HDP’nin parti olarak seçimlere katılması halinde barajı aşıp aşamayacağı, kendiliğinden bir “rejim sorunu” haline şimdiden dönüşmüş durumda. Yüzde 10’luk eşiği aşması, malûm, TBMM’de Tayyip Erdoğan’a kendi bedenine göre biçeceği “diktatoryal” bir başkanlık sistemine geçmek için zorunlu AKP’li sayısına ulaşmasına engel olacak.
HDP, yüzde 10’u aşamadığı takdirde –ki, 2014’teki Cumhurbaşkanlığı ve yerel seçimler ile 2011 genel seçim sonuçları değerlendirildiğinde hayli riskli olduğu hükmüne varan çok kişi var- Tayyip Erdoğan, kendine bedenine uygun “diktatoryal” bir başkanlık sistemine geçmek için gerekli meclis aritmetiğini elde etmiş olacak.
HDP, birdenbire, Türkiye’de sistemik statüko veya herhangi bir yönde değişim bakımından “anahtar parti” haline dönüşüverdi.
Tabii, bu, kendiliğinden şu da demek: Henüz üstesinden gelinememiş olan Kürt sorunu, Türkiye’nin bir numaralı sorunu olma özelliğini koruyor ve Kürt sorununun taşıyıcısı olan Kürt siyasi hareketi içinde HDP, “Hareket”in en önemli aktörünün yasal alandaki yansıtıcısı durumunda. Dolayısıyla, Türkiye’nin en önemli siyasi aktörlerinin arasında yer alıyor.
Türkiye’nin siyasi gündemini ve yakın geleceğini, Tayyip Erdoğan üzerinden okuyan ya da okumak isteyen kim varsa –böyle yapılması yanlış da değil- HDP’nin yüzde 10 baraj riskini göze alarak seçimlere girmesi ihtimalini, bunun isabetini ve yol açacağı sonuçları tartışıyor.
Kimisi, HDP’nin barajı geçmesinin, mantıklı gözüken aritmetik hesaplar yaparak, geçmesinin mümkün olmadığını öne sürerek, öyle bir tercihe şiddetle karşı çıkıyorlar. Hatta, bunun İmralı’yı ziyaret ettiği bilinen ama hangi sıklıkla gidip geldiği ve neler konuştuğu pek bilinmeyen “devlet heyeti”nin Abdullah Öcalan ile yaptığı bir “uzlaşma”nın neticesi olduğunu ileri sürüyorlar.
Buna göre, Abdullah Öcalan, kendi şartlarının iyileştirilmesi ve hatta bir afla serbest bırakılması karşılığında, Tayyip Erdoğan’ın önünü açmak için “anlaşmış” vaziyette ve bu amaçla, HDP’nin barajı geçemeyeceğinden emin olarak, 7 Haziran seçimlerine parti olarak katılmasından yana.
Fazlaca
Erdoğan’ın, Türkiye’ye “Başkanlık sistemi”ne taşımak istediği, elbette, bir sır değil. Türkiye’nin iç ve dış siyaseti, epey bir süredir zaten Cumhurbaşkanı’nın bu niyetiyle ilişkili olarak şekilleniyor ama Tayyip Erdoğan’ın bu konudaki yaklaşımı ve argümanları, daha önce olmadığı kadar ayrıntılı biçimde TRT ekranından dile getirildi.
Birkaç gün önce Tayyip Erdoğan’a ilişkin bir tanımlama dikkatimi çekmişti. Erdoğan’ın “Başkanlık Sistemi”ne dair görüşleri vesilesiyle o tanımlamaya şimdi değinebilirim.
ABD yönetiminin işleyişini en iyi bilenlerin arasında yer alan, mevcut yönetimin çok kilit unsurlarıyla yakın mesai arkadaşlığı yapmış olan ve ABD’nin saygın düşünce kuruluşu Brookings Institution’un Türkiye Programı Direktörü sıfatını taşıyan Prof. Ömer Taşpınar ile geçen pazar günü Bugün gazetesinde uzun bir söyleşi yayımlandı. “ABD’nin Türkiye’ye bakışı”nı doğru anlamak ve yerli yerine oturtmak için okunması ve kaydedilmesi şart bir söyleşi.
