Uzun yıllar boyu, “dindar” oldukları için dışlanmış hatta horlanmış olma duygusunun tepkiselliğini yaşayan çok sayıda kişi için, aralarından çıkmış ve Türkiye’nin de ötesine geçip, tüm dünyaya dayılanan ve nizamat vermeye kalkışan birisini izlemek, onlara heyecan veriyor.
Wilhelm Reich, bugünün Türkiye’si ile karşılaştırılabilecek, 1930’lardaki benzer görüntüleri “kitlelerin faşizme doğru yol alması” ile açıklıyordu. “Psikoloji“ alanına girilerek, bazı toplum kesimlerinin Tayyip Erdoğan ile ilişkisi, “aşağılık kompleksi” üzerinden de açıklanabilir. Ne olursa olsun, Tayyip Erdoğan’ın yaygın “popülaritesi” inkâr edilemez.
Küçük görülmüş nice insan, o “Büyük Adam” olduğu takdirde sanki onunla birlikte büyüyeceklermiş gibi, “Reis” ile “simbiotik” bir ilişki geliştirmiş durumdalar.
O nedenle, görgüsüzlük ve israf eseri “Ak Saray” bile “Ona yakışır”, “Büyük Adam’ için öyle olmak zorunda” diye savunulabiliyor.
Peki, Tayyip Erdoğan “Büyük Adam” mı?
İddialı ve ihtiraslı olduğu ve Atatürk’le yarıştığı besbelli.
Nasıl, Atatürk “Türkiye Cumhuriyeti’nin banisi ulu önder” olarak bunca yıldır Türkiye’nin insanlarına anlatıldı ise, Tayyip Erdoğan da “Yeni Türkiye’nin banisi” gibi sürekli vurgulanıyor.
Ayrıca, Atatürk, nasıl, ona putperestçesine bağlı “Kemalistler” ürettiyse, Tayyip Erdoğan’ın hali de “Şeyh uçmaz, müritleri uçurur” deyişine uygun düşüyor. Tayyip Erdoğan, Kemal Atatürk’ten başka kendisini kıyaslamaya sokacağı bir kimseyi Cumhuriyet tarihimizde,pek görmüyor.
Bir diğeri “Her Biji Obama” (Bravo Obama) diye bağırdı. Urfa’dan birlikte geldiğimiz dostlardan biri, “Birazdan bombardıman başlar” dedi, “Hep böyle oluyor. Önce bir süre uçuyorlar. Herhalde tespit yapıyorlar. Sonra belli yerleri vuruyorlar.”
Kobani’ye kuş uçuşu birkaç yüz metre uzaklıktayız. Cumartesi gecesi. Suruç’u geçtikten sonra, dümdüz ovadan geçip, alçak yükseltiler üzerinde kurulu Kobane’ye varmak için bir 10 kilometre daha yol katetmek gerek. Mürşitpınar sınır kapısına birkaç kilometre kala, yol kesik.
Arkadaşlar, “Ardenek’e gideriz” diyorlar, Mürşitpınar’ın bir-iki kilometre doğusundaki köy. Iphone’daki harita uygulamasına göz atıyorum. “Küçükkendirci” yazıyor. Harita Türkçesi ile Suruç Kürtçesi arasında yerleşim merkezlerini tanımlama arasında fark var besbelli. Oraya giriş de kesilmiş. Az öteye geçiyoruz. Mehser’e. Haritada Çaykara yazıyor. Mehser’de Türkiye’nin dört bir yanından gelen –çoğunlukla Kürt- insanlar geniş Suruç ovasının soluk ışıklarına eşlik edercesine ateşler yakmışlar. Alevler yüzlerinde yansırken, “Kobani gecesi”ni birkaç yüz metre uzaklıktan izlemeye çalışıyorlar.
Karanlığın içinden biri gelip, sarılıyor; “Hoşgeldin. Sesinden tanıdım...” Bir başkası, “Yarım saat önce gelecektiniz. Çok şiddetliydi çarpışmalar” diyerek, o gün olan-biteni anlatıyor
Kobani’deki savaşın nasıl bir seyir izlediğini, askeri dengenin son günlerde belirgin biçimde IŞİD aleyhine nasıl değiştiğini anlatıyorlar. “Kobani Kantonu”nun sivil yöneticisi Enver Müslim, bir hafta önce Erbil’de bana, “Şehrin yüzde 30’u IŞİD’de, yüzde 70’i bizim elimizde. Şehrin yavaş yavaş IŞİD’den temizlenmesi başlıyor” demişti. Bir sorum üzerine, “1000 kadar sivilin halâ Kobani’de bulunduğu, şehirden ayrılmadığı” cevabını da vermişti.
