Harvard profesörlerinden ve dönemimizin en üretken tarihçilerinden biri olan İskoçyalı Niall Ferguson, bizde “İstanbul’un Fethi” olarak anılan 29 Mayıs 1453 tarihini Osmanlı İmparatorluğu’nun başlangıç tarihi addederek, 29 Mayıs sonrasında tarihte en uzun yaşayan “İmparatorluk”un 469 yıllık ömrüyle Osmanlılar olduğunu kaydeder.
29 Mayıs, tarih için, özellikle bizim tarihimiz için çok önemli bir gündür. Ama, gerçek “tarih şuuru”ndan yoksun, tarihi sadece “ecdadımız” edebiyatına indirgemiş olan, “keyfilik” ve “pervasızlık”ta sınır tanımayan Türkiye’nin bugünkü iktidar merkezi, bu yıl 29 Mayıs’ı 30 Mayıs’ta kutlamaya karar verdi.
29 Mayıs, her yıl zaten hayli “mizahî” bir hale sokulan “büyük müsamere” kıvamındaki kutlama törenlerine konu olurdu. Bu kez, 562 kişilik mehter takımı ile, 30 Mayıs’ta “Cumhurbaşkanı’nın huzurlarında, Başbakan katılımlı” bir tantanalı “müsamere”ye dönüştürülecek.
Niye 29 Mayıs’ta değil de 30 Mayıs’ta?
Çünkü, Tayyip Erdoğan’ın AKP’ye dönük iktidar hesapları, seçim kampanyası taktiği olarak öyle gerektiriyor da, onun için. (Her yıl 25 Nisan’daki “Anzak Günü” de, “Anafartalar Kahramanı” Mustafa Kemal’ın ikinci plana itildiği, Tayyip Erdoğan’ın öne çıkartıldığı Çanakkale savaşlarını tantanayla anma törenlerine dönüştürülmüş ve Ermeniler için özel anlamı olan 24 Nisan’a çekilmişti.)
Türkiye, “İstanbul’un Fethi”nin tarihinin, 29 Mayıs’ın bile AKP’nin seçim hesapları gereği oynandığı, keyfiliğin sınır tanımadığı bir dönemi yaşıyor.
Bu ölçüde bir “keyfilik” ancak, 1923-1950 arası “Tek Parti” iktidarının damgasını vurduğu, cumhurbaşkanlarının “Ebedi Şef” ve “Milli Şef” sıfatlarıyla anıldığı dönemle karşılaştırılabilir.
7 Haziran’da böyle bir “
SAO PAULO- Fernando Henrique Cardoso ile adını taşıyan vakıf merkezindeki geniş odasında tatlı bir sohbete daldık. Kırk yıldır tanışan, daha aynı günün sabahı birlikte olmuş insanların rahatlığı ve teklifsizliği içinde.
Sol yanında ben, benim solumda Hasan Cemal, tam karşısında sağ kolu “Fundaçao IFHC”nin yani “Fernando Henrique Cardoso Enstitüsü Vakfı”nın başındaki Sergio Fausto ve onun yanında Cardoso’nun özel kalemi Helena Gasparian. Brezilya’daki 100 bin Ermeni asıllı Brezilyalıdan biri. Ailesi Harputlu imiş.
Cardoso, 84 yaşında ama hem dipdiri bir fiziğe sahip hem de genç bir beyne sahip. Brezilya’nın 20 yılı aşan askeri yönetiminden demokrasiye geçişinde rol oynamış olan ve 1994 ve 1998’de iki kez ezici seçim zaferi elde ederek cumhurbaşkanı seçildi. Brezilya’nın ekonomik reformunu gerçekleştirdi. Kendisini dünyanın da en büyük ülkelerinden biri olan Güney Amerika’nın en büyük ülkesini ayağa kaldırmış kişi diye tanımlamak yanlış olmaz.
Şahin Alpay, Cardoso’yu “Turgut Özal ve Kemal Derviş kırması bir sosyal demokrat” diye niteleyerek ilginç bir tanım getiriyor. Babası Boris Fausto ile birlikte İngilizce’de yayımlanmış, Brezilya’ya dair en önemli tarih kitabının yazarı, siyaset bilimci Sergio Fausto ise sağ kolu olarak yanında çalıştığı ve hem de baba dostu olan Fernando Henrique Cardoso’yu “demokratik sosyalist” olarak tanımlıyor.
