Fakat bugün İzmir’in her köşesinde eşi benzeri görülmemiş bir talan yaşanıyor. Zaten iktidar bunun için son yıllarda yaptığı çalışmasını Şehircilik Bakanlığı ile taçlandırdığı için artık bu yağmada yerel yöneticilerin de söyleyeceği bir söz veya durdurma yetkileri de kalmadı.
İzmir’de akla hayale gelmeyecek kamu arazileri birbiri arkasına satılıyor. Karayolları arazileri ve ağaçlıklı yolun üzerindeki birkaç büyük arsa adeta buzdağının görünen kısmı gibi. Bugün kamunun elinde bulunan her boş arsa için bir talip bulmak mümkün. Tabii bu yatırımcılara kapıyı açan tüm imar değişiklikleri ve uygulamaları, merkezi hükümet tarafından yapılıyor. İzmir’i düşünen, planlı bir gelişme ve gelecek için çaba harcayan kimse, yok denecek kadar az. Herkes yaratılacak ranttan kendi payına düşeni almak için adeta bir yarış içine girmiş.
“Ne yani İzmir geri kalsın mı istiyorsun?” diyebilirsiniz..
Hayır İzmir geri kalsın istemiyorum, tabii gelişmesi için gerekli yatırımın buraya gelmesini istiyorum. Bunun tüm şehrin menfaati için olduğunu da savunuyorum. Fakat kamu arazileri olarak şehrimizin belirli bölgelerinde bulunan arsaların; özellikle yine kamu yararı gözönüne alınarak değerlendirilmesini öneriyorum. Çünkü bu arazilerin dağıtılması, rezidans, AVM gibi beton yığınlarına çevrilmesi maalesef geleceğimize vurulacak en büyük darbelerden biridir. Yerine bir daha koyamayacağımız, şehrimizin yaşam kalitesini artıracak arazilerin heba edilmesine, talan edilircesine satılmasına karşı çıkıyorum.
İstanbul’da yaşanan inanılmaz trafik sıkışıklığını keşmekeşliğine şahit olurken; İzmir için de bunun benzerlerinin yaratılmaması için bugün yazıyorum. “Her yer gökdelen, her yer tıkalı” sloganının İzmir’den uzak kalması için bugünden almamız gereken tedbiri gözler önüne sermeye çalışıyorum. Yıllar önce çekilmiş ‘Eski İzmir Fotoğrafları’na bakarken yaşadığım özlemi, gelecek kuşakların yaşamaması; “babalarımız, dedelerimiz bu şehirdeki çarpık yapılaşmayı bizim için durdurarak; bizlere daha yaşanabilir bir kent bırakmışlar” demeleri için bu satışlara karşı geliyorum.
Gelişmenin sadece beton yığınlarından ibaret olmadığını bilmemiz gerekir. Çok eski bir deyim vardır: “Bir ülkenin medeniyet seviyesi, kaldırım taşlarının yüksekliği ile ters orantılıdır”. Eğer yarınlara güzel bir İzmir bırakmak istiyorsak; görevimiz bu ters orantıyı İzmir’in geleceğinde de kurmaya çalışmak olmalıdır..
Yani henüz atık su sistemlerini dolduracak bir yoğunluk sözkonusu değil. Aylardır körfeze dökülen dereler ve büyük kanal projesinin ana arterlerinde de yoğun temizlenme çalışmaları da yapıldı. Kısaca ifade etmek gerekirse sistemi tıkayacak bir engel de yok. Fakat maalesef İzmir Körfezi’nden yer yer inanılmaz kokuların geldiğine şahit oluyoruz. Zaman zaman Göztepe’de, bazen Altınyol’da, Bostanlı’da, Mavişehirde kanalizasyon kokusu insanın burnunun direğini kıracak noktalara ulaşıyor. Sakın yanılmayın bu denizin yosun kokusu değil, yani deniz kokmuyor, deniz lağım kokuyor.
Yağışlı sezonu yaşıyor olsak, ani bastıran aşırı yağışlar nedeniyle kanallar dolduğu için kapasite yetmiyor diyeceğim ama; maalesef böyle bir durum da sözkonusu değil. O zaman insan soramadan yapamıyor.. Kanal sisteminde kaçak mı var?
