Paylaş
Türkiye’nin uluslararası profilinin sönükleşmesi, Ortadoğu’da “Türkiye modeli”nden söz edilirken, kısa süre içinde bölgesinde “yalnız ülke” haline dönüşmesi, Cumhurbaşkanı’nın, neredeyse tüm dış dünyada, kâh “Ak Saray” gibisinden görgüsüzlük ve hovardalık nedeniyle alay, kâh otokratik eğilimleri ve saldırgan söylemlerinden ötürü tepki konusu olması, AKP iktidarının gelip dayandığı ve geri çevirebilmesi giderek imkânsız hale gelen bir duruma işaret ediyor.
Türkiye, imparatorluk mirasçısı, jeopolitik önemi ve değeri tartışılmaz bir ülke. AKP iktidarıyla birlikte, İslamcılık ile demokrasinin bağdaşabileceğinin başarılı örneği olması umudu, muazzam bir “tarihi fırsat” yaratmıştı. Bu “tarihi fırsat” kaçmıştır. AKP iktidarının bu anlamdaki başarısızlığı, Türkiye sınırlarının ötesinde de önem ve anlam taşıyor.
Bizler, ülkemizin “Müslüman kimlikli bir demokrasi” olarak uluslararası alanda başarıyla parlamasından ne kadar mutlu olacaksak, aksi durumdaki bir manzaranın bir “iç politika konusu” olmanın çok ötesinde bir rezonansa yol açtığını görmek durumundayız.
Yirmi yıla yakın bir süredir “İslamcılık ile demokrasinin bağdaşması”nın mümkün olduğuna inanmış, Batı medyasının günlük diliyle ifade etmek gerekirse “ılımlı İslam”ın geçerliliğini savunmuş insanlar açısından, AKP’nin Türkiye’yi getirdiği, Türkiye’nin AKP ile geldiği noktanın büyük ve derin bir hayal kırıklığına yol açmış olduğunu itiraf etmeliyiz.
Ancak, burada dikkatten kaçırılmaması gereken nokta şudur: “İslam ile demokrasi” ,“Müslümanlar ile demokrasi” arasında bir sorun olamaz. Bu konulardaki kanaatlerimizi koruyoruz.
Bununla birlikte, “İslamcılık”, başka bir deyimle hangi renk ve tonda olursa olsun, “siyasal İslamcılık” ile demokrasinin bağdaşmazlığı, maalesef, başka örneklerinin yanı sıra “Türkiye’deki AKP örneği” ile de ortaya çıkıyor.
Görememiş olduğumuz budur. Ama, 2011’e kadar görülen de şimdi görülen değildi. Şimdi görülebilenin 2013 Gezi’den sonra görülmemesinin mazereti olamaz. Türkiye, o “kırılma noktası”ndan itibaren AKP iktidarı altında bir “İslamcı baskı rejimi”ne doğru sapmaya başlamıştır.
Yine de şu sorular sorulabilir ve sorulmalıdır:
Ne görülmemiştir? Niçin görülmemiştir? Görülebilir miydi? Yaşanmadan görülebilmesi mümkün müydü? AKP deneyi farklı yaşanabilir miydi?
Bunlar, Türkiye’nin siyasi tarihi ve kimi bireylerin entelektüel tarihi bakımından irdelenmesi gereken, basit, kısa ve çabuk bulunabilecek cevapları olmayan sorular.
Tarihin bugünkü zaman aralığında, Ortadoğu coğrafyasında IŞİD’in ortaya çıkabilmesi, ne kadar yaşayabileceği belli olmamakla birlikte Türkiye’nin yanı başında, bundan yüzyıl önce Türkiye’nin yönetimindeki topraklarda bir “Hilafet Devleti” kurabilmiş olması önemlidir. Türkiye’nin başında da sürekli seçim kazanma başarısı gösteren ve IŞİD’le uzak ya da yakın “ideolojik akrabalık” ilişkilerine sahip olduğu görüntüsünü veren ve giderek içine kapanıp daralan bir “İslamcı” iktidar görüntüsü, birçok şeye, ülkemize, çevremize ve her birimizin içine ayna tutmakta olan çok çarpıcı bir gelişmedir.
Türkiye’nin kurumsal bir parçası olduğu (özellikle NATO üyeliğiyle) “uluslararası sistem”, giderek, Ortadoğu’daki IŞİD olgusunu, karşı konulması gereken “bir numaralı öncelik” olarak belirlerken, AKP iktidarının Türkiye’si IŞİD’e “müzahir” olabileceği izlenimini veriyor.
AKP Türkiye’si, Batı dünyasıyla arasına her geçen gün mesafe koyarak, demokrasiden, ister istemez uzaklaşarak, “Ortadoğu İslamcılığı”nda yol almaya çalışıyor. Bu, yeni bir dünya tasavvurudur ve Tayyip Erdoğan ile Ahmet Davutoğlu’nun söylemi dikkatle incelenirse, bu gidişatı doğrulayan çok sayıda kanıt elde edilebilir.