İsminin başharfleri ile kısaca “FHC” olarak anılan eski Brezilya Cumhurbaşkanı, görev süresinin bitiminden sonra, kendi adına kurduğu vakıf aracılığıyla “dünya” ile ilişkisini canlı tutuyor. Sürekli dünyayı geziyor, dünyanın her yanından insanları Brezilya’ya getiriyor, vakfına davet ediyor, dinliyor.
Türkiye gündemine dair sebeplerden ötürü iki kez ertelediğimiz IFHC davetini, 7 Haziran seçimlerinden iki hafta öncesine denk getirerek 13 saatlik bir uçuştan sonra Hasan Cemal ile birlikte Sao Paulo’ya ayak bastık.
Uçakta Financial Times gazetesini açar açmaz, Cardoso mülakatı ile karşılaştık. Cardoso, ülkesinde “başkanlık sistemi” ile “parlamenter sistem” arasındaki “çözülememiş durum”dan ötürü “meşruiyet sorunu”nun ortaya çıkmış olduğundan söz ediyor ve buradan “çıkış yolları”na işaret ediyordu.
Ortadoğu, 16. Yüzyıl Avrupa tarihindeki "Otuz Yıl Savaşları"nı andıran "tarihi bir geçiş dönemi" yaşanıyor. Uzun sürecek bir savaş bu…
Dış politikanın seçimlere üç hafta kala öne çıkmaması, elbette, anlaşılabilir bir şey. Bununla birlikte, kendine özgü bir başkanlık sistemini fiilen yürürlüğe koymuş olan Tayyip Erdoğan’ın “dış politikası”nın “omurgası” Suriye üzerinden şekilleniyor; ve kamuoyunun dikkatinin dış politika üzerine şu dönemde odaklanmaması, ne kadar anlaşılır ise “Suriye politikası”nın –önü alınmadığı takdirde- Türkiye’nin yakın geleceğinde önlenemez “iç tahribat”a yol açması da o ölçüde kaçınılmaz.
“Türkiye ile Suudi Arabistan’ın Suriye’deki izdivacı” başlıklı dünkü yazımın sonunu şöyle bağlamıştım:
“Türkiye ile Suudi Arabistan’ın ‘Suriye’deki izdivacı’ bir yönüyle IŞİD’e karşı iken, ister istemez, özünde IŞİD ile ‘aynı ideoloji’deki ‘Selefi-İslâmcı’ gruplara kapıları açıyor.
Bu “dinamik”, bir yandan Türkiye’de ‘rejim değişikliği’ni zorlayacak nitelikler ifade ederken, diğer yandan da Suriye’nin ‘Türkiye’nin Vietnam’ı’ olması tehlikesini öne çıkartıyor.”
Önceki yazılarımı ve özellikle son iki yazımı okuyanlar, Türkiye’nin Suudi Arabistan ile birlikte Suriye’deki yeni oluşan “Fetih Ordusu”na ve bu yeni “askeri güç”ün belkemiğini oluşturan el-Kaide’nin Suriye kolu Nusra Cephesi’ni dolaylı, Ahrar eş-Şam adlı Selefi örgütü doğrudan destek vermekte olduğuna dikkat etmişlerdir.
Üç gün önce, İngiltere’nin etkili The Independent gazetesinin 12 Mayıs tarihli sayısında Kim Sengupta adlı tanınmış muhabirinin kaleminden çıkan upuzun bir haber başlığı:
“Türkiye ve Suudi Arabistan, Amerikalıların Suriye’de bombaladıkları İslamcı aşırıları destekleyerek Batı’yı telaşlandırıyorlar”...
“Fetih Ordusu”nun (Ceyş el-Fetih). Hatay’ın doğu-güneydoğusuna bitişik İdlib ve Cisr el-Şugur’u ele geçirmesi ve Şam rejiminin askeri-siyasi konumunu zora sokmasına yol açan gelişmelerin ardından dünya basınında yayımlanan sayısız haber ve yorum yazısı yayımlandı. The Independent’ın haberi, bunların en önemlilerinden biri ve Türkiye’yi özellikle ilgilendiriyor.
Haber yazısının bir bölümünde, Türkiye ile Suudi Arabistan arasındaki yeni ilişkinin Mart ayı başında Tayyip Erdoğan’ın Riyad’da Kral Salman ile yaptığı görüşmeyle başladığı ifade edilerek, “Erdoğan, Suudi yetkililere, Suriye’de Batılıların hareketsizliğinin, özellikle bir ‘uçuşa yasak bölge’ ilân etmemelerinin artık şimdi bölgesel güçlerin biraraya gelip, muhalefete destekte başı çekmelerini gerekli kıldığı anlamına geldiğini vurguladı” deniyor.
