Azmar dağının yemyeşil olması Nevruz’a yaklaşıldığı anlamına da gelir. Şunun şurasında on gün içinde “Kürt yeni yılı”na girilecek, tatil zamanı başlayacak.
Süleymaniye’de bir dönem “iki başlı Kürt yönetimi” varken burada başbakanlık, yıllarca Bağdat’ta Irak merkezi hükümetinde başbakan yardımcılığı ve son olarak yakın geçmişte Erbil’de Kürdistan Bölge Yönetimi başbakanlığı yapmış olan Dr. Barham Salih’in ev sahipliğinde “Süleymani Forum” toplandı.
Süleymaniye’nin Kürtçesi Süleymani. Bu yıl üçüncüsü düzenlenmiş olan “Süleymani Forum”da, önceki yıllarda olduğu gibi Bağdat’tan ve Erbil’den en üst düzeyde Şii, Sünni ve Kürt liderler ve yetkililer, ABD’den Türkiye’ye, Rusya’dan İtalya’ya uzanan geniş coğrafi alanda başta Irak, Ortadoğu’nun çeşitli köşelerinde görev yapmış olan ya da konularla birinci dereceden ilgilenmiş olan diplomatlar, akademisyenler, basın mensupları biraraya geldiler.
Geçen yıl yapılanına katılmıştım. “Süleymani Forum” kadar çarpıcı bir “Irak fotoğrafı” verebilecek, Ortadoğu’nun yakın geçmişi ve geleceği konusunda ipuçları sunacak nitelikte bir uluslararası toplantı, bölgede, hemen hemen yok.
Bu yılki “Süleymani Forum”un başlığı “Verimli Hilal’de Karışıklık” (Fertile Crescent in Turmoil: Challenges and Opportunities) idi. Geçen yılki forumda, IŞİD’in adı sık sık geçiyordu Geçen yılkinden farklı olarak, bu yıl yapılan “Süleymani Forumu”na IŞİD damgasını tümüyle vurdu.
Zaten hafta başında sabaha karşı Süleymaniye havaalanına ayak bastığımız anda, Forum’un konu başlığı olan “Verimli Hilal’da Karışıklık” kendisini ortaya koyuyordu. Irak’ın her yerinden Körfez yönüne, Dubai’ye ve Doha-Katar’a uçuşlar yasaklanmış ve Irak hava sahası Körfez’den gelip-giden uçaklara kapatılmış olduğu için, Forum’a katılacakların gecikmesine ve Süleymaniye’ye ulaşmasına yol açan gecikmeler ve karışıklıklar yaşanıyordu.
Bunun nedenini sorduğumuzda, Irak hava sahasının, Haziran 2014’ten bu yana IŞİD’in elinde bulunan Saddam’ın memleketi Tıkrit’I geri almak için, Irak ordusu ve İran Devrim Muhafızları’nın desteğindeki Huşud Şaabi adı verilen Şii milislerin başlattığı çok büyük askeri operasyonla ilgili olduğunu öğrendik.
ABD’nin başını çektiği “
Bugün Dünya Kadınlar Günü. 8 Mart, Dünya Emekçi Kadınlar Günü olarak da kutlanıyor. Türkiye’de kadınlar açısından bu 8 Mart’ın dikkat çekici, üzerinde durulması gereken yönleri var.
Bunların ilki, kadınların sırtından iktidara yürümüş olan ve kadın üzerinden mağduriyet üreten bir “zihniyet”in iktidarda bulunması. Türkiye’de seçmen kadın nüfusunun yarıdan fazlası başını örtüyor. Başörtüsüne yönelik baskılar, yasakçılık ile ilgili anti-demokratik niteliğinin yanında kadınların özgürlüğüne karşıt yönüyle de öne çıkmıştı.
Başörtülü kadınların ve genç kızların yükseköğrenim hakkının elinden alınması, bundan 15 yıl öncesinde Türkiye’de demokrasi ve özgürlük mücadelesinin merkezine oturmuştu. Başörtüsüne, başta eğitim hakkı, özgürlüğü savunmayan hiç kimsenin “demokrat” olmaktan söz etmeye hakkı olamazdı.
AKP’yi 2002’de ve 2002’den bugüne iktidara taşıyan rüzgârda “kadın mağduriyeti”nin bayraktarlığını yapmasının da önemli rolü oldu. Kadın seçmen nüfusunun yarısından fazlasının başını örtüyor olduğu gerçeği, seçim sandıklarına AKP’ye oy desteği olarak girdi.