Enver Müslim, IŞİD Kobani’de temizlendikten sonra, kırsal alanda tutunamayıp gerileyeceğini anlatmıştı. Kobani’nin dibinde “ahali”yle uzayan sohbetimizde, Enver Müslim’le Erbil’deki diyalogumuzu aktarıyorum. Onun söylediklerini onaylıyorlar. YPG’nin, bir gün öncesinden itibaren, Kobani’nin doğu yönünde, Rakka ile Kobani arasındaki karayolunu denetlemeye başladığını söylüyorlar. Bu, IŞİD’in takviye getirmesini güçleştiriyor.
Suruç’a doğru yola çıkmak üzere arabaya oturduğumuz anda, şiddetli bir infilâk sesi. Altımızdaki toprak hafiften titriyor sanki.
Türkiye’nin uluslararası profilinin sönükleşmesi, Ortadoğu’da “Türkiye modeli”nden söz edilirken, kısa süre içinde bölgesinde “yalnız ülke” haline dönüşmesi, Cumhurbaşkanı’nın, neredeyse tüm dış dünyada, kâh “Ak Saray” gibisinden görgüsüzlük ve hovardalık nedeniyle alay, kâh otokratik eğilimleri ve saldırgan söylemlerinden ötürü tepki konusu olması, AKP iktidarının gelip dayandığı ve geri çevirebilmesi giderek imkânsız hale gelen bir duruma işaret ediyor.
Türkiye, imparatorluk mirasçısı, jeopolitik önemi ve değeri tartışılmaz bir ülke. AKP iktidarıyla birlikte, İslamcılık ile demokrasinin bağdaşabileceğinin başarılı örneği olması umudu, muazzam bir “tarihi fırsat” yaratmıştı. Bu “tarihi fırsat” kaçmıştır. AKP iktidarının bu anlamdaki başarısızlığı, Türkiye sınırlarının ötesinde de önem ve anlam taşıyor.
Bizler, ülkemizin “Müslüman kimlikli bir demokrasi” olarak uluslararası alanda başarıyla parlamasından ne kadar mutlu olacaksak, aksi durumdaki bir manzaranın bir “iç politika konusu” olmanın çok ötesinde bir rezonansa yol açtığını görmek durumundayız.
Yirmi yıla yakın bir süredir “İslamcılık ile demokrasinin bağdaşması”nın mümkün olduğuna inanmış, Batı medyasının günlük diliyle ifade etmek gerekirse “ılımlı İslam”ın geçerliliğini savunmuş insanlar açısından, AKP’nin Türkiye’yi getirdiği, Türkiye’nin AKP ile geldiği noktanın büyük ve derin bir hayal kırıklığına yol açmış olduğunu itiraf etmeliyiz.
Ancak, burada dikkatten kaçırılmaması gereken nokta şudur: “İslam ile demokrasi” ,“Müslümanlar ile demokrasi” arasında bir sorun olamaz. Bu konulardaki kanaatlerimizi koruyoruz.
Bununla birlikte, “İslamcılık”, başka bir deyimle hangi renk ve tonda olursa olsun, “siyasal İslamcılık” ile demokrasinin bağdaşmazlığı, maalesef, başka örneklerinin yanı sıra “Türkiye’deki AKP örneği” ile de ortaya çıkıyor.
Görememiş olduğumuz budur. Ama, 2011’e kadar görülen de şimdi görülen değildi. Şimdi görülebilenin 2013 Gezi’den sonra görülmemesinin mazereti olamaz. Türkiye, o “kırılma noktası”ndan itibaren AKP iktidarı altında bir “İslamcı baskı rejimi”ne doğru sapmaya başlamıştır.