Haber yazısının aşağıdaki bölümünü izleyelim:
“Yedi üye örgütünün arasında aşırı Ahrar eş-Şam ve Cund el-Aksa (el-Aksa Askerleri) gibi aşırı grupların da yer aldığı Fetih Ordusu’nun kuzey Suriye’de, İdlib’de komuta merkezi var. Türk yetkililer komuta karargâhına lojistik ve istihbarat desteği verdiklerini itiraf ediyorlar. An-Nusra’ya doğrudan destek verdiklerini reddetmekle birlikte, Nusra’nın (Fetih Ordusu’na) verilen destekten yararlandığını kabul ediyorlar.
ABD’nin aşırı saydığı ama Suriye’nin bazı bölgelerinde an-Nusra’nın yapmış olduğu gibi IŞİD’e karşı savaşmış olan Ahrar eş-Şam’la bağlantılarını da kabul ediyorlar. Türk yetkililer Ahrar eş-Şam’ın an-Nusra’nın etkisini zayıflatacağını iddia ediyorlar.
İsyancılar ve yetkililer, maddi desteğin –silahlar ve para- Suudilerden geldiğini ve Türklerin bunların geçişini kolaylaştırdığını söylüyorlar. Güveççi, Kuyubaşı, Hacıpaşa, Beşaslan, Kuşaklı ve Bükülmez adlı sınır köyleri, isyancı kaynakların söylediğine göre, en çok kullanılan geçiş yolları.”
Türkiye’nin şu sıralarda “en yakın müttefiki” Suudi Arabistan. Yeni Kral Salman ile birlikte Riyad kapıları Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a açıldı. Böylece, Tayyip Erdoğan, kendisini “uluslararası tecrit”ten kurtaracak bir tutamak elde etmiş oldu.
İki ülke ya da bir başka deyimle Ortadoğu’nun “iki Sünni merkezi” arasında arayı yapan “aracı” ise, Katar Emiri idi. Bu sayede, Türkiye-Katar-Suudi Arabistan arasında, bugüne dek görülmeyen ölçüde bir “Sünni ekseni” oluştu ve bu “eksen” ilk ürününü, Suriye muhalefetinin vilayet merkezi İdlib ve onun stratejik önemdeki ilçesi Cisr el-Şugur’u ele geçirerek verdi.
Bu gelişmenin sağlanmasında, Tayyip Erdoğan’ın yalnızlıktan kurtulma ihtiyacı ve Katar’ın arabuluculuğu kadar; hatta çok daha önemli bir oranda Suudi Arabistan’ın yeni Kralı Salman’ın tüm Suudi politikasını tepeden tırnağa değiştirmeye karar vermiş olmasının etkisi var.
Kral Salman, İran’ı Suudiler için “birinci güvenlik tehdidi” olarak görüyor. Buradan hareketle, Müslüman Kardeşler’e çok ciddi bir güvenlik tehdidi olarak gören selefi Kral Abdullah’ın politikasını değiştirdi.
Rakamların kuru dili 12 Eylül’ün nasıl bir siyasi-toplumsal felâket olduğunu yorumsuz anlatmak için yeterli aslında. Gözaltına alınan 650 bin kişi. Fişlenen 1 milyon 633 bin kişi. Açılan 210 bin dava. 6353 kişi için istenen idam cezası. 517 kişi için verilen idam kararı. İnfaz edilen 50 kişi. Bunların arasında yaşı büyütülen çocuklar da vardı. Cezaevinde hayatını kaybeden 299 kişi. İşkencede ölen 171 kişi. Açlık grevinde ölen 14 kişi. Kişilikleri işkence altında, baskı altında, zulüm altında öldürülmüş olan onbinlerce kişi. Solundan sağına, neredeyse tüm kurumlarıyla imha edilmiş olan Türkiye.
12 Eylül 1980, (27 Mayıs 1960-12 Mart 1971) parantezinden geçen Cumhuriyet tarihimizin askeri darbeler dizisinin en amansızı, en acımasızı idi. Darbeyi yapan Cunta’nın başında-hiyerarşik askeri düzen ile gerçekleştirilmiş olduğu için- Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren vardı. 7. Cumhurbaşkanı. 98 yıllık uzun ömrünün ardından dün toprağa verilmiş olan...
Tarih dönemleri ve siyasi rejimler, kişilerinin isimlerinde simgeleşir, simgeleştirilirler. 12 Eylül’ün simge ismi de, aile fertleri nezdinde nasıl bir insan olmuş olursa olsun, Kenan Evren’dir. Zaten tam da o nedenle, cenazesini ailesinden başka kaldıran ve sahiplenen -Genelkurmay hariç- olmadı.
