Sürecin bugününden olmasa da, geleceğinden kaygılanılacak ise -ki, kaygılanılmalı- asıl iktidarın tutumuna bakmak gerek
“Çözüm Süreci” ile ilgili olarak son birkaç günde dışarıya yansıyan gelişmeler, bu konuya ilişkin olarak yıllardır altını çizmeye çalıştığım hususları doğruladı.
“Çözüm Süreci”nin yol almasını gerçekten isteyen ve bunda samimi olan herkes için şu iki “temel kural”ın altını defalarca çizmiştim:
“Devlet”, izleyegeldiği geleneksel “böl-yönet politikası”nı terketmelidir. Bu politika, bugüne dek gereksiz vakit kaybından başka bir şeye yaramadı. Bugün ise “şiddet”e davetiye çıkartmaktan gayrı, olumlu herhangi bir sonuç vermez. “Böl-yönet politikası” bugün itibarıyla, Abdullah Öcalan ile Kandil ve HDP’yi bölmeye çalışmak, kamuoyuna bunlar arasındaki farklılıkları vurgulamak şeklinde yürütülüyor. Bu yaklaşımdan vazgeçilmelidir.
Öte yandan, Abdullah Öcalan, Kürt sorununa ilişkin olarak devlet ile diyalog ve müzakere konusunda en tecrübeli şahsiyettir ve içinde bulunduğu malûm olumsuz şartlara rağmen, devletin “böl-yönet politikası” için hiçbir zaman “kullanışlı bir ortak” olmamıştır.
Devlet ve iktidar çevreleri, “Çözüm Süreci”nin başladığı ilân edildiğinden bu yana, yani 2013 yılının başından beri, inatla bu iki hususta yanlış yapmakta ısrar ediyorlar ve yanlışı sürdürüyorlar.
Bu yanlışların yapılmaması uyarısını yapan benim gibilerini itibarsızlaştırmak ve etkisizleştirmek için ise türlü-çeşitli yalana, iftiraya, çarpıtmaya ve saptırmaya başvuruyorlar. Elleri kolları uzun. Devletin kuruluşları ellerinde. İmkânları geniş. Pervasızlıkları sınır tanımıyor. Öyle ki, AKP iktidarının Abdullah Öcalan’ı sanki kendisinin bir “joker”iymiş gibi kullanmaya kalkışarak yaptığı münasebetsizliğe işaret ettim. Bunu, sanki “Öcalan AKP’nin jokeridir” görüşünü savunduğum şeklinde çarpıttılar ve “itibarsızlaştırma” çabasını Kürt siyasi hareketinin yayın organının içine kadar yaydılar.
Orhan Pamuk, Almanya’nın çok yüksek tirajlı haftalık siyasi fikir gazetesi Die Zeit’te yayımlanan söyleşisinde “Türkiye’nin liberal, özgür bir demokrasi değil, hoşgörüsüz bir demokrasi olduğu” sözcüklerini kullanmış.
Orhan Pamuk’un Die Zeit söyleşisini okurken, bu değerlendirmesini görünce zihnimden eskilerin “akl için tarik birdir” deyişi geçti. “Düşünmeyi bilenler, kafasını çalıştıranlar, aynı şeyleri görürler” anlamında bir deyiştir...
Radikal’de dünkü “Öyle bir dönemde yaşıyoruz ki...” başlıklı yazımı yazmakta olduğum sırada, Türkiye’nin fotoğrafını veren “illiberal democracy”deki “illiberal” sıfatının nasıl Türkçe’ye çevrilmesi gerektiğinde tereddüde düşmüştüm. “Illiberal” sözcüğünün sözlükteki karşılıkları arasında, “hoşgörüsüz”, “bağnaz” ve “liberal olmayan” gibi Türkçe karşılıklar öneriliyor.
Ancak, kullanıldığı bağlamı gözeterek ve daha önce çeşitli vesilelerle “özgürlükçü olmayan demokrasi” olarak kullanıldığını görerek, öyle kullandım.
