KÜRESEL İTTİFAK
"Birleşmiş Milletler’in sürdürülebilir kalkınma hedefleri arasında kuduz hastalığı da dahil olmak üzere, bugüne kadar ihmal edilmiş olan hastalık salgınlarının 2030 yılına kadar sona erdirilmesi amaçlanmış durumdadır. Şu anda 25’ten fazla ülkede kuduzu ortadan kaldırmaya yönelik ulusal çalışma planı hayata geçirilmiştir.
Louis Pasteur’ün, ölüm günü olan “28 Eylül” 2007 yılından beri “Dünya Kuduz Günü” olarak anılmaktadır. Dünya Kuduz Günü, merkezi Amerika Birleşik Devletleri'nde bulunan bir kuruluş olan, Küresel Kuduz Kontrolü İttifakı, GARC (Global Alliance for Rabies Control) tarafından koordine edilen uluslararası bir bilinçlendirme günüdür. Kuduz kontrolü için ‘’Küresel İttifak’’ olan GARC’ın çalışmaları; insanların kuduza maruz kalmasının %99'una varan oranda kaynağının köpek olması nedeniyle köpeklerin aşılanması ve tüm toplumu Tek Sağlık Yaklaşımı ile korumak üzerinde yoğunlaşmıştır. Buna göre; Kanada, Belçika, İsviçre, Finlandiya Avusturya, Danimarka gibi ülkelerde kuduz olgusu bulunmadığı, Macaristan, Bulgaristan, Arnavutluk, Bosna Hersek gibi ülkelerde ısırılma vakaları görülmesine rağmen insan ölümü olmadığı, Cezayir, Azerbaycan, Gürcistan, İran, Irak, Arabistan gibi ülkelerde ise, yılda 5 ila 30 kişinin öldüğü görülmektedir.
AŞILAMA ÇOK ÖNEMLİ
Bugüne bakacak olursak; Tarım ve Orman Bakanlığı verilerine göre 2021 yılı için 750.000 doz kedi ve köpek kuduz aşısı ithal edilmiştir. Kuduzla mücadele için, 2020 yılında toplam 539.792 kedi ve köpeğe kuduz aşısı yapılmıştır. Kuduz hastalığına karşı, sahipli sahipsiz tüm kedi köpeklerin aşılanması gerekmektedir. Dünya Hayvan Sağlığı Örgütü (IOE) verilerine göre 2019 yılında ülkemizde kuduzdan ölen hayvan sayısının 862 olduğu görülmektedir. Ülkemizde yılda yaklaşık 250.000 kuduz riskli temas bildirimi yapılmakta olup yılda ortalama 1-2 insan kuduz vakası görülmektedir.
Kuduz virüsü, hasta hayvanın tükürüğü ile yakın temas, ısırığı, çiziği ve tahrip olmuş cilt veya mukozayı yalaması yoluyla hayvanlardan başka hayvanlara veya insanlara bulaşır. İnsanlarda erken önlem alınmadığında, virüs vücutta ilerlediğinde tedavi olasılığı kalmadığı için kişiyi ölüme kadar götürebilen bulaşıcı bir hastalıktır.
NE YAPILMALI?
Özel Medicana Hastanesi’nden Üroloji Uzmanı Prof. Dr. Özgür Çakmak, prostat kanserinde robotik cerrahiyi anlattı.
ROBOTİK CERRAHİ NEDİR?
"Robotik cerrahi üroloji alanının hem kanser hem de kanser dışı hastalıklarında kullanılan etkili bir tedavi yöntemidir. Bu yöntemde karın duvarına yapılan küçük kesilerden giriş yapılarak insan el bilek hareketlerine sahip 540 derece dönebilen enstrümanlar ile 10-15 kat büyütme altında çok hassas bir biçimde cerrahi tamamlanmaktadır. Da Vinci Robotik cerrahi sistemi cerrah konsolu, görüntü kulesi ve ameliyat robotundan oluşur. Cerrah konsolda 3 boyutlu ve büyütülmüş görüntü ile ameliyat yapar, cerrahın el hareketleri robot kollarına eş zamanlı olarak titreşimsiz olarak kablolar ile aktarılır. Bu ileri teknoloji sayesinde vücut içerisinde el ile ulaşılması zor alanlarda titizlikle çalışabilir.