Aslında belki de büyük kanal sisteminde yeni açılımları düşünme ve planlama zamanı geldi. Yağmur suyu ile evsel atık sistemlerinin ayrıştırılması için birçok noktada çalışma yapılıyor, fakat evsel atıklar için de sistemin revize edilerek geliştirilmesi gerekliliği ortaya çıkmış gibi.
Tüm atıkların körfezi dolaştırılarak aynı noktada arıtılması yerine; özellikle kuzey aksında Menemen Ovası’na doğru hızla yayılan şehir için yeni bir sistem sözkonusu olabilir. Hızla gelişen Bornova, Karabağlar ve Narlıdere için de alternatifler yaratmak; mevcut büyük kanalın yükünü de biraz hafifletecektir. Tabii böylece kaçaklar ile ilgili daha etkin kontrol imkanı ortaya çıkar. İzmir’in 2020 yılı ve ilerisi için böyle bir planı ortaya koyma zamanı geldi de geçiyor.
Atık yönetimi, çöp depolama olarak algılanmamalı
GEÇTİĞİMİZ hafta içinde Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO-DSÖ) Avrupa Bölgesel toplantısı İzmir’de yapıldı. Bölgesel Ofisi Direktörü Suzanna Jakab, İzmir’in EXPO 2020 adaylığı için seçtiği temayı öve öve bitiremedi. Türkiye’nin sağlık konusunda ne kadar önemli adımlar attığını dile getiren Jakab; “Daha iyi bir dünya için yeni yollar, herkes için sağlık” temasının bir EXPO için seçilmesinin dünya açısından ne kadar büyük önem taşıdığının altını defalarca çizdi.
İzmir son birkaç aydır sağlık konusunda yaptığı çalışmaları ile öne çıkıyor... 82. İEF’nin de teması sağlık üzerineydi. Dünyanın en büyük anatomi gösterilerinden biri “The Human Body Exhibition” geçtiğimiz Cuma günü Kültürpark Atlas Pavyonu’nda ziyaretçiler ile buluştu.
İzmir sağlık ve tıp konusunda bu kadar girişimde bulunurken EXPO 2020 adaylığımız konusunda hala bir endişe içinde olmamız düşündürücü. Sergilediğimiz değerlerimizin ve girişimlerimizin ilgili kesimlere aktarılmasında ve bilgi olarak paylaşılmasında bazen istediğimiz sonuçları elde etmekte zorlanıyoruz. Bu, biraz da bizim büyük tablonun detayları içinde kaybolmamızdan ve parçaları biraraya getirerek bütünü gösterme yeteneğimizin düşük olmasından kaynaklanıyor. Aslında yaptığımız işleri biraraya getirerek sinerji yaratma konusunda maalesef biraz zayıfız. Tabiri yerinde ise efe gibi zeybek oyunamakta ısrar ediyoruz.
EXPO sunumlarımızda 2020 yılında sağlık konusunda alt temalar içinde dünyaya kazandırabileceklerimize ne kadar yer veriyoruz. Alt temalar çerçevesinde yapılacak seminerler, açık oturumlar, tartışma toplantıları ve workshoplar; önümüzdeki 10 sene içinde 7 milyarın üzerine çıkacak dünya nüfusu açısından hem önemli, hem de yön verici olabilir. Bütün bu olumlu nedenlere rağmen EXPO 2020 adaylığımızı belkide sadece finansal bakımdan daha zengin olduğu için başka bir rakibe kaptırmak aslında hem üzücü hem düşündürücü olur...
Fabrikalara trenle ulaşmak..İzmir-Ankara hızlı demiryolunun çalışmalarına başlandı. Demiryolları insan taşımada önemli ve ekonomik olduğu kadar; ülke sanayisinin gelişmesi ve ihracatı için de çok önemli. Zira önümüzdeki birkaç sene içinde özellikle Orta Anadolu’daki şehirlerimizde üretilen ürünlerin limanlara taşınması ve limanlara gelen hammaddenin üretim merkezlerine ulaştırılması kesinlikle bu yolların kullanımı ile yapılabilecek. Gelişen sanayi ürünlerinin taşınması için gerek Avrupa’nın, gerek Amerika’nın yaptığı gibi; demiryolunun fabrikalara kadar girmesi zorunlu. Bu nedenle Ankara-İzmir demiryolu önemli, Bandırma-İzmir demiryolu önemli... Hatta bu güzergahta yapılacak bir Bursa uzantısı; ileriye dönük bir çalışma olacaktır.