Özellikle, Ortadoğu bölgesinin son yüzyıllık düzeninin altüst olmaya başladığı, yerini neyin ve ne şekilde alacağının henüz netleşmediği başdöndürücü bir geçiş dönemi yaşıyor olmamız, bu “adam kıtlığı”nı daha da önemli kılıyor. Zira, söz konusu sarsıntılı geçiş dönemi, sadece bölgeyi değil, tüm uluslararası sistemi ilgilendirecek özellikle taşıyor.
Michael Ignatieff (Harvard profesörü, kalburüstü aydın, Kanada Liberal Partisi’nin eski lideri) bu “eksikliği”, Vaclav Havel’e dair bir biyografi kitabının tanıtımı için kaleme aldığı “The Hero Europe Needed” (Avrupa’nın İhtiyacı olan Kahraman) başlıklı yazısında “kahraman” eksikliği olarak ifade ediyor.
“Kahramanlığın siyaset için hayati olduğu” savından yola çıkıyor ve “kahraman”ı; “duymak istemediklerimizi söyleyen, bir ilke için muhtemel bir yenilgiyi göze alan, muazzam dezavantajlarla boğuşan ve bunları yaparken, bize, siyasetin sadece mümkün olan yapma sanatı değil, imkânsızı yapma sanatı olduğunu gösteren” kişi diye tanımlıyor.
Ignatieff’den:
“Andıç olayı” diye anılarak, yakın siyasi tarihimizin “28 Şubat Süreci”nde yerini alan “kirli tertip”, Birand ile benim, “PKK’dan para aldığımız” iddiasına (daha doğrusu “iftirası”na) dayanıyordu. Bu iddianın yakalanan bir eski PKK yetkilisinin ifadesinde yer aldığı ileri sürülmüştü.
Öyle bir ifadenin verilmediği, söz konusu iddianın ifadeye, ifadeyi alanlar tarafından yerleştirildiği sonradan ortaya çıktı. Bu çirkin tezgâh, Kürt sorununun çözümü için yıllardır verdiğim mücadeleye karşılık kurulmuştu. Cumhurbaşkanı Turgut Özal ile yürüttüğümüz ortak çalışmadan itibaren Kürt sorununun çözümüne ilişkin duruşumdan memnun olmayanlar vardı ve itibarsızlaştırılarak tasfiye edilmem istenmişti.
“Andıç”, “28 Şubat Süreci”nin “simgeleri”nden biri oldu. 28 Şubatçıların üstüne silinmez bir leke olarak yapıştı, kaldı.
“Andıç”, rahmetli M. Ali’nin ve benim üzerimde de kalıcı izler bıraktı. Bundan böyle Türkiye’de artık hiçbir şeye şaşırmamak gerektiğini “Andıç” vesilesiyle öğrenmiştim.
Bununla birlikte, Genelkurmay’ın “Andıç”ından17 yıl sonra, 16 Şubat 2015 tarihinde Kürt siyasi hareketinin yayın organı Özgür Gündem’de de “andıçlanacağımı” aklımdan hiç ama hiç geçirmemiştim.
Söz konusu son “Andıç”ta da yalnız değildim. Benimle birlikte değerli dostum Murat Belge de bu karalamadan nasibini aldı.
Özgür Gündem’de önceki gün yer alan ve bana acı acı “Demek bunu da görecekmişiz! ” dedirten “Cengiz Çandar hangi gücün kartı!” başlıklı haber yazısını aynen aktarıyorum:
“Cengiz Çandar dün Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ı hedef alan ve haddini aşarak aşağılayan bir yazı yazdı. Büyük tepki çeken Çandar, yazısında Öcalan’ın halklar arası iç savaşı engelleme ve demokratikleşme siyasetine saldırdı. Yıllarca AKP’nin baş destekçisi olan Çandar, Kürt Halk Önderi Öcalan’ı ‘AKP’nin elinde kart, koz’ gibi gösterme hadsizliğine yeltendi. Çandar’ın yazısı olası, çözümden duyulan rahatsızlığın ibretlik vesikası niteliğinde.