Yine de şu sorular sorulabilir ve sorulmalıdır:
Tezcür, yazının dayandığı “Radikal Türkler – Niçin Türkiye Vatandaşları IŞİD’e Katılıyorlar” başlığı ile Foreign Affairs dergisinin son sayısında yayımlanan yazının sahiplerinden. Sabri Çiftçi adlı bir diğer Türk akademisyen ile birlikte yaptıkları Türkiye’deki saha araştırmasının değerlendirmesi olan yazıdan yola çıkarak, bana ek bilgiler verdi.
Önce onları aktarayım.
Tezcür ve Çiftçi, “Suriye’de cihada giden” yani IŞİD’e katılmış olan ve sayıları “1000’in oldukça üzerinde” olan kişilerin 112’sinin bilgilerine ulaşmışlar. Bu 112 kişinin 31’i evli ve genelde çocuk sahibi. 37’si bekâr. Geri kalanların medeni durumuyla ilgili bilgiye ulaşılamamış. 112 kişinin 51’i Kürt, 34’ü Türk ya da başka bir etnik kökene sahip. 27’sinin etnik kökeniyle ilgili bilgi edinilmemiş.
Bunların, “nereli olduklarına bakıldığında” iki il Adıyaman (12) ve Diyarbakır (11) rakamı ile diğerlerinin önünde görünüyorlar.
Güneş M. Tezcür, IŞİD’e katılımın yanısıra Suriye’ye YPG-YPJ saflarında katılmaya giden Kürtlerin kaydı üzerinde de çalışma yürütüyormuş. Bunların arasında 170 kişinin kaydına ulaşmış. Kaydına ulaştığı 170 kişiden 120’si, çoğunluğu son iki ay içinde Kobani’de olmak üzere, hayatını IŞİD’e karşı savaşırken kaybetmiş.
YPG-YPJ saflarında çatışmaya gidenler, IŞİD ya da diğer İslamcı örgütlere katılmak üzere, kendi deyimleriyle “cihada gidenler”e oranla daha genç olup ve genelde bekârlar. IŞİD’e ortalama katılma yaşının 27 olduğuna dünkü yazımızda yer vermiştik.
YPG-YPJ saflarına katılanlar arasında, haliyle, çok sayıda genç Kürt kadını da yer alıyor. Katılım rakamlarıyla öne çıkan iller sırasıya Diyarbakır (33), Mardin (16), Urfa (15), Şırnak (14), Siirt (14), Hakkari (13) ve Muş (12). Adıyaman ve Bingöl’den YPG-YPJ saflarına katılan çok azmış. Güneş Tezcür’ün buna ilişkin değerlendirmesi şöyle: “Bu da, bu iki ilde İslami cemaatlerin etkinliğini ve Kürt hareketinin nispeten daha cılız olmasıyla da açıklanabilir.”
IŞİD’e katılımda, Türkiye’nin doğusu ve güneydoğusu yüzde 50 dolaylarında bir oran göstermekle birlikte, ülkenin her bölgesinden katılım söz konusu. Konya’da 9 kişi saptanmış ama bunların bir bölümü Cihanbeyli-Kulu hattından; yani Orta Anadolu Kürtlerinden. 112 kişiden 14’ünün nereden geldikleri saptanamazken, geri kalanların Yalova, Kayseri, Bursa, Giresun gibi, yaygın ve dolayısıyla temsili anlam taşıyan bir coğrafi alandan geldikleri (ya da gidip IŞİD’e katıldıkları) bulgusuna erişilmiş.
İslam Devrimi’nin ertesiydi. İslam Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarıydı. Bir yandan da, Yirminci Yüzyıl’ın en kanlı savaşlarından biri cereyan ediyordu. Bizdeki 12 Eylül’den tam bir hafta sonra 1980 yılında Saddam ordularının aniden İran’a saldırmasıyla patlak vermiş olan savaş, tam sekiz yıl sürdü ve Humeyni’nin “zehir içmek” diye nitelediği bir “ferman” ile ateşkesi kabul etmesi sonucunda 1988 yılında sona erdi.
Humeyni’nin böyle bir “ferman” yayınlayacağına hiçbir zaman ihtimal vermemiştim. Oysa yıllar boyu İran’daki en önemli kaynaklarımdan biri olmuş olan yakın dostum Muhammed Sadık Hüseyni, Humeyni’nin böyle bir açıklama yapabileceğini bir süre önce bana, hem de şiirsel bir Farsça ile söylemişti de, o sözleri bir “şaka” gibi algılamıştım. Muhammed Sadık’ın dediği çıktı. O zaman Humeyni’yi iyi sezdiğini, “Şii kültür kodları”na vukufunu bir kez daha anlamış oldum.
