Gerçek anlamında hiçbir vakit olmayan ya da –en azından Tayyip Erdoğan’ın zihninde- olması gereken haliyle olmamış olan “çözüm süreci”ne, noktayı fiilen Irak Kürdistan topraklarında girişilen ve süregelen hava bombardımanları koymuştu.
Başlamış olduğunu 2012 sonunda o ilân etmişti. “Sürdürmek mümkün değil” diye o ise, “çözüm süreci”nin mevcut haliyle –ki, o, gerçekte, “güçlü ateşkes” ve “çatışmasızlık durumu”ndan başka bir şey değildi- bitmiş olduğunu kabullenmek gerekecek.
Tayyip Erdoğan, Çin’e giderken açıkladı. “Bu ülkede milli birliğimize kastedenlerle bir çözüm sürecini devam ettirmek, öyle zannediyorum ki, mümkün değil” dedi.
Ve, devam etti: “Olması gereken nedir? Milli birliktir, kardeşliktir. Bu kardeşlik zaten, çözüm süreci denilen başlığın çok çok önünde olan, içeriği zengin bir başlıktır.”
Yani, Tayyip Erdoğan’ın yorumuyla “milli birlik” ve “kardeşlik” çözüm sürecinin önünde olduğuna göre, “güçlü ateşkes” ve “çatışmasızlık durumu”na şu sıra gerek yoktur.
Tayyip Erdoğan, “çözüm süreci”ne noktayı “resmen” koyan sözlerinin bir bölümünde “... Parti yöneticilerinin bedel ödemesi gerektiğine inanıyorum. Terör örgütlerini kendi arkalarında gösterenler, ‘Biz sırtımızı oraya buraya dayıyoruz’ diyenlere dokunulmazlık zırhından arındırmak suretiyle bedel ödetilmeli” diyerek HDP’yi de “kampanyası”nı şimdiden başlatmış olduğu “erken seçim” öncesinde PKK’nın yanısıra “hedef tahtası”na oturttu.
Tayyip Erdoğan’ın hükümetin içine “siyasi komiser” olarak yerleştirdiği ve “çözüm süreci” dosyasını eline verdiği Yalçın Akdoğan, dün, HDP’yi suçlayan açıklamalarında Abdullah Öcalan’ı “araçsallaştırarak” Selahattin Demirtaş’a vuruyordu: “Sürekli Öcalan adına yalan söylüyorlar. Öcalan başkanlık sistemine karşı, Öcalan AK Parti’ye karşı… Külliyen bunlar yalan… Öcalan onunla yapın şununla yapın desin.. Öcalan bunları yakalasa sopayla kovalar diye düşünüyorum.”
Öyle mi? Kolayı var: İmralı’nın sesini çoktandır duyulmuyor. HDP heyeti gidemiyor. HDP heyetinin İmralı’ya gitmesini mümkün kılın, Öcalan’ın orada yapacağı açıklamayı kamuoyu duysun; Abdullah Öcalan ne diyor herkes öğrensin.
ABD'nin "IŞİD'e karşı mücadele için yaktığı yeşil ışık", AKP'nin halk tarafından yetkileri kısıtlanmış unsurları ve Erdoğan tarafından "erken seçim"e giden yolda, "PKK'yı kriminalize etmek, HDP'yi marjinalize etmek" için kullanılıyor
Bundan bir buçuk kadar yetkileri kısıtlanan iktidar sahipleri ve halihazırdaki “geçici hükümet” adeta bir “yetki gaspı”na giderek, Türkiye’yi “iki-cepheli” ve tehlikeli bir savaşın eşiğine getirmiş durumdadır.
Türkiye, en sonunda uyandı ve “ülkenin bir numaralı güvenlik tehdidi” olan “IŞİD’e karşı aktif mücadele”ye girdi sanılırken, Tayyip Erdoğan-Ahmet Davutoğlu ikilisinin esas niyeti ortaya çıktı: “Çözüm süreci”ne nokta koymak ve Kürtlere karşı, yeni bir seçim hesabıyla, topyekun savaşa girişmek.
Aklı başında hiç kimse için inandırıcılığı kalmamış olan Başbakan Ahmet Davutoğlu, dün “operasyonların temel güvenlik alanlarını korumaya yönelik yapıldığını” öne sürerken, “Biz bu kararları alırken, askeri, güvenlik ve siyasi sonuçlarını bilerek karar verdik” dedi.
Ve devam etti: “Seçim neticelerini kalaşnikoflarla kutlayanlara sessiz mi kalacağız? Biz bunların hepsi kaydettik. Doğru zaman gerekiyordu. Doğru zamanda müdahale ettik. Kimse cumhuriyetimizi tehdit edemez. Kamu düzenini bir kez tehdit ettiklerinde onların maşalarına değil, doğrudan bu tehdidi oluşturanlara gerekli cevabı veririz.”
