Paylaş
İslam Devrimi’nin ertesiydi. İslam Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarıydı. Bir yandan da, Yirminci Yüzyıl’ın en kanlı savaşlarından biri cereyan ediyordu. Bizdeki 12 Eylül’den tam bir hafta sonra 1980 yılında Saddam ordularının aniden İran’a saldırmasıyla patlak vermiş olan savaş, tam sekiz yıl sürdü ve Humeyni’nin “zehir içmek” diye nitelediği bir “ferman” ile ateşkesi kabul etmesi sonucunda 1988 yılında sona erdi.
Humeyni’nin böyle bir “ferman” yayınlayacağına hiçbir zaman ihtimal vermemiştim. Oysa yıllar boyu İran’daki en önemli kaynaklarımdan biri olmuş olan yakın dostum Muhammed Sadık Hüseyni, Humeyni’nin böyle bir açıklama yapabileceğini bir süre önce bana, hem de şiirsel bir Farsça ile söylemişti de, o sözleri bir “şaka” gibi algılamıştım. Muhammed Sadık’ın dediği çıktı. O zaman Humeyni’yi iyi sezdiğini, “Şii kültür kodları”na vukufunu bir kez daha anlamış oldum.
Muhammed Sadık Hüseyni, Irak kökenli, Almanya’da üniversite bitirmiş bir mühendisti. Ailesinin bir bölümü Lübnan’da Beyrut’un Şii banliyösünde (Dahya) yaşıyordu. “Şiilerde mezhebi kimlik, ülkeden ya da ulusal kimlikten önde gelir” tezini doğrular biçimde, İran’ın yeni siyasi eliti içinde yer alıyordu. Rafsancani’ye yakındı. Hem iyi haber toplar, hem keskin analizler yapardı. Yıllar sonra, İran’ın “reformcuları” arasına katıldığını, 2000’li yıllarda uzun bir aradan sonra karşılaştığımızda kendisinden öğrenmiştim.
İran’ın yeni yüzyıl başındaki “reformcu” cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi’nin “danışmanları”ndan biri olduğunu Thomas Friedman’ın, New York Times’taki köşesinden önceki gün öğrendim. “Freud and the Middle East” (Freud ve Ortadoğu) başlıklı ilginç yazısında Friedman, bölgede iyi bilinen Mayadeen adlı televizyon kanalının Muhammed Sadık Hüseyni ile yaptığı bir söyleşiye yer vermişti.
Kadim dostum, İran’daki güvenilir kaynağım Muhammed Sadık, İran’ın, uzantıları üzerinden dört Arap başkentinin de facto kontrolünü ele geçirdiğini söylemiş. “Şii milis gücü Hizbullah üzerinden Beyrut, Başşar Esad’ın Şii/Alevi rejimi yoluyla Şam, Şii ağırlıklı hükümet aracılığıyla Bağdat, ve Batı’da pek az kişinin dikkat ettiği bir sırada İran yanlısı, Yemen’in Şiilik ile ilişkili tarikatı Hutilerin ele geçirmesiyle Sana.”
Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen başkentlerinde (ve o ülkelerin önemli bir bölümünde) Sünniler yönetilen, Şiiler yöneten konuma kaymış durumdalar ve Ortadoğu Şiileri, kuşkusuz, İran’ın “devlet gücü”nü arkalarına almış haldeler.
İran, Ortadoğu’da bölgede nüfuzunu bu şekilde yaysa bile, çoğunluk Sünni olduğu için bölgenin tümüne hükmedemez. Ama Friedman’ın yazısında, tıpkı İran’ın “Şiilik” namına bölge hakimiyeti peşinde koşması gibi, Sünnilerin Ortadoğu’da oldum olası, bir “halifelik devleti” altında tüm bölgeyi birleştirme peşinde koştuğuna dikkat çekiliyor.
Bu çerçevede, IŞİD’in Irak ve Suriye topraklarında “Hilafet Devleti” kurduğu hatırlatılırken, Tayyip Erdoğan’a da gönderme yapılıyor. Erdoğan’ın da aslında kendisinin liderlik yapacağı bir “İslam Birliği” peşinde koştuğu görüşü ve iddiasına değiniliyor. Bu iddia şu cümleyle ifade ediliyor:
“Nasıl her İsraillinin içinde, Batı Şeria’daki bir ‘Yahudi yerleşimci’ var ise, her Sünni’de de bir nebze hilafet rüyası vardır. Bazı Türk analistler Erdoğan’ın Irak ve Suriye’de çoğulcu bir demokrasi kurma rüyası görmediğini, daha ziyade IŞİD’in değil, kendisinin önderliğinde bir modern Sünni halifelik rüyası gördüğünden kuşkulanıyorlar. ((Erdoğan) o tarihe kadar, açıkçası, sınırlarının dibinde IŞİD’i bir bağımsız Kürdistan’a tercih ediyor.”