Steven Cook, uzunca bir süredir CFR’ın en önde gelen Mısır ve Türkiye uzmanı sayılıyor. Asıl alanı Mısır idi. Daha sonra Türkiye ile ilgilendi. Geçen yıl Türkiye’deki gelişmelere ilişkin değerlendirmeleri, Türkiye’de AKP ve “devlet” çevrelerinden yürütülen öylesine saldırgan ve hakaretamiz bir kampanyaya dönüştü ki, “Türkiye ile ilgilenmekten vazgeçtiğini” ilân etmişti.
Gerçi blogu olan “From Potomac to Euphrates”i (Potomac’tan Fırat’a – malûm, Potomac, ABD başkenti Washington’dan geçer) izleyenler, Steven Cook’un Türkiye ile ilgisini pek kesmemiş olduğuna hükmedebilirler. Today’s Zaman’da yer alan kendisiyle yapılmış olan söyleşi de, Türkiye ilgisinin gayet canlı biçimde sürdüğünü ortaya koyuyor.
Söyleşiye atılan başlık, Cook’un “Türkiye artık bir demokrasi değil” sözleri. Söyleşinin bir yerinde, TZ’ın “Erdoğan’ın Türkiye’de kendi diktatörlüğünü kurmaya çalıştığını düşünüyor musunuz?” sorusuna Steven Cook, “Bir şekilde öyle. Erdoğan devleti devraldı ve onu otoriter bir rotaya soktu. Erdoğan’ın niyetinin hep böyle olmuş olduğunu söyleyemem – kendisiyle sadece iki kez karşılaştım ve zihninin içinde neler olduğuna dair herhangi bir sezgiye sahip değilim. Ama Türkiye’den artık bir demokrasi olarak söz edilemeyeceği benim için açık” karşılığını veriyor.
Bu cevap şu soruyu getiriyor:
“Bunu başarabileceğini düşünüyor musunuz?”
Cook’un buna cevabı ilginç:
“Bu sorunuzu bir soruyla cevaplayacağım: Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sadece kendi siyasi çıkarlarına dayanan bir siyasi düzen kurmasını önleyecek ne kontrol mekanizmaları (checks and balances) var?”
Bunun cevap üzerine sorulan soru ise şöyle:
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, “maiyetteki gazeteciler” ile Kolombiya yolunda MİT Müsteşarı’nın görevinden ayrılıp, milletvekili adayı olmak istemesi konusunda “özel bilgi” veriyor.
Cumhurbaşkanı, daha önce, Hakan Fidan’ın MİT Müsteşarlığı’ndan ayrılıp, siyasete girecek olmasına ilişkin olarak “açık ve net söyleyeyim: olumlu bakmıyorum” demişti. Muhalefet de, Hakan Fidan’ın Erdoğan’a sadakatinden yola çıkarak, bunun “danışıklı” bir geçiş olduğunu ileri sürmüştü.
Kimi yorumlarda, Hakan Fidan’ın 7 Haziran seçimlerinden sonra Ahmet Davutoğlu’nun yerine başbakanlığa getirileceği, kimisinde dışişleri bakanı, kimisinde ise güvenlik bakanı olacağı öne sürülmüştü.
Cumhurbaşkanı, konuyu Kolombiya yolunda bir kez daha açmış ve eski resmi sözcüsü (başbakanlık sözcüsü) dünkü Hürriyet’te, Erdoğan’ın açıklamasını aktarıyor:
“Oraya (MİT’e) sır küpüm olarak görebileceğim birini getirmiştim. Kendisine (Hakan Fidan’a) ‘Devam etmelisin, burası rastgele bir yer değil’ dedim. Ama yorulduğunu, devam edemeyeceğini söyledi. Ona bazı vaatlerde bulunulmuş olabilir, orasını bilemem. Bundan sonrası Sayın Başbakan’a ait. Yerine kim gelecekse teklif yapar. Biz de onar ya da onamayız.”
Ne güzel. Ne inandırıcı. Ne de örnek. Herşey tıkır tıkır işliyor. Cumhurbaşkanı, Başbakan iken kendisinin “sır küpü” gördüğü için MİT’in başına getirdiği kişiye, “Yapma, bırakma; orası milletvekili, bakan vs. olmak için bırakılacak yer değil” diyor. “Yorgun” MİT Müsteşarı, bunca bağlı olduğu kişinin bu sözlerine rağmen, bitap düştüğü için milletvekili ya da bakan olarak “inziva”ya çekilmek istiyor.
