İsmet Yılmaz, Tayyip Erdoğan’ın sağ kolu Binali Yıldırım’ın bürokratı, Tayyip Erdoğan’ın ise, TSK üst kademelerinde yapılan önemli değişikliklerden sonra, kendi “Savunma Bakanı” olarak göreve getirdiği kişi olarak hatırlandığı takdirde, “yeni TBMM Başkanı”nın Cumhurbaşkanı’nın “yeni Türkiye” tasavvuruna çok uygun bir isim olduğuna hükmedilebilir.
Zaten İsmet Yılmaz da TBMM Başkanı seçildikten sonra yaptığı konuşmada, “Kuvvetler Ayrılığı” kavramını “Cumhurbaşkanı’nın koordinasyonu” ile birlikte telaffuz etmiş olması, özellikle, dikkat çekici olmalı.
İsmet Yılmaz, kelimesi kelimesine şöyle dedi:
“Bu dönemde devlet gücünü kullanan organlar arasındaki işbirliğine her zamankinden daha fazla ihtiyaç olduğunu belirtmek isterim. Kuvvetler ayrılığı Cumhurbaşkanı'nın koordinasyonunda, belli devlet yetkilerinin kullanılmasına yönelik medeni bir işbirliğidir.”
İsmet Yılmaz’ın hangi aşamalar geçildikten sonra, son turda, yani dördüncü turda tümüyle ve sadece AKP’nin blok oylarıyla seçilmiş olması üzerinde durmak gerekiyor.
İsmet Yılmaz’ın, ilk konuşmasında altını çizdiği husus ve Cumhurbaşkanı’na özel bağlılık vurgusu ve aldığı oyların cinsi, TBMM Başkanı olmaktan ziyade “AKP Grup Başkanı” gibi çalışma ihtimalini beraberinde getiriyor.
IŞİD, 10 Haziran’da Musul’u ele geçirmişti. Musul’un ele geçirilmesinden önce, elinde bulunduğu “il merkezi” konumundaki tek şehir, Suriye’deki Rakka idi. Rakka, Türkiye sınırına 80 kilometre uzaklıktaydı. Rakka’nın yani IŞİD’in en önemli “lojistik destek üssü” ise Akçakale’nin dibindeki Tel Abyad’dı. Yani, IŞİD’in dünyaya açıldığı ve destek elde ettiği en önemli alan Türkiye’ydi.
El-Bağdadi, geçen yıl 29 Haziran’da İD’i ilân ettiği vakit, “Sykes-Picot’nun sonunu getirdiğini” de söylemişti. Gerçekten de, Birinci Dünya Savaşı’nın Ortadoğu’sunu ifade eden “Sykes-Picot düzeni” diye nitelenen, aslında Batı’nın “Westphalia düzeni”nin Ortadoğu’ya empoze edilmesi ve uygulanmasını ifade eden yüz yıllık düzen “fiilen” ortadan kalkmış durumda.
Türkiye’nin güneyinde, Türkiye ile “sınırdaş”, sınırları belli olmasa bile, kendisini “devlet” olarak ilân etmiş olan ve İskoçya, Galler, Kuzey İrlanda ve İngiltere toplamından yani Büyük Britanya’nın topraklarından daha geniş bir alana hükmeden, 6 milyon kişinin yaşadığı bir yapı ortaya çıktı. Vergi topluyor. Askere adam alıyor. Eğitim veriyor, vs.
IŞİD’in devleti, yani “İD”...
Siz, “İD” ilân edildiği vakit ya da ondan sonra bugüne dek geçen bir yıl içinde Tayyip Erdoğan’ın –gerek başbakanlığı ve gerekse geçen yıl ağustos ayından sonraki cumhurbaşkanlığı döneminde- bir kez bile olsun, kalkıp “Türkiye’nin güneyinde, Suriye’nin kuzeyinde bir devlet oluşuma asla izin vermeyeceğiz” dediğini duydunuz mu?
IŞİD, Türkiye’nin Musul Başkonsolosluğu’nu ele geçirip, 49 kişiyi rehin almıştı, diyemezdi diye düşünülebilir. Peki, “rehineler” kurtarıldıktan sonra, böyle bir açıklaması hiç işitildi mi?
Hayır, işitilmedi.
IŞİD’in “İD” olarak “devlet” halinde kendisini beyan etmesinin ardından, ABD, söz konusu oluşumu “dünya gündeminin bir numaralı maddesi” halinde mütalaa ederek, bir “uluslararası koalisyon” kurdu ve IŞİD’le hava desteği sağlayarak savaşa girişti.
Kobani’de önceki gün yaşanan bir katliam. Çoğu çocuk, 150 dolayında insan hayatını kaybetti. Bir o kadarı yaralandı. Katliamın faili kendisine “İslam Devleti” adını takmış olan, bizlerin daha önceki isminin başharfleriyle “IŞİD” ya da eski adının Arapça başharfleriyle “DAİŞ” diye telaffuz etmeye devam ettiğimiz, Selefi-İslamcı güç.
