharı”, Sünni Arap ülkelerinde Müslüman Kardeşler’in iktidara gelme dalgasını ifade ettiği ölçüde ve anlamda, Türkiye, bu dalganın üzerine yerleşmek üzere, bölgesel politikasında büyük değişikliklere gitti.
Şimdi “peri masalı” bitti ise, bunu en çarpıcı biçimde ortaya koyan gelişme, şunun şurasında altı gün önce, Müslüman Kardeşler siyaset okulunun en iyisi sayılabilecek olan an-Nahda’nın Tunus’ta seçimleri kaybetmiş olması.
Tunus’ta 26 Ekim’de yapılan seçimlerde laik-sol eğilimli al Nida Tunus partisi 217 sandalyelik parlamentoda 85 sandalye kazandı. An-Nahda 69’da kaldı.
Müslüman Kardeşler akımının kalesi ve doğum yeri olan Mısır’da Müslüman Kardeşler iktidarı, kendisine karşı büyük kitle gösterilerinden yararlanan askeri darbe ile devrildi. Suriye’de kontrolü, an-Nusra’dan IŞİD’e uzanan ve kendisinden daha “aşırı” pozisyon alan Selefi-İslâmcı unsurlara kaptırdı. Filistin sahasının Müslüman Kardeşleri Hamas parçalı halde ve Fetih’e karşı hissedilir güç kaybına uğramış vaziyette.
Ve, Tunus’ta da seçim kaybetti. “Peri masalı”nın sonuna geldik.
Türkiye’nin realpolitik ile bağlarını kopartan, esas itibarı ile “Müslüman Kardeşler doğrultulu” bölge politikasında ısrar edilirse, “tecrit” ve dolayısıyla içerisi için “maliyeti yüksek yalnızlık” kaçınılmaz olur.
Böyle bir politika “değerlere bağlılık” açıklamaları ile, “değerli yalnızlık” gibi saçmalıklarla başarı şansı yakalayamaz. Sadece Ortadoğu’da değil, Batı’da da Türkiye’nin dış politikasının “alıcısı” yok.
WSJ’nin İstanbul çıkışlı “Türkiye’nin Ortadoğu’daki Nüfuzu İnişte” başlıklı yazısı şöyle başlıyordu:
“Pek uzun olmayan bir süre önce, güvenli bir Türkiye, Arap Baharı’nın enkazı arasından mantar gibi biten dost İslamcı rejimleri ile Ortadoğu’nun doğal lideri gibi davranıyor ve lideri Recep Tayyip Erdoğan, Arap toprağında nereye ayağını bassa, lehinde tezahürat yapan kalabalıklar altında yürüyemiyordu.
Şimdi, Irak, Suriye ve ötesinde İslam Devleti’nin (IŞİD) yükselişine karşı ABD’nin kendisine en fazla ihtiyaç hissettiği sırada, Türkiye’nin bölgesel nüfuzu aşağı bir noktaya inmiş durumda. Siyasi İslam’ın cazibesini abartan ihtiraslı politikalar –ve Ortadoğu’nun eski siyasi düzeninin dayanıklılığını iyi değelendirememek, Türkiye’yi bölgenin büyük bölümünden soyutladı. Irak Kürtleri dışında hemen hiçbir hükümet bugünlerde Ankara ile iyi ilişkilere sahip değil.”
AKP iktidarının dış politikasının Batı’daki imajı da kötü. The Economist’in son sayısında bu konuda yer alan yazının başlığı “Türkiye ve Avrupa: Komşularla Sorunlar”. Ve alt-başlık:
“Son davranışlar Türkiye’ye Batı’dan ve Avrupa Birliği’nden uzaklaştırıyor.”
Dış politikanın hangi “başarılı” noktadan “iflâs” fotoğrafına geldiğinin en şaşmaz ölçüsü, BM Güvenlik Konseyi’nde Türkiye’nin üyeliği için yapılan oylama: 2008’de Türkiye rekor oyla, 151 ülkenin desteğini alarak, Güvenlik Konseyi üyesi seçilmişti. 2014’te büyük bir iddia ile yeniden aday oldu, 60 oyda kaldı.
Ortada bir “yanlışlık” olmalı.
Birileri de bu durumdan “sorumlu” olmalı.
Paylaş