Cumhurbaşkanı’nı değil, Başbakan’ı dinliyor. Cumhurbaşkanı da, ne yapsın, “Eh, bundan sonrası Başbakan’ın bileceği iş” diyor. Ona artık, olsa olsa, yeni MİT Müsteşarı’nın kim olacağını Başbakan kendisine önerdiği vakit söz düşecek.
Herkesin yetki alanı belli. Herkes bir diğerinin yetki alanına saygılı. İşte örnek demokratik işleyiş. Ve buna saygılı bir Tayyip Erdoğan profili.
Üç hafta kadar önce 20 Ocak’ta İstanbul’da “The Istanbul Forum”un, “Kürtler: Barış Süreci, Kobani ve bölgesel mülahazalar” konulu panelinin soru-cevap bölümünde “Barış Süreci”ne ilişkin bir soruyu cevaplandırırken, “Şu an için söylenebilecek olan tahkim edilmiş bir ateşkes durumudur” demiştim. “Çözüm Süreci” için çok gerekli, yararlı ama çözümün kendisi olmayan bir durum...
O nedenle, Murat Yetkin’in Radikal’de önceki günkü yazısının başlığını “PKK ile tahkim edilmiş ateşkes konuşuluyor” olarak görünce şaşırmadım. Olan-biten hakkında genel bir fikri, çözüm süreçlerine ilişkin uluslararası tecrübelerden haberdar olan kim olsa, Türkiye’de şu anda erişilebilecek noktanın, “tahkim edilmiş ateşkes” olduğunu, bunun ötesine geçemeyeceğini fark ederdi.
Murat Yetkin, adını açıklamadığı ama “güvenilir” olduğu sezgisini uyandırdığı bir kaynağa dayanarak ve “devlet ile İmralı’nın ‘tahkim edilmiş ateşkes’ konusunda anlaşmaya vardığını” bildirerek, “Peki, nedir bu ‘tahkim edilmiş ateşkes?” sorusunu soruyor ve doğru olarak şu hatırlatma ve tespiti yapıyor:
“Erdoğan’ın girişimi ile Fidan aracılığıyla Öcalan ile İmralı’da doğrudan görüşmelerin başladığı 2012 sonundan bu yana zaten fiili ateşkes durumu var. Fiili ateşkes kan banyosunu durdurdu, hem asker, polis aileleri, hem militanların aileleri nefes aldı. Ancak ne bölgeye henüz barış geldiğinden, hem de kamu düzeninin yerinde olduğundan söz edilebilir.”
Öyleyse nedir “tahkim edilmiş ateşkes?” Çözüm Süreci’nin Abdullah Öcalan ile “devlet yetkilileri” (yani MİT) arasında başlatıldığı 2012 sonundan bu yana süregelen “fiili ateşkes”ten farklı ne yanı var?
Verilen cevap şu:
“1- Ateşkesin sürecin bir parçası olarak resmileşmesi,
AKP niçin oy isteyecek?
İlk bakışta gayet saçma bir soru gibi gözüküyor. Cevabı belli değil mi? Tabii ki, iktidar için.
Elbette ki öyle ama 7 Haziran 2015 seçiminin daha önceki seçimlerden ciddi bir farkı var. Bu kez, partiyi bunca yıldır tüm seçimlerde başarıdan başarıya taşımış lideri Tayyip Erdoğan, kendi anlayışınca “başkanlık sistemi”ne geçmeye elverecek bir anayasa yapımı için AKP’nin ezici bir seçim zaferi kazanmasını istiyor.
O nedenle, söz konusu soru, sanıldığı kadar anlamsız değil. Gerek AKP –başta şimdilik “konu mankeni”ni andıran genel başkanı Ahmet Davutoğlu, tüm partililer ve seçmenleri, şu soruyu sormalılar: “Partimizin iktidarını devam ettirmek için mi, yoksa Tayyip Erdoğan için mi oy isteyeceğiz?”