Söyleşinin bir yerinde Prof. Ömer Taşpınar şunları söylüyor:
“Amerikalılar Türk dış politikasına baktıkları zaman tam olarak anlayamıyor. Türkiye de, ABD’nin ne yapmak istediğini çok anlayamıyor. İki tarafta da aslında Suriye gibi çetrefilli bir meselenin çözümünü bilmemenin getirdiği bir karmaşa var. Güvensizlik var.”
Buraya kadar tamam, bundan sonrasını okuyunca, “Bir dakika!” tepkisi uyandı içimde. Şöyle devam etmişti Ömer Taşpınar:
“Ama her şeyin temelinde Türkiye’ye baktıkları zaman artık güvenebilecekleri bir lider, hükümet göremiyorlar. Eskiden askerlerle çalışırlardı. Askerin belli bir ideolojisi, öngörülebilirliği vardı. Bu Türkiye gitti. Yerine ne geldi?. Yerine tek adam rejimi gibi bir rejim geldi. Putin gibi bir rejim geldi. ABD buna çok direndi. Obama Erdoğan’ı Putin’den ayrı tuttu. Chavez’den farklı görmeye çalıştı. Bana göre bugün Beyaz Saray’ın gözünde biraz Berlusconi, biraz Putin, biraz Chavez arası bir lider haline geldi Erdoğan.”
Ulusal kimlik kimi zaman “simgeler”le, kimi zaman “destanlar”la, kimi zaman da “trajediler”le oluşur. Bu anlamda, nasıl Halepçe 1988, Kürtlerin -ve insanlık değerini yitirmemiş her bir bireyin- vicdanında travmaya yol açtıysa, Kobani 2014-2015 de tam tersine gurur ve özgüven gibi duyguları uyandıracak bir nitelik taşıyordu.
Nitekim Kürtler kendilerinin “Stalingrad’ı” ilân etmiş oldukları Kobani’nin kurtuluşuyla birlikte büyük bir sevince kapıldılar. Coşkuyla kutluyorlar Kobani’nin kurtuluşunu. Havai fişekler, Gever’den Diyarbakır’a, Suruç’a Kürt semalarını renklendiriyor.
Kobani’nin tam karşısındaki Mehser köyüne –iki ay önce ben de orada bulunmuştum- binlerce insan akıyor iki gündür. Urfa-Suruç’taki dostlarım ayrıntılı biçimde anlatıyorlar yaşananları.
Kobani’nin kurtuluşu için her yerde halay çekiliyor.
DAIŞ’in yani IŞİD’in Kobani’den sökülüp atılmasına canı sıkılmış olan Tayyip Erdoğan, “DEAŞ (Cumhurbaşkanı, onu da inatla yanlış söylemeye devam ediyor) oradan çıkmış. Bugün bakıyoruz çiftetelli oynuyorlar” diyerek Kobani’nin kurtuluşunun coşkusunu yaşayan Kürtlerden de alaylı biçimde söz ediyor.
Ekim başında, “Kobani düştü, düşecek” diye temenni-müjde karışımı biçimde konuştuğunda, bütün bölgeyi kasıp kavuran “Kürt öfkesi”ne yol açmıştı. Bu kez de halay çeken Kürtlerden, “Şimdi çiftetelli oynuyorlar” diye alayla söz ediyor.
Beni Yüksekova’dan (Gever) arayan bir dost, “Kürtler çiftetelli oynamaz. Halay çeker. Bunu bile bilmiyor” diye haykırıyordu telefonun öte ucunda. Oysa, muhtemelen biliyor. Asıl sorun zaten burada. Bile bile böyle konuşmasında...
Kobani’nin DAİŞ’ten temizlendiği belli olduğu sırada, Brett Mc Gurk’ün bir tweeti dikkatimi çekti. ABD’nin IŞİD’e karşı Koalisyon’da Başkan Obama’nın Temsilci Yardımcısı sıfatını taşıyan, aynı zaman ABD’nin Irak ve İran’dan sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı olan Büyükelçi Brett Mc Gurk, “Bu cesur savaşçıları tebrik ediyor ve kendilerine teşekkür ediyoruz #Kobane” diye yazmıştı.
