Paylaş
IŞİD, 10 Haziran’da Musul’u ele geçirmişti. Musul’un ele geçirilmesinden önce, elinde bulunduğu “il merkezi” konumundaki tek şehir, Suriye’deki Rakka idi. Rakka, Türkiye sınırına 80 kilometre uzaklıktaydı. Rakka’nın yani IŞİD’in en önemli “lojistik destek üssü” ise Akçakale’nin dibindeki Tel Abyad’dı. Yani, IŞİD’in dünyaya açıldığı ve destek elde ettiği en önemli alan Türkiye’ydi.
El-Bağdadi, geçen yıl 29 Haziran’da İD’i ilân ettiği vakit, “Sykes-Picot’nun sonunu getirdiğini” de söylemişti. Gerçekten de, Birinci Dünya Savaşı’nın Ortadoğu’sunu ifade eden “Sykes-Picot düzeni” diye nitelenen, aslında Batı’nın “Westphalia düzeni”nin Ortadoğu’ya empoze edilmesi ve uygulanmasını ifade eden yüz yıllık düzen “fiilen” ortadan kalkmış durumda.
Türkiye’nin güneyinde, Türkiye ile “sınırdaş”, sınırları belli olmasa bile, kendisini “devlet” olarak ilân etmiş olan ve İskoçya, Galler, Kuzey İrlanda ve İngiltere toplamından yani Büyük Britanya’nın topraklarından daha geniş bir alana hükmeden, 6 milyon kişinin yaşadığı bir yapı ortaya çıktı. Vergi topluyor. Askere adam alıyor. Eğitim veriyor, vs.
IŞİD’in devleti, yani “İD”...
Siz, “İD” ilân edildiği vakit ya da ondan sonra bugüne dek geçen bir yıl içinde Tayyip Erdoğan’ın –gerek başbakanlığı ve gerekse geçen yıl ağustos ayından sonraki cumhurbaşkanlığı döneminde- bir kez bile olsun, kalkıp “Türkiye’nin güneyinde, Suriye’nin kuzeyinde bir devlet oluşuma asla izin vermeyeceğiz” dediğini duydunuz mu?
IŞİD, Türkiye’nin Musul Başkonsolosluğu’nu ele geçirip, 49 kişiyi rehin almıştı, diyemezdi diye düşünülebilir. Peki, “rehineler” kurtarıldıktan sonra, böyle bir açıklaması hiç işitildi mi?
Hayır, işitilmedi.
IŞİD’in “İD” olarak “devlet” halinde kendisini beyan etmesinin ardından, ABD, söz konusu oluşumu “dünya gündeminin bir numaralı maddesi” halinde mütalaa ederek, bir “uluslararası koalisyon” kurdu ve IŞİD’le hava desteği sağlayarak savaşa girişti.
Türkiye’nin bu “Koalisyon”de şeklen yer aldığı ve yarı-gönüllü biçimde katkı verdiği bir sır değil. En önemlisi, “Koalisyon”, özellikle “Kobani kuşatması”nın cereyan ettiği dört buçuk ay boyunca, Suriye’deki IŞİD hedeflerini vurmak amacıyla İncirlik’ten havalanamadı. Yirmi dakika ötedeki hava üssü, IŞİD’e karşı bir “NATO üyesi” ve “şeklen” Koalisyon içinde yer alan bir “müttefik ülke”nin topraklarından kullanılamazken, IŞİD hedeflerini bombalayan uçaklar, havada ikmal yapmaya mecbur halde yüzlerce kilometre ötedeki Körfez’den geldiler.
Tayyip Erdoğan-Ahmet Davutoğlu ikilisinin, Suriye yaklaşımında “Önce IŞİD” yoktu. “Önce Esad rejimi” vardı. Dolayısıyla, aksine ne derlerse desinler, AKP hükümeti, zımnen de olsa “IŞİD’i kollayan” bir siyaset güttü. Erdoğan, bu konuda öfkeyle ne kadar bağırıp çağırsa da, bu böyle.
Tayyip Erdoğan’ın ortalara “Kobani düştü, düşüyor” diye düşüp, “müjde” verir gibi dolanması nasıl açıklanacaktı? Kobani, Erdoğan’ı sevindirecek şekilde kimin eline “düştü, düşüyordu?”
Cevap, “IŞİD” değil mi!
Ve, Tayyip Erdoğan, bir gün nihayet “Türkiye; güneyinde, Suriye’nin kuzeyinde bir devlet oluşumuna asla izin vermeyecektir” dedi.
Ne vakit dedi?
16 Haziran 2015’te Tel Abyad, Kürt güçler tarafından IŞİD’in elinden alındıktan, Rakka’nın yani IŞİD’in Türkiye üzerinden gelen “hayatî damarları”ndan biri kesildikten ve PYD kontrolündeki Cezire ve Kobani kantonları arasında “coğrafi devamlılık” sağlandıktan sonra.