DEVLET kurumlarına ait araziler kamusal alanlar olarak geçmekte. Devletin çeşitli birimlerine ait alanlar da bunların arasında. Bornova’daki bazı devlet kurumlarına ait araziler, yapılan imar değişikliklerinden sonra maalesef satılarak beton yığınları haline getirilmek isteniyor. Bu arazilerin hemen hemen hepsi bitki örtüsü bakımından zengin alanlar.
Tabii Bornova’nın bir imar planına ihtiyacı var. Buradaki eski fabrika arazilerinin yeni bir imar planı ile şekillendirilmesi gerekli. Fakat bu planın yapılması sırasında kamu arazilerini korumak ve yeşil alan olarak kalmasını sağlamak çok daha önemli. Yıllık bütçesi 300 milyar TL’ye ulaşan bir devletin birkaç yüz milyon lira getiri sağlamak için bir daha bölgeye kazandırılamayacak nitelikteki arazileri heba etmesi çok yazık.
Şehrin içinde AVM veya benzeri bir yapılaşma için özel şahıslara ait arsaların bulunmaması halinde bu arazilerin satışı düşünülebilir. Böyle bir ihtiyaç yokken, bu arazileri elden çıkarmayı amaçlamak başka çıkar gruplarına rant yaratılacağı düşüncesini akla getiriyor.
Devlet kurumlarına ait olup, ihtiyacın ortadan kalkması nedeni ile atıl duruma düşen arazilerin yine kamusal alanlar olarak halk yararına şekillendirilmesi parasal getiriden çok daha büyük bir kazanç olarak görülmeli. Bunun en güzel örneği İzmir Büyükşehir Belediyesi’nce restore edilen Eski Havagazı Fabrikası. Gelecek yüzyılda Bornova ve dolayısıyla İzmir’in en önemli yeşil alanlarından birinin daha yaratılması için elimize kadar gelen fırsatı iyi kullanmalıyız. Mevcut yeşili korumayı ve artırarak geliştirmeyi çocuklarımıza ve gelecek nesillere borçluyuz.
Bisikletle yeni bir yaşam
ASLINDA bisiklet bir ulaşım aracı olmasının yanı sıra harika bir spor aleti. Devamlı bisiklete binmek insan sağlığı açısından çok faydalı. Kasların çalışması, kalbin ritminin düzenlenmesi ve fazla kiloların atılmasında en güzel yardımcı. İzmir uzun yaz mevsimi ve ılıman iklimi ile bisiklet severler için ideal bir şehir. Fakat maalesef yıllardır hayatımızda olan bisikleti şehrimizin bir parçası yapmayı kimse akıl edememiş. İzmir gelişip büyürken maalesef bisiklete hiçbir imar veya yol planında yer verilmemiş.
Kırmızı, hayatımızdaki birçok farklı gelişmenin temelini oluşturuyor. Öncelikle çok dikkat çekici bir renk. Kullanıldığı alanlar, her zaman özen gösterilmesi gereken noktalar. Kırmızı elbise giymiş bir kadın, fiziki özellikleri ne olursa olsun her zaman ilk farkedilen kişi konumunda. Aynı şekilde kırmızı araba trafikte en dikkat çekeni. Hatta batılı ülkelerde yapılan istatistiklere göre; hız sınırını marjinal olarak aşmış kırmızı bir arabanın, aynı süratte giden farklı renkli bir araca göre ceza alma oranı daha fazla. Yani kırmızı sadece boğaları değil, insanları da kızdıran bir renk. Kırmızı aynı zamanda arzuları, hatta açlık duygularını harekete geçiren bir renk. Bu nedenledir ki birçok hazır yemek kuruluşu kırmızı rengi ağırlıklı olarak kullanmakta. Pizzacılar, hamburgerciler, dönerciler, köfteciler ağırlıklı olarak logo ve tanıtımlarında kırmızıya sarılıyorlar...