O kendisine “Devlet” diyor. Neredeyse tam bir yıl önce, 29 Haziran’da, “Hilafet”i bir başka deyimle “Devlet”i ilân etti. Ve, IŞİD adının “I” ve “Ş” harflerini sildi. “İD”i kullanıyor.
“Örgüt” demek ya da “terörist örgüt” olarak söz etmek, IŞİD’i ya da İD’i anlatmıyor. Çünkü, bir “örgüt” olmanın çok ötesine geçmiş durumda ve çok ciddi bir olgu.
Zira, nereden baksanız, Irak ve Suriye’de bugün kontrolü altında bulundurduğu topraklar, İngiltere, İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda’dan oluşan Birleşik Krallık (ya da Büyük Britanya) topraklarından daha geniş. Kontrolü altına aldığı topraklarda 6 milyon dolayında bir nüfusu yönetiyor durumda. Bu alanda 16 yaşının üzerindeki gençleri ise askere alıyor. Böylesine “örgüt” denemez. Öyle nitelemekle yetinirsek, IŞİD ya da İD olgusunu tam olarak kavrayamayız.
Brüksel’de kaldığım otelin yemek salonunda, önümdeki gazetelerden kafamı kaldırdığım sırada gördüm onu. Yanis Varoufakis’i...
Tüm gazetelerin manşetlerinde, Brüksel’de AB bakanlarının Yunanistan konusunda yaptığı olağanüstü toplantının haberleri. Önümdeki gazetelerden kafamı kaldırdım, ayaküstü konuştuk. Ayrılırken, hafifçe sırtına dokundum; “İyi şanslar” dedim. Gülümsedi.
Varoufakis ile karşılaştığımı, Brüksel’de birlikte bulunduğum genç arkadaşıma söylediğimde, ok gibi fırladı, onunla tanışmaya gitti. 7 Haziran’da HDP için ter dökmüştü. Varoufakis’e, “Sizin yakından izliyoruz” demiş; Varoufakis ise, HDP’yi kastederek, “Biz de sizi karşılığını” vermiş.
7 Haziran’ın en kestirme ve en temel mesajı, “RTE Başkanlık Sistemi’ne Hayır” olarak anlaşılmalıydı. Buysa, eş anlamlı olarak, “Parlamenter Sistem’e Evet” demekti.
AKP mutlak çoğunluğundaki daha önceki, 2011 seçimleri sonrası oluşmuş olan üç partili bir parlamento vardı. Ve, o TBMM, Tayyip Erdoğan’ın AKP üzerindeki “mutlak hakimiyeti”nden ötürü “Tayyip Erdoğan noterliği”nden başka bir özellik taşımaz hale indirgenmişti.
TBMM, demokrasilerde olması gereken türden bir “yasama organı” olma niteliğini kaybetmişti. Aynı şekilde, herhangi bir demokrasi için hayati değer ifade eden, “yürütme”nin en etkili “denetim mekanizması” olma işlevi de ortadan kalkmıştı.
Tayyip Erdoğan’a tabi AKP çoğunluğunun kalkıp inen parmakları sayesinde.
Koskoca TBMM, AKP aracılığıyla Tayyip Erdoğan’a ait, ona bağlı organlardan sadece bir haline indirgenmişti. “Fiili durum”, 7 Haziran öncesinde buydu.
Bir AKP-MHP koalisyonu kurulacaksa, bunun "Kürt karşıtı" özelliğinin yanısıra, Rojava'dan ötürü kaçınılmaz bir "anti-Amerikan" ve "anti-Batı" boyutu da olmak zorunda.
Radikal tam bir yıl önce bugün “kağıt” baskısına son vermiş, “dijital”leşmişti. Tam 38 yıl “kağıt” üzerinde görünmüşken, sadece “sanal alem”de görünecek şekilde ilk yazımı bir yıl önce bugün yazmıştım. Yılın “aydınlığı en uzun günü”nde yayımlanmak üzere...
Aradan bir yıl geçti. Her şeyin ne kadar hızlı aktığını ve ne çok değişiklik yaşandığını ancak bir yıl geriye dönüp baktığımızda fark edebiliriz. Örneğin, bir yıl önce IŞİD, ondan önceki bir yıl içinde hiç kimsenin aklına gelmeyecek biçimde Irak’ın ikinci büyük şehri Musul’u ele geçireli topu topu on gün olmuştu.
Aradan geçen zaman içinde, Suriye’de Palmyra’yı, Irak’ta ise Anbar eyaletinin merkezi Ramada’yı ele geçirdiler. Şam yakınlarından Bağdat yakınlarına kadar, Birleşik Krallık’tan (İngiltere) daha büyük bir alana hükmediyorlar.