Hatırlanırsa, bu açıklamalarının yolunu, zaten, 7 Haziran seçimlerini kaybettikten sonra televizyonda ilk kez göründüğü sırada yapmıştı.
Önceki günkü MGK açıklamasında da benzer sözcükler yer aldı.
7 Haziran’ın en çarpıcı sonucu olan “Erdoğan mağlubiyeti” ve 16 Haziran’da “Tel Abyad’daki IŞİD mağlubiyeti”nin ardından, henüz “yeni TBMM” çalışmalarına başlamadan, “Türkiye, Suriye’ye girecek mi?” tartışmasının içine itildik.
“Havuz medyası”na bakarsanız, “TSK’nın bu konudaki ‘Harekât Plânları” hazır.” Genelkurmay’dan “havuz olmayan” medyaya sızdırılan “bilgiler”e bakılırsa, askerler Erdoğan’ın, Türkiye’nin “stratejik çıkarları”nın önüne “kendi iktidar hesapları”nı aldığı görünen “maceraperest Suriye politikası”na ayak diriyorlar. Suriye’ye “girmemek için” bin dereden su getiriyorlar.
Hatta, Başbakan Ahmet Davutoğlu, “yazılı direktif” vermiş olmasına rağmen, askerlere söz geçiremedi. Bu, MGK Bildirisi’nin satır aralarından da anlaşılıyor..
“Türkiye’nin Suriye’ye girmesi” konusunun, elbette ki, bir “iç politika boyutu” mevcut. Bu, Tayyip Erdoğan’ın istemediği “AKP-CHP koalisyonu” ihtimalini yok etmeyi amaçlıyor. Erdoğan’ın, kaybettiği “kişisel iktidar gücü”nü geri almak için, Kasım ayında bir “yeniden seçim”i arzuladığı, o vakte kadar bir “dış politika krizi” zemininde “ulusal lider” olarak yükselmeyi tasarladığı seziliyor.
Ne var ki, “Türkiye’nin Suriye’ye girmesi” konusunun, Tayyip Erdoğan’ın önüne set çeken bir de “dış politika boyutu” var. İşin bu yönü, Carablus-Azaz arasında yaklaşık 100 kilometre eninde ve yaklaşık 30 kilometre derinliğinde bir hatta gerçekleştirilecek “Türkiye müdahalesi”ni pek mümkün kılmıyor.
Erdoğan’ın derdi, Carablus’un IŞİD’in elinde olması, Azaz’ın –ki, Halep’e yarım saat uzaklıkta- IŞİD tehdidi altında bulunması değil. Kobani ile Afrin Kürt kantonu arasındaki bu bölgenin zamanla “PYD kontrolü” altına girmesi ihtimali. Daha doğrusu, TSK’nın malûm alerjisini harekete geçirebileceği bu “bahane”ye dayanmak istiyor.
Bir taşla birkaç kuş vurmak istiyor.
Ne var ki, bu konu, kağıt üzerinde gözüktüğü kadar basit değil. Suriye, herşeye rağmen, “BM üyesi” egemen bir devlet. Şam rejimi, egemenliğini ülkenin her yanında kullanamasa da bu böyle. Türkiye’nin Suriye toprakları içine, kaç kilometre olursa olsun, asker sokması, bambaşka denklemleri devreye sokar.
Şam, İran ya da Rusya ile üzere, “askeri ittifak anlaşması” imzalayarak, “topraklarının korunması” amacıyla “yabancı birlikleri” Suriye topraklarına davet ederse, Türkiye, kendisini böyle bir gelişmeyi “tetiklemiş” olan “yabancı güç” konumunda buluverir.
Ayrıca, Türkiye, bir “NATO ülkesi”; Türkiye’nin askeri, Tayyip Erdoğan’ın aklına estiği gibi, herhangi bir ülkenin topraklarına “NATO onayı ve desteği” olmadan giremez.
Hepsinden önemlisi, şayet, Suriye topraklarında “Kürtlere karşı savaş cephesi” açmak anlamını taşıyacak bir adım atılırsa, bu “cephe” öyle 33 kilometre derinliğinde, Carablus-Azaz uzunluğunda bir “cephe” olarak kalmaz; Kobani’den Türkiye’nin çok içlerine kadar genişleyebilir.
Yüzde 13 oranında oy elde etmiş ve bu oranın artabileceği şekilde Kürt siyasetinin Türkiye’ye entegre olduğu, meşru yapılar içinde meşruiyet elde etme perspektifi elde ettiği bir dönemde, “Kürt sorunu”nun böyle bir “dönüşümü”nün hiçbir gereği yok.
Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin “Suriye politikası” çoktan “iflâs” etti. “Maceraperest savaşçı politikalar” ile “iflâs”tan kurtulunmaz. Hele bu “maceraperestlik” Erdoğan’ın “kişisel iktidar hesapları”yla içiçe geçmişse.
Ona 7 Haziran noktayı koymuştu...
Paylaş