Spor sahalarında kırmızının manası ise yolun sonunun geldiğinin en basit ve kesin göstergesi. Hangi müsabaka olursa olsun kırmızı kart çıktığı anda orada o kişi veya kurum için sonun geldiği işaret edilir. Mühim olan spor karşılaşmalarında kırmızıya neden olacak hareketleri, eylemleri yapmadan kazanmayı başarmaktır. Hakkıyla galip gelebilmektir.
Türkiye Cumhuriyeti olarak 5. defa Uluslararası Olimpiyat Oyunları’na evsahipliği yapmak için başvuruda bulunduk. Her defasında yetkililerin kesinlikle başarılı olacağımızı ısrarla dile getirmelerine rağmen içine düştüğümüz durum tam bir kırmızı kart olayı. Beş defa biryere aday oluyorsan ve son oylamada rakibin 60’a 36 gibi neredeyse senin aldığının iki katı oy alıyorsa, buradaki yanlışı sana oy vermeyenlerde değil; kendinde aramalısın..
Sayın Gençlik ve Spor Bakanımızın “kına yaktırması” misali; ülkemizin müzmin hastalığı olan başkalarını suçlama mekanizmalarını devreye alıp işin içinden sıyrılamazsın. Trafik kazalarını canavarların sırtına, stat terörlerini bir grup kulüpleri temsil etmeyen kendini bilmezlere mal edemezsin. Kartının rengi ve dolayısıyla yüzü kızaran istifa eder, özür dileyerek sahayı terk eder.
Doping yaparak başkalarının emeğini çalmaya çalışan sporcularını korursan, iktidara tepki veriyorlar diye seyircileri uluslararası karşılaşmalarda dışarda tutarsan; sana da sonunda kırmızının en koyu tonunu taşıyan kocaman bir kart gösterirler...
Komşu sana oy vermiyorsa
GEÇTİĞİMİZ hafta Ege-Koop İzmir’de ulaşım için hazırladığı çözümleri ve alternatifleri açıkladı. Ege-Koop Proje Merkezi’nin sloganı “Biz varız, yeter ki İzmir kazansın...” Bu detaylı çalışmaların sonucunda iki yeni metro hattı, deniz otobüsleri, tünel otobüs ve hava treni gibi değişik, hatta bu kadar da olmaz diyebileceğimiz alternatifler ortaya çıktı. Bu kadarı da olmaz diyebileceğiniz alternatifler, belki şehrin bir kesiminde kullanılamayacaktır, ama başka bir mahalle için, en ucuz ve en verimli ulaşım şekli, hatta bir kurtarıcı olabilecektir.
Konak-Alsancak-Halkapınar-Bornova metro hattı iki hat gibi düşünülmüş olsa da; aslında birbirini tamamlayan bir hat. İzmir’de metro güzergahları planlanırken, şehrin en yoğun bölgesi Alsancak maalesef bu hatların içinde yer almadı. Özellikle toplu taşıma araçlarından kaynaklanan Alsancak-Konak hattının trafik sıkışıklığına alternatif olarak tramvay düşünülmekte. Maalesef tramvay projesi şehrimizin yeşil alanları üzerinde ciddi olumsuz etkisi olabilecek bir proje. Bu nedenle yeraltından yapılacak metro, alışveriş ve yaşam merkezi Alsancak ile hızla gelişen Bayraklı, Özkanlar, Manavkuyu ve Bornova’yı birleştirmiş olacak. Özellikle Bayraklı’da hızla yükselen binalar ve yapımı süren alışveriş merkezleri düşünülürse; bu bölgeye ulaşım için hazırlanacak tüm alternatifler, ileride çok büyük bir yükü kaldıracaktır.
Tünel otobüs, amphibi (su içinde giden) otobüsler ve hava trenleri de bazı güzergahların alternatifleri olabilir. Kaldı ki bir alternatifi yaratabilmek, uygulaması yapılmasa dahi önemli bir girişimdir. Zira fikir fikri doğurur ve elinizde alternatifler olursa bir seçim yapabilme imkanınız olur...