“Kalimera İlie”ye asıl “Bella Ciao” eşlik ediyordu Atina’da.
Benim kuşağımın benim geçtiğim yollardan geçenleri, gençlik yıllarında “Bella Ciao”yu heyecanla söylerlerdi: “O partigiano, portami via/ O bella ciao, ciao, ciao/ o partigiano, portami via/ che mi sento di morir”...
Ruhumuza iyi gelirdi, İtalyan işçilerinin, genç partizanlarının söylediği o anonim halk şarkısı. Po Ovası’ndaki tarım işçilerinin hançerelerinden yükselerek İtalyan dağlarında faşistlere karşı söylenen bu şarkı, on yıllardır, dünyanın “enternasyonalist” ruha sahip tüm devrimcilerinin ve solcularının repertuarındadır.
“Beni dağlara gömmelisin/Hoşçakal sevgilim, hoşçakal, hoşçakal, hoşçakal/ Beni dağlara gömmelisin/ Bir çiçeğin gölgesine” dizeleri, gençlik romantizmi ile damarlarda daha hızlı akan kanı, ulusal kimliğin en olduğuna bakılmaksızın alevlendirirdi.
Atina meydanlarında Syriza’nın zaferinde “Bella Ciao”nun söylenmesi anlamlıdır. Syriza’nın kimliğini anlatır. Çoktandır kaybedilmiş olan bir kimliğin ve ruhun geri dönüşünü...
“Ege Denizi kararınca/ Dağlar uykuya dalar/ Yine ıssız adalarda/ İsyan ateşi yanar”...
Bu da benim kuşağımın benim geçtiğim yollardan geçenlerinin ezberden bilip söylediği ve İkinci Dünya Savaşı’nın Yunan partizanlarına ait olan şarkısının dizeleri.
Syriza’nın gençleri kendi köklerine ait bu şarkıyı biliyor olmalılar.
Üç farklı merkezdekilerden, sonuncu konferansın başlığı “Arap Ayaklanmaları sonrası Türkiye’nin Ortadoğu politikası”. Burada, “Arap Baharı” denmiyor, “Arap Ayaklanmaları”…
Türkiye’deki iktidarın yapısı, Türkiye’nin ne yöne doğru yol aldığı, kuşkusuz, konuşma ve tartışma içeriğinde yer alıyor.
Farkettim ki, diğer önceki iki seferde olduğu gibi, bu kez de, “yolsuzluk” konusuna hiç değinmemişim. Üstelik, TBMM’deki yolsuzluk oylamasının dumanı tüterken ayak basmıştım Beyrut’a.
Ve yine farkına vardım ki, İstanbul’da pazartesi ve salı günleri, STRATİM’in bu yıl beşincisi yapılan ve “İstanbul Forumu”nun ne panellerinde, ne de kulislerinde de “yolsuzluk” konusu hiç gündeme gelmedi ve getirilmedi.
Türkiye’nin tanınmış aydınlarının yanısıra (davetli oldukları halde hükümet yanlılarından hiç kimse bu yıl yoktu), ABD’deki Michael Werz’ten, Henri Barkey’den, Avrupa’daki Türkiye uzmanları Marc Pierini ve Nathalie Tocci’ye, Kürdistan Bölge Yönetimi’nin sözcüsü Sefin Dizayi ve KDP’nin Dış İlişkiler sorumlusu Hemim Hawrami’den İsrail’in kalburüstü entelektülei Shlomo Avineri’ye uzanan yelpazede, çok geniş bir topluluk iki gün, üç gece Türkiye konuştular ve “yolsuzluk” konusu hiç aralarında konuşulmadı.
Hem de, TBMM “yolsuzluk” konusunda oylama yapacağı bir sırada.
Tuhaf mı?
Tuhaf olmanın ötesinde korkutucu. Çünkü, belli ki, hiç kimse AKP iktidarında bu konuda yol alınacağını düşünmemişti.