“Doğru zaman”ın, “Amerikan yeşil ışığı”nı almak olduğu anlaşılıyor. ABD’nin “IŞİD’e karşı mücadele için yaktığı yeşil ışık”, AKP’nin halk tarafından yetkileri kısıtlanmış unsurları ve Erdoğan tarafından “erken seçim”e giden yolda, “PKK’yı kriminalize etmek, HDP’yi marjinalize etmek” için kullanılıyor.
Bunu pek de gönüllü bir şekilde yapmadığı, gelişmelerin ve “ABD’nin baskısı” üzerine “mecbur” kalarak yaptığı, Başbakan’ın kendisini bir türlü alamadığı, boş “böbürlenmeler” ve gerçeği yansıtmayan beyanlarla doldurduğu dünkü basın toplantısından anlaşılıyordu.
Yine de, New York Times’ın adını açıklamadığı bir Amerikan üst düzey yetkilisi, IŞİD’e karşı Türkiye ile ABD arasında gelinen noktayı “game changer” yani tüm “oyunu değiştirecek” önemde olarak nitelemiş. Buradaki “game changer” nitelemesi, IŞİD’e karşı yürütülen mücadelenin niteliği ve alacağı yön kastedilerek söyleniyor. Ve, bu niteleme yapıldığı sırada, TSK ile IŞİD arasında Kilis dolaylarında bir astsubayın şehit düşmesine yol açan müsademe ve ardından dün sabaha karşı F-16’ların IŞİD hedeflerine karşı bombardımanı gerçekleşmemişti.
Başta Türkiye’nin “Suriye politikası”, birçok alanda yepyeni bir “sayfa”nın açılmış olduğu kuşkusuz. Bu gelişme, “Suruç Katliamı”nın sonucu değil. Öncesi var. Hatta, “Suruç Katliamı” bir yönüyle, IŞİD’e ilişkin olarak “değişmeye mecbur bırakılan” Türk politikasına karşılık olarak, IŞİD’in birkaç ve farklı adrese birden gönderilen tepkisiydi.
Bu konudaki gelişmeleri arka arkaya sıralamak, neyin nasıl ve niçin gerçekleşmiş olduğuna dair ipuçları verebilir:
1. Obama yönetiminin yetkilileri, Türk yetkilileriyle “IŞİD’e karşı daha etkili bir işbirliği” ve bu çerçevede İncirlik’in hava harekâtı için Amerikan savaş uçaklarının kullanımına açılmasını uzun süredir görüşme halindeydiler. Son olarak ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile telefonda görüştü.
2. O görüşme sonrasında, Obama’nın “IŞİD’e karşı Uluslararası Koalisyon Temsilcisi” General (em.) John Allen Türkiye’ye geldi. Dışişleri Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu ile yaptığı görüşmelerde İncirlik’in kullanımı ve IŞİD’e karşı işbirliği konusunda çok önemli anlaşmaya –nihayet- varıldı. Tarih:18 Temmuz.
Bu anlaşmadan hemen önce, Türkiye’nin içinde IŞİD’e karşı önlemler alınmaya başlanmış, IŞİD’le ilişkili ya da IŞİD’e katılmak üzere sınırı alışıldığı şekilde geçmek isteyen çok sayıda kişi tutuklanmış ve sınırdışı edilmişti.
Son söyleyeceğimizi en başta söyleyelim: Şanlıurfa’da iki polis memurunun IŞİD’le ilişkide oldukları ileri sürülerek öldürülmesini HPG üzerinden PKK’nın üstlenmesi, çok vahim bir gelişmedir.
Türkiye, “şiddet girdabı”nın içine tehlikeli biçimde çekiliyor. Bu durum, “Türkiye’nin Suriyelileşmesi”den başka bir yönü göstermez.
PKK’nın yaptığı, AKP iktidarının gelinen noktada izlediği Suriye politikasındaki hatalarının üstünü örtmekten başka bir şeye yaramıyor.
Böyle bir eylemi gerçekleştirenlerin, siyasi olarak, akıllarını peynir ekmekle yemiş olmaları gerekir. “Suruç Katliamı”nın etkisini ve sonuçlarını unutturmak için, AKP’lilerin eline koz geçmiştir, bayram etmektedirler.