Boyalı merdivenler ile kaçan fırsat
Salıpazarı Yokuşu’ndaki merdiven basamaklarının gökkuşağının renklerine boyanması kamuoyunda çok fazla dikkat çekmedi. Ortaya çıkan renkli görüntü maalesef belediye ekipleri tarafından gri ile boyanırken; aslında beldenin bir özelliğinin de yok edildiği farkedilemedi. Halkın tek renkliliğe tepkisi olarak ülkenin birçok şehrindeki merdivenleri, yolları, hatta şehir mobilyalarını boyaması aslında Salıpazarı Yokuşu için bir kayıp... Çünkü sadece kendilerinde olan bir özelliği kaybettiler... Fikirler yayılarak taklitleri çoğalınca maalesef bazen orijinal de değerini yitiriyor... Hele orijinali tekrar yapacağım diye, uydurma bir taklit yapılmış ise...
İnsan vücudunu keşfetmekİnsan anatomisi bir çoğumuzun hayranlıkla izlediği bir konu. Son yıllarda insan vücudunun farklı boyutta sergilendiği gösterimler dünyanın birçok yerinde yapılıyor. Geçtiğimiz yıllarda İstanbul’a gelen serginin bir benzeri 21 Eylül’de İzmir’de açılacak. The Human Body Exhebition, insan vücuduna farklı bir bakış açısı getiriyor. Bu fırsat çok geniş kitleleri ilgilendirmekle birlikte; özellikle Ege Bölgesi’ndeki tıp fakülteleri ve güzel sanatlar fakültelerinin öğrencileri için bulunulmaz bir hazine... Tabii ayrıca orta ve lise öğretimindeki gençler için de harika bir anatomi dersi... Bu sergiler aynı zamanda insanın yaşamı boyunca karşılaştığı hastalıklar ve hasarların sonuçlarının görüldüğü bir laboratuvar ortamı gibi...
Ziyaretçilerin bazen tüylerinin ürpererek izleyeceği bu sergi; İzmir için hem büyük bir fırsat, hem de kültürel açıdan değişik bir tecrübe olacak gibi görünüyor.
İZMİR’in tarihsel bir liman şehri olarak Doğu Akdeniz coğrafyasında her zaman yerini aldı. 17’inci yüzyılın başından itibaren Ege’nin en önemli limanı haline geldi. Türkiye Cumhuniyeti’nin 100. yılını kutlayacağı 2023 yılında da gerek şehir olarak, gerekse liman olarak hedeflerin tuturulmasında önemli rol oynayacak. Türkiye’nin üç tarafı denizlerle çevrili olmasına rağmen liman konusunda sıkıntılı sayılırız. Yılların ihmali ile denizciliğimiz ve limancılığımız çok geri kaldı. Ancak günümüzde yapılan yatırımlarla, özellikle özel limancılığın devreye girmesi sayesinde bazı aşamalar kaydeder hale geliyoruz. Fakat önümüzde daha çok yolumuz var.
Geçtiğimiz günlerde Alsancak Limanı’nın ticari aktivitesini durdurarak; sadece kruvaziyer limanı olarak kullanılması konusunda bir fikir ortaya atıldı. Ege’de yapılması planlanan limanların kapasitelerinin tamamlanması halinde yükümüzü taşımaya yeterli olacağı konusunda bir öngörüde bulunuldu. Daha doğmamış çocuğa don biçme misali, ortada olmayan tesisleri göstererek mevcudun kaldırılmasını istemek ne kadar akılcı bir yaklaşım siz karar verin. Özellikle kruvaziyer alanında ülkemizin tamamen dışa bağımlı olduğu ve ülkemizin cennet kıyılarında bile gezdirebileceğimiz tek yolcu gemimizin olmadığı göz önüne alınırsa; bir yılda İzmir’e gelebilecek 200-250 geminin bu şehire ne kazandıracağını siz düşünün..
Başta Çandarlı ve Nemrut körfezi olmak üzere iki noktada yapımı süren dev tesisler; İzmir’in ve dolayısıyla ülkemizin ticari faaliyetlerine doğrudan katkı yapacak nitelikle. Bu limanlarla birlikte; tam kapasiteye ulaşmış bir İzmir limanı da bu sinerjiye etkin katkı koyacaktır.