Muhammed Sadık Hüseyni, Irak kökenli, Almanya’da üniversite bitirmiş bir mühendisti. Ailesinin bir bölümü Lübnan’da Beyrut’un Şii banliyösünde (Dahya) yaşıyordu. “Şiilerde mezhebi kimlik, ülkeden ya da ulusal kimlikten önde gelir” tezini doğrular biçimde, İran’ın yeni siyasi eliti içinde yer alıyordu. Rafsancani’ye yakındı. Hem iyi haber toplar, hem keskin analizler yapardı. Yıllar sonra, İran’ın “reformcuları” arasına katıldığını, 2000’li yıllarda uzun bir aradan sonra karşılaştığımızda kendisinden öğrenmiştim.
İran’ın yeni yüzyıl başındaki “reformcu” cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi’nin “danışmanları”ndan biri olduğunu Thomas Friedman’ın, New York Times’taki köşesinden önceki gün öğrendim. “Freud and the Middle East” (Freud ve Ortadoğu) başlıklı ilginç yazısında Friedman, bölgede iyi bilinen Mayadeen adlı televizyon kanalının Muhammed Sadık Hüseyni ile yaptığı bir söyleşiye yer vermişti.
Kadim dostum, İran’daki güvenilir kaynağım Muhammed Sadık, İran’ın, uzantıları üzerinden dört Arap başkentinin de facto kontrolünü ele geçirdiğini söylemiş. “Şii milis gücü Hizbullah üzerinden Beyrut, Başşar Esad’ın Şii/Alevi rejimi yoluyla Şam, Şii ağırlıklı hükümet aracılığıyla Bağdat, ve Batı’da pek az kişinin dikkat ettiği bir sırada İran yanlısı, Yemen’in Şiilik ile ilişkili tarikatı Hutilerin ele geçirmesiyle Sana.”
Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen başkentlerinde (ve o ülkelerin önemli bir bölümünde) Sünniler yönetilen, Şiiler yöneten konuma kaymış durumdalar ve Ortadoğu Şiileri, kuşkusuz, İran’ın “devlet gücü”nü arkalarına almış haldeler.
İran, Ortadoğu’da bölgede nüfuzunu bu şekilde yaysa bile, çoğunluk Sünni olduğu için bölgenin tümüne hükmedemez. Ama Friedman’ın yazısında, tıpkı İran’ın “Şiilik” namına bölge hakimiyeti peşinde koşması gibi, Sünnilerin Ortadoğu’da oldum olası, bir “halifelik devleti” altında tüm bölgeyi birleştirme peşinde koştuğuna dikkat çekiliyor.
Bu çerçevede, IŞİD’in Irak ve Suriye topraklarında “Hilafet Devleti” kurduğu hatırlatılırken, Tayyip Erdoğan’a da gönderme yapılıyor. Erdoğan’ın da aslında kendisinin liderlik yapacağı bir
Tabii ki, simgesel anlamda. Berlin Duvarı, Berlin’i ayırırken, Almanya’nın Batı ve Doğu diye bölünmüşlüğünü ve Almanya üzerinden Avrupa’nın bölünmüşlüğünü, “İki-kutuplu” ama “Avrupa-merkezli” olarak dünyanın bölünmüşlüğünü de ifade ediyordu.
O nedenle, Berlin Duvarı’nın çökmesi, Soğuk Savaş’ın sona ermesi anlamına geliyordu. Soğuk Savaş da, tıpkı Birinci ve İkinci Dünya Savaşları gibi küresel ölçekte idi ve Birinci ve İkinci Büyük Savaş ile kullanılan yöntem bakımından ayrılsa da –zaten adı o nedenle “Soğuk Savaş” olarak konulmuştu- o da bir tür “Dünya Savaşı” idi.
Berlin Duvarı’nın yıkılması, 20. Yüzyıl’daki son dünya ölçeğindeki savaşın sona ermesinin ilânıydı. Nasıl İkinci Dünya Savaşı, Birinci Dünya Savaşı’nın ürünü ise, Soğuk Savaş da, İkinci Dünya Savaşı’nın ürünüydü. İçinde yaşadığımız bugünün dünyası ise, Soğuk Savaş sonrasının, “tek kutuplu” ancak yerine tam yerleşememiş yeryüzünün yansıması.