Gencecik insanlar. Kimisi 20 yaşında, kimisi daha genç. İç dünyalarının güzelliği gülen yüzlerine vuran genç kadınlar ve genç erkekler. Samsun’dan, Eskişehir’den, Trabzon’dan, İstanbul’dan, Türkiye’nin “kuzeyi” ve “batısı”ndan gelip, güneydoğusuna, “sınır ötesi”ne Rojava’ya koşan üniversiteliler…
Ellerinde Kobani çocuklarına götürdükleri oyuncaklar, Kobani’nin çilekeş Kürt halkına taşıdıkları ilaç, gıda ve tıbbî malzemeler… “Kürt düşmanlığı” üzerine ülke inşa etmeye kalkanlara inat, “Türk enternasyonalizmi”nin yüz akları…
Ve, sınıra Kobani’ye 10 kilometre ötede Suruç’ta katliam. Giden 32 can, Türkiye’nin her yönüne yola çıkan bedenleri paramparça edilmiş 32 cenaze, ülkenin hastanelerinde yaşam savaşı veren onlarca yoldaşları, yüreği kan ağlayan milyonlarca Türkiye insanı…
“Suruç Katliamı” gerçekleştiği anda, “resmi ağızlar”dan gelen basmakalıp tepkiler birbirini izledi. “Geçici AKP hükümeti”nin bir bakanı, “Bu saldırıya en etkili şekilde cevap vermeliyiz; tek ses, tek yürek olup kenetlenmeliyiz” diye yazdı.
Türkiye’de Yunanistan ile ilgili gelişmelere uyanan ilgiyi, “Batı” ve “Avrupa” boyutunu tümüyle yitirmemiş olduğumuzun “olumlu” bir belirtisi olarak değerlendirebiliriz.
Özellikle, “Türkiye Suriye’ye girecek mi?” sorusunun tedirginlikle gündemde bulunduğu bir dönemde, gözlerin güney sınırlarımızdan Ege sınırlarına doğru yönelmesinde “stratejik” anlamda “iyimserliğe” yönelebiliriz.
Türkiye ile Yunanistan, son yüzyıllar boyunca kâh birbirlerinin “reddi” olarak konumlanmış, hatta kâh “düşman” olmuş ama esas olarak, “kaderleri ortaklaşmış” iki ülke olarak birlikte olmuşlardır.
İkinci Dünya Savaşı sonrasının Marshall Planı, ikisi için yapılmıştır. NATO’ya birlikte girmişlerdir. NATO’nun güneydoğu kanadını birlikte oluşturmuşlardır. AB’ye de birlikte girmeleri tasarlanmıştı.
Son günlerin yoğun gündemi arasında, gözlerden kaçan önemli bir husus var: “Çözüm Süreci”nin akıbeti.
Konu, gündeme HDP İmralı Heyeti tarafından yapılan yazılı açıklamayla getirildi. Şunlar söyleniyordu:
“Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın müzakere sürecini yok sayan, Dolmabahçe mutabakatını yanlış bulan, İzleme Heyetini tanımayan ve en nihayetinde Kürt sorunu yoktur noktasına gelen yaklaşımları büyük bir tıkanmayı da beraberinde getirdi. Seçimlerden çıkan sonuçların tartışılmaz tek gerçeği, demokrasi ve barış karşıtı anlayışlara dönük tarihsel uyarıdır. Vakit geç olmadan, bir tek yurttaşımızın burnu kanamadan, bölgesel bir barış hamlesi mümkündür. Yeni oluşacak olan hükümet formülü ne olursa olsun, Çözüm Süreci'nin devlet politikası haline getirilerek korunması ve tüm halklarımız tarafından bu sürecin somut tek kazanımı olarak değerlendirilen çatışmasızlık durumunun devam ettirilmesi gerektiğine inanmaktayız."
Bu yazılı açıklamaya vakit geçirmeden, uzun süredir sesi soluğu çıkmayan Yalçın Akdoğan’dan tepki geldi.
Madımak’ın 22. Yılında Sivas’da dün binlerce insan yürüdü. Yakın tarihimizin en acı, en utanç verici olaylarının başında gelen hunharlık hatırlandı. Madımak katliamında, hayatını kaybetmiş olan, çoğunlukla Alevi, aydınlarımız anıldı.
Madımak’ın 22. Yıldönümünde, o gün alçakça bir katliamın hedefi olan insanlarımızın ve o günün simge ismi Aziz Nesin’in anısı önünde saygıyla eğiliyorum.
Olayın üzerinden birkaç saat geçtikten sonra Sivas’a gitmiştim. Öldürülenlerin çoğunu tanıyordum. Bazıları kişisel dostumdu. 3 Temmuz öğledensonra, duruma ilişkin gözlemlerime öfkemin ve içimdeki acımın karıştığı bir yazıyı, Sivas’ta bir köşeye çekilip yazdım. 4 Temmuz 1993 günü Sabah’ta yayımlandı.
Yazı, içindeki bir çok doğru unsura rağmen, benim ölçülerime göre, esastan yanlıştı. Benim imzam altında hiçbir zaman yazılmaması gereken bir yazıydı. Yazıda, özellikle, Aziz Nesin için yakışıksız sözcükler kullanmıştım. O yazının, özellikle o bölümü, yıllarca bana dert oldu. Hiçbir yazımdan ötürü, o yazıda duyduğum “vicdani rahatsızlığı” duymamıştım.