Bugün, söz konusu “özgürlük kısıtlaması” çoktan aşılmış durumda. Âdeta, eşi başörtülü olmayanların Türkiye’de devletin –sadece hükümetin değil- üst kademesinde yer bulamayacağı noktaya gelindi.
2007’de kendi kişiliğinden ziyade eşinin başörtülü olmasından ötürü cumhurbaşkanı adayının önünün hukuk ihlali yapılarak kesilmesinden bu yana, devletin üst kademesinde kimlerin, hangi sıfatlarla yer aldığına ve eşlerinin başörtülü olup olmadığına göz atıldığında neyin ne kadar geride kaldığı ve aşıldığı anlaşılır. Türkiye’de gelinen noktada, başörtüsünün artık bir “mağduriyet rantı” üretemeyecek kadar “özgürleştiği”, tersine bir “imtiyaz simgesi” haline geldiği hükmüne varmak bile mümkündür.
Başörtüsü, maalesef, “iktidar için her şey mübahtır” anlamındaki kaba “Makyavelizm”e de dönüştürülmüştür. Malûm “Kabataş yalanı” bizzat Cumhurbaşkanı tarafından, “kör kör gözüm parmağına” tavrıyla, bir yalan olduğunun ortaya açıkça çıkmasının hemen ardından, Gezi’ye ve muhaliflerine karşı husumet kampanyası olmaya devam ediyor.
Bir süredir dolarda zaptedilmez bir artış gözleniyor. Bu artışın nedenlerinden biri olarak –tek nedeni değilse de, en önemlilerin başında geldiği genel bir kanı halinde- Cumhurbaşkanı’nın kurum olarak Merkez Bankası’nı, şahıs olarak “dış güçlerin etkisi altında kalmakla” suçladığı Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı’yı ve dahası Ali Babacan’ı hedef alması gösteriliyor.
Ekonomi ve maliye bürokrasisi, Türkiye’de bol keseden dağıtılan “vatana ihanet” suçlamalarının hedef tahtasına oturmaktan kendilerini sakınamadılar.
Eğer dünyada piyasaların, yatırımcıların, uluslararası malî karar vericilerin dikkatle izledikleri, etkilendikleri ve yön tayin ettikleri iki günlük gazete varsa, bunlardan birinin Financial Times, diğerinin Wall Street Journal olduğu söylenebilir. Financial Times, Türkiye’nin cumhurbaşkanının, “Ekonomi teorisine karşı gelerek, yüksek faizlerin enflasyona yol açtığını” ileri sürdüğünü yazmıştı.
Tüm dünyanın ekonomik-malî karar vericileri, bir süredir, dehşetle, “ekonominin kurallarına karşıt” Türkiye Cumhurbaşkanı’nın “performansı”nı izliyor.
Psikoloji ve algının, ekonomide çok belirleyici olduğuna inanılır. Uluslararası piyasaların, Türkiye’de ekonominin gidişatının sağlamlığına dair inancı sarsılmış durumda. Erdoğan, böylesine “olumsuz algı”yı gidermek yerine, “psikoloji”yi daha da bozucu çıkışlar yapıyor.
Bu arada dolar sürekli yükseliyor. Yükselişi önlenemiyor ve Tayyip Erdoğan, dün, bunun “sebebi”ni şöyle açıkladı:
"Her şeyden önce şu anda dolar, avro, faiz, bunları etraflıca ele aldığımızda karşımıza çıkan durum şudur: Bir defa burada faiz lobisinin malum bir çalışması var ama şu son gelişmeler, bir defa tamamıyla bir dolar-avro arasındaki parite konusudur. Bunu bir kenara koymak suretiyle ortaya bazı iddialar atmak çok çok yanlıştır.”
Ardından, işin “günahı”nı Gezi’den beri kamuoyunun duymaya alışık olduğu “faiz lobisi”ne yükledi. Yani, Cumhurbaşkanı Erdoğan, “düşük faizin büyüme hızını arttıracağı”na dair “ekonomiye aykırı” görüşünü koruyor.
Geçen gün Yaşar Abi için yazı yazmaya oturduğumda, bilgisayarda Eric Rouleau’nun ölümünü öğrendim.
Yazının başlığı “Final Act” yani “Son Sahne” idi ve başlık altında da “Perde gazeteci Eric Rouleau’nun üzerinde indi”deniyordu.
Yazıda, Eric Rouleau’nun ölümünün, Ortadoğu’da bir tarihi dönemi kapatan simgelerden biri olduğunu anlatılıyordu. Yani, Eric Rouleau, koca bir tarihi dönemi simgeleyecek kadar büyük bir isim sayılıyordu.
