Paylaş
Berlin’de Topographie des Terrors (Terörün Topografisi) adını taşıyan çok önemli bir müze var. Geçmişiyle yüzleşmeyi bilen ve gerekli bulan Almanya, başkentinin geniş bir alanında “Nazi suçları”nı teşhir ediyor.
“Terörün Topografisi” müzesinin bulunduğu yer, artık yerinde yeller esen Nazi Almanya’sında devletin gizli istihbarat örgütü Gestapo’nun, Naziler’in ülkenin içinde-dışında herkese dehşet salmış olan SS’inin ve emniyet merkezinin bulunduğu alan.
Topographie des Terrors’un bir bölümü açık havada. Şehri, Almanya’yı ve Avrupa’yı bölmüş ve Soğuk Savaş’ın simgesi olan, malûm, Berlin Duvarı’dır. Artık yok. Yıkıldı. İşte o Duvar’ın ibreti âlem için bir parçası bırakılmış. O Duvar parçasının paralelinde, uzunca bir alana yerleştirilmiş devasa panellerde, Nazilerin iktidara geliş öyküsü sergileniyor.
Orada sergilenen devasa panelleri okurken dikkatimi çekti: Naziler’in 1933’te iktidara getiren oy oranı yüzde 37.4!
Topographie des Terrors’u gezerken, yüzde 37’lik “milli irade”yle hükümet kuran Naziler’in iktidarı nasıl kullandıklarını, nasıl öncelikle ifade özgürlüğünü nasıl boğduklarını, Goebbels’in orkestra şefliğinde bir tür “Havuz Medyası” ile nasıl bir yalan, iftira ve çarpıtma mekanizmasıyla propaganda bombardımanı yaptıklarını, nasıl bir entellektüel düşmanlığıyla Berlin’in orta yerindeki Bebelplatz’da 1933 yılında 20 bin kitabı yakmış olduklarını, ayrıntılı biçimde okuyor ve izliyorsunuz.
Topographie des Terrors’u gezerken Türkiye’nin 2015’i ile Almanya’nın 1933’ü arasında paralellikler kurmak için insanın zihnini fazlaca zorlaması gerekmiyor.
Türkiye’de bir süredir, “Tek Adam-Tek Parti yönetimi” doğrultusunda, 7 Haziran’da yaşanan seçim sonuçları iktidar tarafından beğenilmediği, Türkiye’nin yeni “güçler dengesi” hoşa gitmediği için, “1 Kasım”a kanlı ve baskılarla dolu bir yoldan geçerek ilerlenmek isteniyor.
Yüzde 37 ile Hitler’in Almanya’da yapabildiklerini, beş aşağı-beş yukarı o oranda alınacak oylar ile yine “devlet gücü”nü kullanarak yapmayı tasarlayan bir “irade”nin bugün Türkiye’de bulunduğunu düşünen ve sayıları giderek artan sayıda insan mevcut.
Türkiye’de Tayyip Erdoğan ve AKP’nin ortada koyduğu örneğin “İslamcılık ile demokrasi”nin birarada yaşayamayacağının kanıtı olduğunu öne sürenler de söz konusu. Bu, başlıbaşına, çok iddialı ve uluslararası çapta önem taşıyan bir tez.
“İslamcılık ile demokrasinin uyumu”nun en parlak örneği olarak, 2002’de AKP’nin seçimle iktidara gelmesi ve 7 Haziran’a kadar her seçimde oylarını arttırması gösteriliyordu.
Artık “Seçimle gelirler ama seçimle gitmezler. Gitmemek için her türlü baskıya ve zorbalığa başvururlar” tezine dayanak olarak, Erdoğan ve AKP’nin 7 Haziran öncesi ama özellikle hemen sonrasındaki “performans”ı örnek olarak gösterilmeye başlandı.
Önceki gün, Koza İpek Grubu’na –Bugün gazetesi ve televizyonu ile Kanaltürk’ün sahibi- karşı girişilen operasyon, bu tezi canlandırdı. Kimisi, bunu, Sözcü’ye, Taraf’a ve en önemlisi Doğan Medya Grubu’na karşı girişileceği öne sürülen “muhalif basını susturma ve sindirme” operasyonun “önsöz”ü olarak değerlendiriyor.
Operasyonun, benim zihnimde canlandırdığı şey ise, Topographie des Terrors’da sergilenenler ve 1933 Almanya’sı-2015 Türkiye’si karşılaştırmaları oldu.
Akın İpek’e ve medya grubuna karşı operasyona girişildiğini öğrendiğimde, Namık Kemal’in ölümsüz dizeleri bir şimşek gibi zihnimde çaktı:
Ne mümkün zulm ile bidâd ile hürriyet; Çalış idraki kaldır muktedirsen ademiyetten...