Bugün için İzmir Körfezi’ne giren gemilerin derinlik nedeni ile zorlandığını ve büyük gemilerin gelemediğini söyleyebilirsiniz. Bu denizcilik bakımından devasa hedefler gösteren iktidarın ayıbıdır. Mevcut iktidarın 2023 yılı için Tükiye’nin dış ticaretinde yıllık 1.2 trilyon dolarlık bir hedef koyarken, 100 bin dolar seviyesinde bir finansman gerektiren körfez derinleştirilmesi ve gemiler için kanal açılması projesini yapamaması düşündürücüdür. Önümüzdeki yıllarda ülkemizin; ihracatın en verimli kapıları konumunda olan limanlara ihtiyacı hiç bitmeyeceği gibi, katlanarak artacaktır.
İzmir’in batısında koca bir duvar gibi uzanıyor Karaburun Yarımadası Ege Denizi’ne doğru. İzmir’in bu el değmemiş hazinesinin gelecek nesillere saklanması için önerilerimi daha önce de kaleme almıştım. Fakat korumacılık alanında alınmayan tedbirler; bizleri bölgenin kaybedilmesi ile karşı karşıya getirmiş durumda.
Geçtiğimiz hafta Karaburunlular yollara döküldü... İstedikleri aslında tek şey. Yarımadalarının koruma altına alınması. Yarımadanın bir Biyosfer Rezerv Alanı (BRA) olarak gelecek kuşaklara aktarılmasını istiyorlar. Nedir bu BRA diye sorarsanız... Bu model UNESCO tarafından, yerelin katılımına ve insan faaliyetine izin vermeyen katı/merkezi korumacılık yaklaşımının alternatifi olarak oluşturulmuş bir kavram.
Bu nedenle, Biyosfer Rezerv Alanı, biyolojik çeşitlilik ve ekosistem ile sürdürülebilir sosyo-ekonomik kalkınma ve kültürel değerlerin birbirlerini güçlendirerek birarada yaşamasına olanak sağlayan bir yapı. Bir başka deyişle, doğal kaynakların korunmasını sağlarken aynı zamanda sürdürülebilir kullanımını da getiriyor. Burada yaşanlar kendi kültürlerini koruyabildikleri gibi, aynı zamanda ekonomik olarak sağladıkları getiri ile bölgeyi bozmadan ve yok etmeden geliştirebilme olanaklarına da kavuşuyorlar.
Bu kavramın temel ilkelerinden biri, bu alanların insan merkezli işlevini daha fazla ön plana çıkarmak, kültürel ve biyolojik çeşitlilik arasında bağlantı kurmak ve sürdürülebilir kalkınma çabaları içinde geleneksel bilginin etkinliğini artırmak.
Koruyacak ne var?
Karaburun Yarımadası Doğu Akdeniz havzasında en az zarar gören alanlardan biri. Ancak bazı faaliyetler alanı tehdit etmekte. Yarımada’nın antropojenik etkilenmenin en az yaşandığı, doğal ve kültürel özelliklerini koruyabilen nadir alanlardan biri olduğu belirlenmiş. Yarımada aynı zamanda, sürdürülebilir alan kullanım biçimlerinin ve aktivitelerinin yapılarak geliştirilebileceği bir potansiyele sahip.
Yapılan bir çalışmada Karaburun Yarımadası’nın “insan müdahalesinden az etkilenmiş bir ekosisteme sahip olması, biyoçeşitlilik açısından önem taşıması ve sürdürülebilir kalkınma çabalarına örnek olabilecek olanakları sunması” nedeniyle biyosfer rezerv alanlarının üç ana kriterini hala karşıladığı sonucu çıkarılmış.
Yarımada nesli tükenmekte olan ve uluslararası düzeyde koruma altına alınan Akdeniz Fokları’nın üreme ve yaşam alanı. Aynı zamanda nesli tehlike altındaki Su Samuru ve Karakulak gibi türleri de barındırmakta. Ayrıca yarımada 200’ün üzerinde tür kuş popülasyonuna da ev sahipliği yapıyor...