Eric, 89 yaşındaymış meğerse. Son birkaç yıldır çok hasta olduğunu duyuyordum; Paris’e de yolum düşmediği için görmeye gidememiştim. Demek ki, meslek hayatımda gözümü ilk kez ve en göz alıcı biçimde kamaştıran “örnek gazeteci”yi, 30 yıllık sevgili dostumu bir daha hiç göremeyecektim.
Yaşar Abi’den sadece üç yaş küçük olduğunu, 89 yaşına kadar yaşamış olduğunu, ölümünü öğrendiğim vakit öğrendim sevgili arkadaşımın. Zira, Eric’e yaşının sorulması, onu tanıyanların asla aşmadıkları bir “kırmızı çizgi” idi.
Bu arada öğrendim ki, Ortadoğu’nun İngilizce yazan gazeteciler arasında gördüğü tartışmasız en parlak isim olan David Hirst, kuşak olarak, tam ikimizin arasındaymış. Oxford ve Beyrut Amerikan Üniversitesi’nde 1956-1963 yılları arasında okumuş olan David Hirst, 1963’ten 1997’ye kadar Guardian muhabiri idi ve Ortadoğu’daki gelişmeler üzerine tarihe çok önemli kayıtlar düşen kitaplar yazdı.
1936 doğumlu David Hirst, 1967 Savaşı sonrasında Kahire’de karşılaştığı Eric Rouleau için ölümünün ardından şu notu düşecekti:
“... Bir tek o, haber atlatmıştı. Ama, sadece haber atlatması değildi önemli olan... Bilgisi, derinliği, yoruma kattığı otoritesi vardı asıl. O sıralarda ben mesleğin başlangıcındaydım ve Eric büyük bir gazeteci olarak hemen modelim oldu. Büyük bir gazeteye yazmak nasıl olmalı, sorusunun cevabıydı. Böyle bir örnekti...”
Yeryüzünün üzerine elveda dediğin haberi, bana, “Kürt Sorunu ve Barış” başlıklı bir panelde konuşma yapmak üzere kürsüde bulunduğum sırada ulaştı Yaşar Abi.
İkimizi birbirine bağlayan en temel üç sözcük, iki kavram –Kürt sorunu, barış- üzerinden son kez ve tuhaf bir iletişim kurdun benimle.
Aramıza dönmen için hiçbir umut olmadığını bildiğim için zihnimi aramızdan ayrılış anını duymaya çoktan hazırlamıştım. Hatta, sağdan-soldan “Otur bir Yaşar Kemal yazısı yaz” telkinleri de oluyordu. Yapmadım. Yapamadım.
Sen daha gökkubbenin altında, toprağın üzerindeyken elim gitmediği için değil sadece. Elim gitmemişti doğru ama seninle ilgili yüreğimin en dibinden gelen öyle yazılar yazmıştım ki, ardından yazacaklarımın onların hayli gerisinde kalacağından korkuyordum. Beceremeyecektim.
Bağdat Müzesi, 2003 yılında yağmalanmıştı ve kurtarılabilen parçalarıyla yeniden açılışa hazırlanıyordu. Bağdat’ın sürreel yaşam şartlarında ve güvenlik eksikliğinde, “renove edilmekte” olan, tekrardan kamuya açılışına henüz “hazır olmayan” o haliyle bile Müze, göz kamaştırıcı ve çok etkileyiciydi.
Tarih, Sümer döneminin tabletleri sayesinde Mezopotamya’da başlamış sayıldığı için, Irak Ulusal Müzesi’nin 500 bin dolayındaki parçası, dünyanın hiçbir yerindeki tarihi eserlerle karşılaştırılmayacak değerdeydi. O nedenle, Nisan 2003’te yağmalanması, “insanlığa karşı işlenmiş suç” olarak (örneğin Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac tarafından) doğru olarak nitelenmişti.
Bağdat’taki Müze’nin çalından 15 bin civarındaki eserinin 5000’den fazlası kurtarılmıştı. Müze yöneticileri, yüzde 75 oranında kurtarılmış olduğunu Bağdat Müzesi’ni gezdirirken söylemişlerdi.
Bundan bir yıl önce Bağdat’ta Irak Ulusal Müzesi’ni gezerken ne kadar etkilenmiş ve büyülenmişsem, IŞİD’in Musul bölgesinde Ninova Müzesi’nde kökü Asur dönemine, M.Ö. 7. Yüzyıl’a kadar giden tarihi eserleri ve heykelleri maktapla, çekiçle imha ettiklerini gösteren videosunu izlediğimde o ölçüde kızgınlık içimi kapladı.