Türkiye’de “AKP çevresi”nin -“asker”in adını kullanarak- “PYD’yi (Kürtleri) kendisinden daha tehlikeli” gördüğü vahşi-Selefi örgütün son bir yıl içinde ulaştığı nokta bu.
Bu arada IŞİD’in böylesine gelişmesi, büyümesi ve yayılmasıyla birlikte Kürtler de “tarih sahnesi”ne tarihte daha önce hiç olmayan etkili bir rol ile çıktılar. ABD için “IŞİD’le mücadele” uluslararası gündemin birinci maddesi. Bu amaçla bir “koalisyon” oluşturuldu. “Saha”da IŞİD’e karşı en etkili biçimde karşı koyan ise Kürtler.
Türkiye’nin yarım yüzyıllık yakın tarihinde onun kadar ağırlıklı rol almış bir başka kimse bulunmamasından ötürü değil. Ömrümün yarım yüzyılına damgasını vurmuş olduğu için…
Altı kere gidip yedi kere geldiği “Başbakanlık” sıfatını ilk üstlendiği sırada, lisenin birinci sınıfındaydım. Bir genç siyasi aktivist olarak “sokağa çıktığım” vakit, üniversite yıllarımı onun Başbakanlığı döneminde geçirdim. “Yürüyerek yollar aşınmaz” sözünü, nice unutulmaz deyişi gibi, tarihe bıraktığı yıllarda.
Ona karşı yürüyorduk. Protestolarımızın hedefinde o ve iktidarı vardı. Onun devrilmesi için yürüyorduk.
Sonra asker geldi, onu devirdi, bizi ezdi.
12 Mart 1971…
Ama 12 Mart’ın ardından Demirel ile yine de buluşamadık. Hatta, Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idamlarının TBMM’de onaylanması için Adalet Partisi grubunu seferber ettiği günden beri, “aramızdaki ayrılık”, kendiliğinden bir “manevi kan davası”na dönüşüverdi.
Benim kuşağımda, benim geçtiğim yollardan geçmiş olan herkes için geçerlidir bu duygu. Türk siyasetinde daha sonra kalıcı hale gelmiş lakabıyla “Baba”, hakkında daha mesafeli bir ifade kullanmak isteyenler açısından “Süleyman Bey”i bir türlü, sırf bu yüzden, başka hiçbir neden olmasa bile, bu tek nedenden ötürü, hiçbir zaman affedemedik biz.
Ailevi nedenlerden ötürü de,
HDP’nin başarısıyla simgelenen 7 Haziran seçim sonuçları kadar Türkiye’nin yakın geleceğini etkileyecek önemde bir başka gelişme daha varsa, o da Tel Abyad’ın Kürt güçler tarafından IŞİD’den kurtarılmasıdır!
Akçakale-Tel Abyad hattı ve Tel Abyad’ın arabayla bir saat kadar güneyindeki Rakka’ya kadar bölge, Rakka-Halep arası; benim kişisel tarihimdeki özel yerinden ötürü hep özel ilgi alanımda kalmıştır. Dolayısıyla, söz konusu bu coğrafi alanda, son günlerde yaşanan ve etkisini önümüzdeki uzun vâdeye yayma potansiyeli taşıyan çok önemli gelişmeleri an an izledim.
“… 1971 Haziran ayının son günü Türkiye’deki askeri müdahaleden ötürü aranmakta iken ülkeyi terk etmiştik. Türkiye’den kaçabilen solcuların bir kısmı Batı Avrupa ülkelerine sığınırken, lise yıllarımı geçirdiğim Tarsus’tan tanıdığım Kürt kökenli bir kahvecinin Urfa’nın Akçakale ilçesindeki kaçakçı akrabalarının kurduğu bağlantı marifetiyle Suriye’nin yolunu tutmuştum. Daha sonraları Türkiye’nin en tanınmış gazetecilerinden biri olacak becerikli bir yoldaşımızın hazırladığı sahte nüfus belgeleriyle Ankara’dan, Suriye sınırındaki küçük sınır kasabasına ulaşmış, orada bizi bekleyen kaçakçı koluyla buluşmuştuk. İşleri gereği her gece sınırın iki tarafına gidip gelen Kürt kaçakçılarla birlikte Harran Ovası’nda geniş bir kavis çizerek bir süre yürüdükten sonra, anlaşmalı oldukları jandarma sınır karakoluna varmış ve kumandana yüklü bir rüşvet ödeyip, Suriye’ye, Akçakale’nin karşısındaki Tel Abyad kasabasının yakınlarındaki bir köye kapağı atmıştık…
Gece karanlığında sadece Rakka’da kısa süreli bir mola verdikten sonra sabahın erken saatlerinde Halep’e vardık…” (Mezopotamya Ekspresi, s.51-52)
Aradan yıllar geçtikten sonra, 1971 Haziran’ındaki o “