Berlin’in ve giderek Almanya’nın ve bugünkü manzarasıyla Avrupa’nın birleşmesinin yolu açılırken, Sovyetler Birliği yok oldu. Onunla birlikte Yugoslavya da ortadan kalktı.
Sovyetler Birliği’nin yerini, “fizikî anlamda” 15 yeni cumhuriyet, çok kanlı biçimde dağılan Yugoslavya’nın yerini ise bir zorla yapıştırılmış, kendi içinde iki ayrı devlet gibi bir federasyon, toplam 7 yeni devlet aldı. Çekler ve Slovaklar, “Katolik nikâhı”nı “medeni boşanma” ile noktalayıp, AB içinde yeniden buluştular.
Soğuk Savaş’ın sona erişinin yani Berlin Duvarı’nın çöküşünün yol açtığı “artçı şoklar” ve meydana getirdiği “tektonik sarsıntılar”, Avrasya’da ve bu arada Ortadoğu’da şiddetli ve kanlı biçimde yaşanmaya devam ediyor.
Berlin’de duvarın çöküşü bir metafor olarak kullanıyor. Yoksa, 13 Ağustos 1961 günü inşa edilmeye başlayan ve şehri ikiye bölmekle kalmayıp, Batı Berlin’i dört tarafından kuşatılmış bir ada, Doğu Berlin’i ise insanların seyahatini engelleyen bir bakıma geniş bir hapishaneye dönüştürmüş olan Berlin’in Doğu ve Batı bölümünü ayıran iç duvarının uzunluğu 43 kilometre idi. Toplamı 155 kilometre. Doğu ve Batı Berlin arasında biri demiryoluyla olmak üzere 8 geçiş noktası vardı. Gözetleme kuleleri, elektrikli ya da dikenli tellerin üzerini kapladığı duvar, genellikle 3,5 kilometre yüksekliğindeydi.
9 Kasım 1989 gecesi
(Türkiye ile ABD arasındaki) İlişkiler temel bir değişiklikten geçiyor. Bu da Kürtlerle yeni ilişkilerin kapısını açıyor. Her şey yenileniyor. Ortadoğu'da değişim kapıyı çalıyor...
ERBİL – Kürdistan Parlamentosu’nun binasından içeri girip, bir kat yukarı çıktığımda Başkan’ın odasının yanındaki duvarda, bugüne kadarki parlamento başkanlarının fotoğrafları dizilmiş. Sayı ne kadar da artmış. Son sıralardaki fotoğrafların bazılarının sahiplerini tanımıyorum üstelik.
Bu parlamentonun oluştuğu 1992 yılında ilân edildiğinde Türkiye’de nasıl kıyamet koptuğunu hatırlıyorum. Aradan geçen çeyrek yüzyıla yakın sürede, herşeye rağmen, Türkiye’nin zihin kalıplarında ne kadar da çok şeyin değişmiş olduğunu farkediyorum bir yandan.
Bazı şeyler ise kolay değişmiyor. Nisan’dan bu yana Kürdistan Parlamentosu’nun Başkanı olan Yusuf Muhammed, bugüne kadar o binanın gördüğü en genç başkan. 36 yaşında. Gorran (Değişim) Hareketi’nden. “Kürdistan’ın en önemli sorunlarından biri, kuşaklar arasında. Eski kuşağı yerinden kımıldatmak ve yol alabilmek genç kuşaklar için gerçekten çok zor” diyor. Halepçeli. Siyasi ihtirasları yok. “Üç yıl sonra seçimler var; işime geri döneceğim” diyor görev süresinin sona ermesini adeta iple çekercesine. Süleymaniye Üniversitesi’ndeki görevine dönecek.
Bir gece önce, Kürdistan Yönetimi’nin eski başbakanı ve eski Irak başbakan yardımcısı Barham Salih’in evine adım attığımda, kendimi hararetli bir IŞİD sohbetinin içinde ve ihtiraslı Irak politikacılarının arasında buluyorum. Konuklardan biri Usame el-Nuceyfi. Cumhurbaşkanı Yardımcısı (Sünni) Musul’lu. Bir diğeri Selim el-Cubburi, Meclis Başkanı. Diyala’lı, Sünni.