Gül, Milli Güvenlik Kurulu toplantılarına başkanlık ettiği sıralarda, “Suriye politikası” gündeme, tabii ki, geliyordu. Abdullah Gül’ün Erdoğan’ın ve Davutoğlu’nun tutumundan ayrı bir konumda bulunduğu, Suriye ile ilgili arada bir yaptığı açıklamaların satır aralarından rahatlıkla anlaşılabilir.
Zaten, Ortadoğu’da bir Suriye üzerinden bir “Afganistanlaşma” halinin yaşanmasının getirdiği sıkıntıları ve Türkiye’nin bir tür “Pakistanlaşma” içine girmesinin yol açacağı “güvenlik tehditleri”ni, eski cumhurbaşkanı, uygun dille, kamuoyu ile de çeşitli kez paylaştı.
Gelgelelim, Abdullah Gül, Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı, Ahmet Davutoğlu da başbakan olunca, Süleyman Şah Türbesi’nin terkedilmesi yönünde iktidarın attığı adımı “doğru” bulmuş:
"Süleyman Şah operasyonu doğru bir karardır. Hükümetin kararı doğrudur. Suriye'de uzun süren kaos biteceğe benzemiyor. Türbeyi korumanın zor olduğunu daha önce söylemiştim. Toprak kaybı söz konusu değil. Milli meselelerde ortak tavır sergilenmelidir. Gergin bir siyasi ortamda böyle bir uzlaşı maalesef ortaya çıkmıyor”.
Gül’ü iyi tanıyorsanız ve açıklamalarını okumayı biliyorsanız, bu açıklaması aslında Suriye politikasına ilişkin daha önceki “rezervleri” ile tutarlılık gösteriyor. Tam da bu nedenle, “Süleyman Şah operasyonu”nu “doğru” buluyor.
Ne diyor?
“Suriye’de uzun süren kaos biteceğe benzemiyor. Türbeyi korumanın zor olduğunu daha önce söylemiştim.”
Bunun “tercümesi” şöyle de olabilir: “
Ahmet Davutoğlu’nun “Hiç kimse Türkiye’nin gücünü test etmeye kalkışmasın” sözleriyle babalanmasının hiçbir hükmü yoktur. Zira, IŞİD, Türkiye’nin gücünü test etmiş ve onu sınırlarının 33 kilometre ötesinde 8797 metrekarelik bir toprağı koruyamaz olduğunu ortaya koymuştur.
Cenk Sidar’ın Diken’de yazdığınca, “Reyhanlı terörist saldırısına, savaş uçağımızın düşürülmesine, Musul başkonsolosluğumuzun işgaline ve personelin rehin alınması olaylarının hiçbirine Türkiye Cumhuriyeti büyük devlet olmanın gerektirdiği türden bir yanıt verememiştir. Süleyman Şah’ın tahliyesi ve toprakların arkada bırakılarak kaçılması da bu iflasın başka bir göstergesi olmuştur.”
Bu manzara karşısında, “Ne yani savaşa mı girseydik? Suriye bataklığına mı saplansaydık? vs. cinsinden demagojiye sığınmak, görülmemiş ölçüdeki bir “dış politika faciası”nın üzerini örtemiyor.
“NATO’nun en büyük ikinci askeri kuvveti”ne sahip olmakla bunca yıl böbürlenmiş olan Türkiye’nin bir yandan da “bölge gücü” olma iddiası ortaya atılıyor ve artık olayların peşinden sürüklenen bir ülke değil, “düzen kurucu” olduğundan söz ediliyordu.
Ve bu Türkiye, tekrar edelim, sınırlarının 33 kilometre güneyindeki 8797 metrekarelik –bir futbol sahası büyüklüğünde- “toprağını” IŞİD karşısında koruyamayarak terketmek zorunda kalmıştır. Nokta.
Tayyip Erdoğan-Ahmet Davutoğlu isimleriyle temsil edilen dış politikanın 2015 Şubat fotoğrafı budur.
Konunun geri kalan kısmı da, bir yığın abuk subukluğu ve soru işaretlerini içeriyor. “Süleyman Şah Türbesi” 33 kilometre güneyden getirilip, Türkiye sınırının 180 metre dibine, Suriye topraklarının içine yerleştiriliyor. Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz, vatandaşları, “Fatiha turizmi”ne özendiren açıklamalar yapıyor.
Ezgi Başaran’ın Radikal’deki yazısında bu