Ardından yazılmış çok sayıdaki yazının birinde gayet isabetle belirtildiği gibi “Tarihe insanlığın kara bir lekesi olarak geçecek, tıpkı Talât Paşa gibi. İşkenceden geçirttiği, öldürttüğü, mahpuslarda çürüttüğü insan sayısını tekrarlamaya gerek yok... Çok kötülük yaptı. Sonunda da yapayalnız öldü.”
Son bir hafta içinde, hukuk ve demokrasi ölümcül yaralar aldı. Laiklik ise Suudi Arabistan'ın kuyruğunda, "Suriye sahası"nda yok edilme tehdidi altında. Türkiye'nin güvenlik açısından "tehdit önceliği" MGK bildirisinde söylenenler mi, Suriye'deki gelişmeler mi?
Yakın çevremizde son günlerde dikkat çekici gelişmeler oluyor. Söz konusu gelişmeler, Türkiye ile ilgili, dahası Türkiye’nin (bir başka deyimle iktidarın) rol aldığı gelişmeler. Sonuçları, Türkiye’nin yakın geleceğinde etkili olabilecek cinsten.
Suudi Arabistan’da hafta içinde bugüne kadar hiç olmamış bir şey oldu ve Kral Salman, ‘veliaht’ değiştirdi. En küçük kardeşi Muqran’ı azledip, veliaht olarak yerine yeğeni Muhammed bin Nayif’i, onun veliahtlığına ise kendi oğlu, yeni Savunma Bakanı Muhammed bin Salman’ı getirdi. Ülkenin 40 yıllık Dışişleri Bakanı Suud el-Faysal’ı da emekliye ayırdı ve yerine kraliyet ailesi mensubu olmayan eski Washington Büyükelçisi’ni getirdi.
Yeni veliaht Muhammed bin Nayif, “güvenlik bürokrasisi”nin başında. “Veliahdın veliahdı” Prens Muhammed bin Salman ise Yemen’e saldırıyı yöneten Savunma Bakanı.
Böylece, S. Arabistan kraliyet düzeninde “ikinci kuşak” iktidar dönemine geçiş başlamış oluyor. Bu arada, ailenin aynı anneden gelen 7 kardeşi ve çocuklarından oluşan “Sudeiri klanı”, diğerleri aleyhine iktidar alanını genişletiyor. Bunun, gelecekteki “iktidar mücadelesi” bakımından bir anlamı olabilir.
S. Arabistan kraliyet ailesinin yönetim geleneğini altüst eden bu değişikliklerin Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren tarafı ise şu:
1 Mayıs günü koskoca İstanbul’u “olağanüstü hal” altındaki bir şehre çevirdiler. Yer yer, 12 Eylül askeri darbesinin yapıldığı günü (1980) andırıyordu. Şehrin iki yakası arasında ulaşım kesilmişti. Avrupa yakasında merkez sayılan Taksim’e giden ana arterlerde olağanüstü önlemler alınmıştı. Birçok yere giriş yasaklanmıştı. Bundan 35 yıl önce köşebaşlarını tutmuş askerler vardı; dün onların yerinde polis.
Bütün bunların sebebi, “Emek Günü” olarak ilân edilmiş resmî tatil gününde, kutlamaların Taksim Meydanı’nda yapılmasını önlemekti. Bir şenlik gününü, güvenlik karabasanına çeviren bir “iktidar paniği”nin, bir başka tanımlamayla ise “akıl tutulması”nın yaşandığı bir “utanç şehri”ne çevirdiler İstanbul’umuzu.
“Emek düşmanı” olduğunu tescilleyen bir iktidar altında “Emek Günü” kutlanmak istenirse, şehrin birçok noktasının polisin gaz bombaları kullandığı geniş bir çatışma alanı haline dönüşmesi kaçınılmaz oluyor. Neyse ki, gözaltılar dün 350 dolayında kaldı; yaralı yok, can kaybı yok. Yani, iktidarın seçimlere doğru tepe tepe kullanacağı “provokasyon” gerçekleşmedi.
1 Mayıs kutlamalarının Taksim’de yapılamamış olması ve Taksim’de 1 Mayıs kutlamasının bir tartışma konusu olmaya devam etmesi, Türkiye’nin gerçekten bir “demokrasi” olup olmadığını tartışmaya açacak nitelikte bir durumdur.