Bu yıl Agos’un penceresinden yapılan geleneksel konuşmayı Murathan Mungan yaptı. Saatler sonra İstanbul sokaklarında karşılaştığım birisi bana, “Sekiz yıldır yapılan en içerikli, en güzel konuşmaydı bu yılki” dedi. İçimden en az Karin Karakaşlı’nın ve Gülten Kaya’nın konuşmaları kadar güzel olduğu düşüncesi geçti.
Murathan Mungan, konuşmasının bir yerinde, Hrant yaşasa idi, mutlaka Gezi’de saf tutardı mealinde, doğru bir tespitte bulundu.
Gezi’yi kendisine karşı bir “darbe girişimi” gibi olarak değerlendiren ve topluma bu şeklide sunan iktidar partisi, tam da bu nedenle Hrant’ın temsil ettiği birçok değerle ters düşmüş olmasına ve oniki yıldır iktidarda bulunduğu ve Hrant Dink cinayetinin üzerinden sekiz yıl geçmiş ve adaletin yerine gelmesini savsaklamış olduğu halde, bu sekizinci yılda, bugüne dek hiç yapmadığı bir şey yaptı ve Başbakan Ahmet Davutoğlu, Hrant Dink için “ölüm yıldönümü mesajı” yayımladı.
İlk bakışta güzel bir mesaj üstelik. Başbakan Davutoğlu’nun mesajından, Hrant Dink’in ölüm yıldönümünde Agos’ta iken haberdar olmuştum. Birkaç gün önce Dink ailesi mesajdan ve mesaj metninden haberdar edilmiş.
Mesaj, bir gün gecikmeyle geldi. O gün yani mesajın yayımlandığı önceki gün, Davutoğlu Türkiye’den ayrılmıştı. O gün, Davutoğlu’nun genel başkanlığını yaptığı iktidar partisi, eski bakanlarını Yüce Divan’dan kurtarmak için adını karalayıcı ve altından kolay kolay kalkamayacağı bir “ahlâk zaafiyeti” sergilemekle meşguldü.
Bununla beraber, Davutoğlu’nun Hrant Dink için yayımladığı “ilk” niteliğindeki mesaj, üzerinde durulmayı gerektirecek önemde. Daha önce altını çizdiğimiz üzere, “ilk bakışta güzel bir mesaj”. Şöyle:
“Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı İmparatorluğu’ndan devraldığı önemli meselelerden birine duygu ve düşünceleriyle ışık tutmaya çalışan Hrant Dink aramızdan ayrılalı sekiz yıl oldu. Dink’in kederli ailesine ve tüm sevenlerine sabır diliyoruz. Hrant Dink, Ermeni kökeninden de, Türkiye’ye bağlılığından da ödün vermeden Türkler ile Ermenilerin ortak geleceklerini inşa edebilmelerinin yol ve yöntemini arayan değerli bir Anadolu aydınıydı.
Türk-Ermeni dostluğunu özünde birleştiren, köklü acıların aşılması, tarihi birlikteliğin hatırlanması için yüreğini ve aklını ortaya koyan Dink’in dostluk yoluna tuttuğu meşalenin ışığında zihinlerde ve gönüllerde kapılar açmak istiyoruz. Bu anlayışla, Türk-Ermeni dostluğuna inanan herkesi yeni bir başlangıca katkıda bulunmaya davet ediyor ve tüm Ermenilere seslenmek istiyoruz.
Bir-iki gündür onu yazmak için yazıya oturmaya her kalktığımda, başıma dikiliyor. Siluetini görüyorum. Yüzünde o pek tanıdık muzip ifadesi, sesinin tınısı şu anda bile kulağımda çınlıyor “ulan” derken; söyleyeceğini söylemeye başlarken...
Öyle bir “ulan”ki, o söylediği vakit, onun ağzından söylendiğinde, “sevgi-kardeşlik-arkadaşlık” namına söylenmiş “en lirik” sözcük halini alıyor; “ulan” diyor “10 Kasım’lara benzetmeye başlattınız şu 19 Ocak’ları”...
Öyle gerçekten. Unutulmak istenmeyen ya da unutturulmak istenmeyen unutulmaz özel insanlar için ölüm yıldönümleri bir “ritüel” halini alır. Bu yüzden, her yıl olduğu gibi bu yıl da, 19 Ocak günü yani yarın öğleden sonra saat üçte düştüğü yerde Hrant için bir araya geleceğiz.