Zulüm ve baskı ile özgürlüklere saldırmak, muhalif basını ezmek, ifade özgürlüğünü yok etmek, kısacası kendilerine yönelik muhalefeti yok etmek, “çoğulcu” bir Türkiye’yi imkânsız kılarak, “Tek Devlet-Tek Millet-Tek Bayrak” sloganının paravanası ardında Türkiye’yi “Tek Adam-Tek Parti” yönetimine dönüştürmek iktidarın “kimlik kartı” haline geldi.
FETÖ “Fethullah Terör Örgütü” diye bir gerçek dışı bir “örgüt” icat ettiler, bir “Damokles kılıcı” oluşturdular. Ve, bunu “giyotin” haline getirerek, her türlü iftira ile her muhalifin boynunu kesmeye yelteniyorlar.
Yüzbinlerce kişinin mensubu olduğu Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) en tepesindeki komutanı, Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’u, “terör örgütü kurmak ve yönetmek”le suçlayıp, hapse atmak; nasıl utanç verici ve asla kabul edilemez idiyse, aynı durum “Fethullah Gülen Cemaati ve terör bağlantısı” bakımından da söz konusudur.
Cemaat’e çok karşı olsanız ve bunda çok haklı sebepleriniz bulunsa bile, “FETÖ” diye bir yalan ve saçmalık üzerinden davranamazsınız. Bunu yaptığınız takdirde, kendinizi, bir kişinin ve iktidarının “faşizan” hesaplarının aleti duruma indirgemiş olursunuz.
Şayet buna yol verilirse, adım adım “Saray”ın muhalif odak olarak gördüğü her kişi ve kuruma sıra gelecektir. Zaten “sosyal medya”da, günler öncesinde, “MİT’in, Doğan ve Koç aileleri ile iş insanları Osman Kavala ve Akın İpek hakkında şirket verileri, kişisel veriler ve aile fertleriyle ‘kumpas’ temelli dosyaların hazırladığı” iddiası ortaya atılmıştı. “‘Gezi’ye finansörlük’ üzerinden Eczacıbaşı ve eski TÜSİAD Başkanı Muharrem Yılmaz’a operasyon planlandığı” da yine sosyal medyada öne sürülmüştü.
7 Haziran sonrasında, “Havuz Medyası”nda Aydın Doğan’ın ne tür ipe sapa gelmez iftiralarla suçlandığı ortada. Osman Kavala, birkaç gün önce basına kendisine yönelik iftiralarla ilgili geniş bir açıklama yayımladı. Hemen arkasından Koza İpek Holding’e yönelik olarak başlatılan “operasyon”, yakın geçmişte sosyal medyada dolaşan iddiaları doğrular nitelikte algılandı ve Türkiye’nin önümüzdeki günlerde nelere gebe olacağına ilişkin çok kaygı verici bir sinyal verdi.
Erdoğan hükümetlerinde 2007-2013 yılları arasında Kültür Bakanı olarak görev yaptıktan sonra, “ismini kirletmeden” ve “izzet-ü ikbâl ile bâb-ı hükümet”ten “çekilmiş” olan Ertuğrul Günay, iktidarın medyaya yönelik saldırganlığını “akıl tutulması” olarak niteliyor.
Bir yönüyle “faşizme giden yolların döşenmesi”; bir başka yönden ise gerçekten tam bir “akıl tutulması”. Zira, “medyaya saldırı”, kazanılması imkânsız biçimde, çok cephede veriliyor.
Türkiye’de muhalif medya sindirilmek istenirken, bir yandan da, iktidarın seçim hesaplarıyla “Çözüm Süreci”ne nokta koyup başlattığı “savaş”ı izleyen yabancı basın mensupları da hapsi boyluyor. Vice News adlı televizyon kuruluşunun mensupları, Diyarbakır’da “IŞİD’le ilişki” gerekçesiyle gözaltına alınıp, “PKK ile ilişki” iddiasıyla içeri atıldılar.
Dış dünyada milyonlarca kişi bu haberi BBC’den şu cümlelerle öğrendi:
“Türkiye'nin Kürt bölgelerinde habercilik yapan gazeteciler için tutuklanmak ya da gözaltına alınmak, alışılmamış bir şey değil. Ancak gazetecilerin terörle bağlantılı suçlarla itham edilmeleri ender görülen bir durum...
Türkiye'de son yıllarda ifade özgürlüğü saldırı altında. Hükümet, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın yönetiminde devlete yönelik eleştirileri önlemek için medyaya sansür uyguluyor, gazetecileri tutukluyor, Twitter ve YouTube gibi internet sitelerine erişimi engelliyor.”
Dış dünyada,Türkiye’de özgürlüklerin nasıl baskı altına alındığı, ülkenin “hukuk dışı”na nasıl çıktığına, nasıl “savaşa girdiği”ne, ekonomisinin nasıl çöküşe gittiğine dair her gün sayısız uyarı, eleştiri ve yorum yazısı yayımlanıyor.
Nereye gidiyoruz? Ülkemiz nereye sürükleniyor?
Bu soruyu asıl Türkiye’de bizim sormamız ve bu “gidişatı” durdurmamız gerekiyor...
Paylaş