Bu değerlendirmenin isabetini, doğruluğunu tartışmak ve polemik için heveslenmek çok anlamlı değil. Önemli olan, bu tür yazıların ve değerlendirmelerin gerek Ortadoğu’da ve gerekse Batı’ta çok yaygınlaştığı ve milyonlarca insanın zihin kalıplarının bu şekilde oluşmaya başladığı.
Yakın geçmişe kadar Ortadoğu’da “örnek ülke” konumunda bulunan “İslam ile demokrasinin pekalâ uzlaşabileceği”nin “başarılı kanıtı” olarak sunulan “AKP Türkiye’si”nin artık “Türkiye’nin demokrasiden uzaklaşması”nın örneği ve “geçersiz dış politika”nın kanıtı halinde sunulması önemli olan.
Bu, acaba “ılımlı İslam’ın iflası” olarak mı görülüyor? Bu, henüz telâffuz edilmemiş olmakla birlikte, “Türkiye tecrübesi”, daha doğrusu “AKP’nin model olmaktan çıkması” ya da “demokratik başarısızlığı” üzerinden, “ılımlı İslam’ın geçersizliği” tartışmasına doğru yol alınıyor olunması ihtimali mevcut.
Bu çerçevede, ABD’deki iki Türk akademisyeninin olağanüstü önemde ve ilginç bir çalışması dikkat çekiyor. Chicago’daki Loyola Üniversitesi’nden Siyaset Bilimi Doçenti Güneş Murat Tezcür ile Kansas State Üniversitesi’nden Dr. Sabri Çiftçi, çok itibarlı Foreign Affairs dergisinin son sayısında “Radical Turks – Why Turkish Citizens are Joining ISIS” (Radikal Türkler-Niçin Türkiye Vatandaşları IŞİD’e Katılıyorlar) başlıklı kısa bir yazı yayımladılar.
Güneş Murat Tezcür, Kürt meselesi konusunda da gayet ciddi ve akademik değeri yüksek çalışmalarıyla dikkat çeken bir isim. Her iki Türk akademisyeninin Foreign Affairs yazısı ise, bir süredir birlikte yürüttükleri saha çalışmasının sonuçlarının değerlendirmesine dayanıyor.
Ortaya çıkan sonuçlar, yaklaşık yirmi yıldır birçoğumuzun Türkiye’deki İslami hareket, sosyolojik dayanakları, AKP ve AKP iktidarı, sivil toplum, vs. gibi birçok konudaki “konvansiyonel kanaatleri”ni, genelgeçer hükümleri ve “yerleşik ezberleri” yerle bir edecek nitelikte ve son derece önemli.
Tezgör ve Çiftçi’nin saha çalışması sonucunda elde ettikleri bulgulara göre, 1000 dolayında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı IŞİD’e, birkaç yüzü de Nusra Cephesi’ne iltihak etmişler.
Çarpıcı bulguların çok önemli bölümü, IŞİD’e, Nusra Cephesi ya da Suriye’deki diğer “cihadî” örgütlere katılımın, “yoksulluk”, “Müslümanlara baskı” ya da “ayrımcılık” gibi nedenlerden kaynaklanmadığını ortaya koyuyor. “Eğitimsizlik” de bir neden değil.
Katılanların aralarında avukatlar, tüccarlar, küçük esnaf, üniversite öğrencileri, hükümet ve özel sektör çalışanları var. Ortalama katılım yaşı, Kürt silahlı örgütlerine oranla hayli yüksek: 27. Bu arada, yüzde 50’si Kürt kökenli. Üçte biri, daha önce Afganistan, Bosna, Çeçenistan ve Irak’taki savaşlara da katılmışlar. Aralarında İslami faaliyetlerden ötürü mahkemeye düşmüş 17 kişinin dışında hiçbirinin siyasi eylemcilikten kaydı yok.
“Radikal Türkler – Niçin Türkiye Vatandaşları IŞİD’e Katılıyorlar” yazısının önemli göstergelerinin başında, bu “katılım” ile Türkiye’deki AKP iktidarı arasındaki bağlantı geliyor. Ayrıca, Türkiye’de demokratikleşmede geriye gidiş, otoriterleşme, sivil toplumun alanının genişlemesi ve iktidarı denetleyecek kurumların zayıflaması ile “IŞİD’e ilginin gelişmesi” arasında da paralellik kurulabiliyor.
Çok önemli ve ilginç bir konu. Yarın devam edeceğiz...
Paylaş