Düştüğü yerde. Agos’un önündeki kaldırımın üzerinde.
Federico Garcia Lorca’nın Ignacio Sanchez Mejias için ağıtını bilir miydi acaba Hrant? “Akşamüstü saat beşte/Saat beşti akşamüstü..” diye başlayıp giden...
‘Güneşler gibi yandı yaralar akşamüstü saat beşte/Kırarken camları kalabalık akşamüstü saat beşte/Akşamüstü saat beşte/Ah, o korkunç beşte akşamüstü!/Beşi gösteriyordu bütün saatler!/Akşamın gölgelerinde saat beşti!” diye biten o müthiş ağıtı biliyor muydu acaba Hrant?
Bizler biliyoruz; 2007 yılından bu yana her 19 Ocak’larda, “Öğleden sonra saat üçte /Ah, o korkunç üçte öğleden sonra...” demesini. Her 19 Ocak’ta Agos’un önünde öğleden sonra saat üçte bir araya gelmekten, hiç vazgeçmedik.
Adalet yerine gelmedikçe, adalet arayışı sürdükçe de, öyle olacak.
Dış politikada hasar, 2011’de başladı. 2012’de ivme kazandı. 2013’te tamiri imkânsız boyutlara varmaya başladı. Dış politikanın başarısı ya da iflâsının temel ölçüsü, realpolitik üzerinden anlaşılır. Realpolitik açısından iflâs manzarası öyle bir haldeydi ki, manzarayı örtmek için, “değerlere bağlı” dış politika masalı söylenmeye başlandı ve AKP iktidarının dış politikasının, Başbakan Tayyip Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun ellerindeki iflâsı “değerli yalnızlık” diye kavramsallaştırılmaya kalkışıldı.
“Değerli yalnızlık”, içte ve dışta alay konusu oldu. Bugün itibarıyla, Türk dış politikasının “manzara-yı umumiyesi”, 2015 başında “değerli yalnızlık” günlerini bile aratacak halde.
“Değerli yalnızlık”ın yerine “Şark kurnazlığı”nın ikame edildiği farkediliyor. Çanakkale Savaşları’nın 100. Yıldönümü’nün Tayyip Erdoğan için büyük ve gösterişli bir uluslararası diplomatik seferberliğe vesile yapılacağı ortaya çıktı.
Cumhurbaşkanı’nın, birkaç gün önce Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’i Ankara’da kabulü sırasında, “Aliyev kardeşimi davet ettim. İnşallah, 24 Nisan’da gelir, Çanakkale’de beraber oluruz” dediğini işittiğimde şaşırmıştım.
24 Nisan, tüm dünyada “Ermeni soykırımı”nın ya da Türkiye Ermenilerinin eskilerinin diliyle söylenirse “Kırım”ın, Obama’nın her yıl Ermenice olarak telaffuz ettiği “Metz Yeghern”in yani “Büyük Felâket”in yıldönümü olarak anılıyor. Hatta, Tayyip Erdoğan, geçen yıl 24 Nisan’da bir sürpriz çıkış yaparak, 24 Nisan için bir “taziye mesajı” yayımlamıştı.
Bugüne dek, 24 Nisan ile Osmanlı Ermenilerinin başlarına gelen ile anavatanlarında sayılarının artık küçücük bir azınlık haline onları dönüştürecek şekilde azalmalarına yol açan büyük felâket arasında bir bağlantı vardı ama Çanakkale Savaşları ile özel bir bağlantı hiçbir vakit olmamıştı.
Bu yıl, 24 Nisan’ın da 100. Yıldönümü; Çanakkale Savaşları’nın da. Tam 24 Nisan günü, Tayyip Erdoğan’ın yanına İlham Aliyev’i alıp Çanakkale’ye gidecek olması, ilk bakışta, geçen yılki “taziye mesajı”nı iptal edecek, insanların acılarıyla adeta alay niteliği taşıyacak bir davranış gibi gözüküyordu. Böylesine bir pervasızlık hayret uyandırıcı idi.
Dahası varmış. Meğerse, Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan’a da bir “