Kiminle konuşsanız anlıyorsunuz ki, buradaki yani Irak’taki IŞİD, Suriye’dekinden belli ölçülerde farklılık gösteriyor. Irak’taki IŞİD, Saddam’ın Baasçı unsurlarını, en önemlisi eski Irak ordusunun savaş deneyimli Sünni kimlikli subayları ve askerlerini de kapsıyor.
Biri atılıyor, “IŞİD’in buradaki komutanlarından biri Cumhuriyet Muhafızları’nın iki numarası…”
Irak’ın yeni Kürt cumhurbaşkanı Fuad Masum kürsüde konuşmasına, yeğeninin, Kürtlerin iddialı düşünce kuruluşu MERİ’nin (Orta Doğu Araştırma Enstitüsü) Başkanı Dilaver Alaeddin’in, takdim konuşmasında kendisinden “Ekselans” diye söz etmesine gönderme yaparak başladı. “Arapça’da ‘ekselans’ anlamına gelen dört sıfat bulunduğunu, bunların hepsinin Osmanlılar tarafından kullanıldığını” söyledi ve “Ben, bunların hiçbiriyle hitap edilmek istemiyorum” dedi. “Bana Seyyid Reiscumhur deyin yeter…”
Yani, Irak Cumhurbaşkanı Fuad Masum’a “Sayın Cumhurbaşkanı” demek kifayet edecek. Dilaver, takdim konuşmasında, “Fahamet el-Reis” dediğini duyduğum anda, birkaç dakika önce Fuad Masum ile el sıkışırken hata yapmış olabileceğimi aklımdan geçirmiştim. Uzun süredir karşılaşmamıştık. Arapça ve şaka yollu bir vurguyla “Ekselans Cumhurbaşkanı” diyerek elimi uzattığımda, gülerek, Türkçe, “Nasılsın” diye karşılık vermişti. Ancak, o sırada, zihnimden “Bu kullandığım ‘ekselans’ sıfatı galiba krallar ya da prensler için kullanılan cinsten idi; cumhurbaşkanları için bu kullanılmıyordu” düşüncesi de hızla geçmişti. Arapça ‘ekselans’ yerine geçen dört ayrı ve hepsi Osmanlı’dan kalma dört ayrı sıfat olduğunu, kendisi için hiçbirinin kullanılmamasını istediğinde öğrenmiş oldum.
Türkiye, Tayyip Erdoğan’ın kendisini Osmanlı sultanlarından bile daha azametli hale getirmek için her türlü sembolizmi kullanan, bu arada, 1 milyar 370 milyon’a patlamış “görgüsüzlük eseri” Ak Saray tartışmalarıyla çalkalanırken, yanıbaşındaki Irak’ta Cumhurbaşkanı’nın “Bana Osmanlı’dan kalma sıfatları cumhurbaşkanı sıfatının önüne ekleyerek hitap etmeyin” diye ısrar etmesi, hayli “ironik” geldi.
Denebilir ki, “Yeni Türkiye’nin yeni Cumhurbaşkanı”nın yanında devlet ve toprak bütünlüğü tartışmalı hale gelmiş, ikinci en büyük kenti Musul, IŞİD’in eline düşmüş, topraklarının bir bölümünde IŞİD’in “İslam Devleti”nin hüküm sürdüğü Irak’ın cumhurbaşkanı ile bizimki bir tutulabilir mi?
Türkiye ile Irak ve Kürdistan karşılaştırmasını nasıl ve ne kadar yapsanız da, şu gerçek değişmiyor:
Erbil’den bakıldığında, Tayyip Erdoğan ve iktidarı ve dolayısıyla Türkiye, Ankara’dan gösterilmek istendiği gibi görünmüyor.
IŞİD’in sahneye çıkışıyla birlikte, Türkiye’nin ortaya koyduğu (veya kendisinden beklenen ama koymadığı) performansından ötürü çok ciddi bir “irtifa kaybı” söz konusu.
Kobani’ye “Peşmerge geçişi”ni sağlamak üzere “koridor” açılması ve ardından gelen gelişmelerle bir nebze “hasar tamiri” yapılmış ve işlerin yavaş yavaş tekrar yoluna koyulması bekleniyor ama “karizma bir kere çizilmiş.”