Shadi Hamid, The Atlantic dergisinde “The Roots of the Islamic State’s Appeal” (İslamî Devlet’in Çekiciliğinin Kökleri) başlıklı önemli bir makale yazdı. “IŞİD’in yükselişi, liberal determinizmin, yani tarihin daha akılcı ve laik bir geleceğe doğru hareket ettiği nosyonunun, Ortadoğu’nun gerçeklerini açıklamakta başarısızlığa uğradığının en aşırı örneği olmaktan başka bir şey değildir” diyor. Ayrıca, “IŞİD gücünü, Müslüman-çoğunluklu ülkelerde geniş bir yankılanması olan düşüncelerden alıyor” diye yazıyor.
Shadi Hamid, Mısır kökenli bir Amerikalı. Mısır Müslüman Kardeşler Hareketi konusunda uzman. Bu yıl yayımlanan ve özellikle Müslüman Kardeşler’in iktidar tecrübesini inceleyen “Temptations of Power: Islamists and Illiberal Democracy in the New Middle East” (İktidarın Baştan Çıkarıcılığı: İslamcılar ve Yeni Ortadoğu’da Liberal Olmayan Demokrasi) adlı kitabıyla ün kazandı.
Hamid, söz konusu yazısında Hilafetin 1924’ten beri ortadan kalkmış olduğunu hatırlatıyor ve şöyle devam ediyor:
“(Uygarlık anlamında) Müslümanların bir zamanlar ne oldukları ile bugün kendilerini buldukları yer arasındaki uçurum, Ortadoğu’daki siyasi şiddete yol açan aşağılanma ve öfke duygusunun merkezini oluşturuyor.”
IŞİD’in “şiddeti”ne “hayatiyet” veren bölgedeki bu “Sünni zihniyet iklimi”, bir yandan da, Türkiye’deki AKP iktidarına da “otoriterleşme yönünde” güç veriyor. AKP iktidarı ise Ortadoğu’daki tüm Müslüman Kardeşler faaliyetlerinin –Mısır’dan Filistin’e, Irak’tan Suriye’ye, Suriye’den Libya’ya “sponsoru” gibi davranıyor.
Shadi Hamid, Müslüman Kardeşler’i “aşırı muhafazakâr Selefi gruplar” (IŞİD gibi) tarafından “siyaset gereklerini imanın üzerine çıkartmak” ile eleştirilen bir “reformist ve entelektüel siyasi hareket” olarak tanımlıyor. Ama, “Elbette ki, doğası itibarıyla özgürlükçü olmadığını (illiberal)” vurgulamayı da ihmal etmiyor.
Tam bu noktada iki gün üst üste değindiğimiz, Güneş Murat Tezcür ve Sabri Çiftçi’nin “Radikal Türkler – Türkiye Vatandaşları Niçin IŞİD’e Katılıyorlar” başlıklı yazısında somut bulgulara oturttukları değerlendirmeler özel önem kazanıyor.
Değerlendirmelerinin en can alıcı noktasının altını bir kez daha çizelim:
“Bütün bunların sonucunda, gelişen bir sivil toplum ve çürüyen siyasi kurumlar, Türkiye’de radikalliğe uygun bir ortam yarattılar. Ve bu, sivil toplum, ılımlılık ve demokrasinin karşılıklı biçimde birbirlerini beslediklerine dair konvansiyonel düşünceye bir meydan okuma oluşturuyor. Sivil toplumun karanlık bir yönü de bulunur ve eğer demokrasinin güçlü denetim mekanizmaları (checks and balances) yoksa, (sivil toplum) demokrasinin altını oyabilir. Böyle bir durum, biat konusunda hükümet ile ad hoc grupların veya yarı-gizli ilişki ağlarının rekabet edilebildiği gayrı resmi alanda, özellikle, geçerlidir.”
Türkiye’ye egemen olan bu ortam, bir yandan “IŞİD’e gönüllü sağlayan” bir “İslami radikalizm”e yol açarken, diğer yandan da böyle bir ortamı güvence altına alan siyasi iktidarı “otoriterleşme”ye yöneltiyor. O siyasi iktidar, bir de yolsuzluğa batmışsa, “otoriterleşme”, onun için bir “mecburiyet” haline dönüşüyor.
Böylesine önlenemez bir gidişat, kendine özgü ama “faşizan” bir rejim üretir. Bu, kaçınılmazdır. Böyle bir gidişat, Türkiye için, Ortadoğu’da “çıkmaz sokakta gezintiye çıkmak” anlamındadır.
Bu gidişatı güzellemek ya da herhangi bir gerekçe ile “meşru göstermek” için gösterilen her çaba, aslında “faşizan İslamcılık” hizmetkârlığı yapmaktır.
Bunların bir kısmıyla bir zamanlar aynı saflarda birlikte görünmüş olmamız, onların, şimdilerde faşizmin teorisyenliğine soyunmuş halleriyle çırılçıplak görünmelerine engel değil.
Paylaş