AVANTAJLARI NELERDİR?
Ameliyat sırasında daha az kanama, ameliyat sonrası daha az ağrı duyulması ve yine ameliyat sonrasında çok daha erken günlük hayata dönüş en önemli avantajlar arasında yer almaktadır.
Robotik cerrahi sistemi ile sadece geçen yıl 1.5 milyondan fazla cerrahi gerçekleşmiş olup günümüze kadar bu sistem ile yapılan cerrahilerin sayısı 10 milyonu geçmiştir.
”1975’ten bu yana 5 ila 19 yaş arası popülasyonda kilo fazlalığı veya obezite prevalansı beş kat arttı. Problem bununla da sınırlı olmayıp Dünya Sağlık Örgütü’nce 2019’da 5 yaş altındaki nüfusta 38.2 milyon çocuğun kilo fazlalığı ya da obezite sorunu olduğu tahmin edildi. Peki, konuya ilişkin farkındalık ve bilinç kazanmak nasıl mümkün olabilir? Sağlıklı beslenme için, belli tip karbonhidratlardan, işlenmiş ve katkı maddeli hazır gıdalardan, ateşe maruz kalmış sıvı yağlardan yok denecek kadar az tüketmek, yeterli sıvı almak ve gıda tercihlerimizi yaşla orantılı şekilde bilinçli modifiye etmek şart. Birey olarak, sağlıklı beslenme, aslında anne karnında başlar. Anne karnında büyümekte olan bebeğin, ileride onu metabolik sendrom riskine maruz bırakacak olan göbek çevresi kahverengi yağ hücrelerine hangi sayıda ve hangi boyutta maruz kalacağını annenin beslenme biçimi belirler. Yani anne karnındaki bebek, daha doğmadan gereğinden fazla kahverengi yağ hücresine sahip olursa, ileride de metabolik sendromla uğraşma ihtimali yükselecektir. Hele bir de metabolik sendrom açısından genetik riski fazlaysa kilo artışı, obezite ve diyabet, bu bebekler için kaçınılmaz olacaktır. Birey olarak elimizde olmayan genetik riskler, anne karnında, bebeklikte tanıştığımız ve büyümemize eşlik eden gıdalar, daha sonraki tercihlerimize de etki edecek ve beslenme alışkanlıklarımız anlamında olumsuz başlayan süreç, bir kısır döngü içinde bizi tüketecektir.
Kişi kilosunu, açlık insülinini, yaşına göre yakabildiği kaloriyi takip edebildiğinde kilo artış trendine girdiği anda, buna dair tedbir almaya ve yeme alışkanlıklarını bir uzman rehberliğinde modifiye etmeye başlayabilir. Örneğin, metabolizması normal işleyen, yani genetik açıdan veya kendi iradesinde olmayan yıllarda maruz kaldığı beslenme şekli açısından ekstra risk arz etmeyen bir birey, çocukluk ve gençlik yıllarında özgürce yiyebildiği çikolatalı ezmelere ya da yemeğin yanında abartmadan içebildiği şekerli gazlı içeceklere vakti geldiğinde veda edebilmeli ve özellikle 30’lu yaşlardan sonra her beş yılda bir yeme alışkanlıklarındaki lükslerden kısmen de olsa vazgeçebilmelidir. Özellikle, orta yaş ve üzerinde biyolojik ritmimizin ve bağırsak hormonlarımızın işleyiş biçimine saygı duymayı öğrenmemiz, kilo fazlalığı ve obezite ile tanışmak istemiyorsak bir zorunluluktur. Doğal yaradılışımız güneşin doğuşu ile uyanmak ve batışı ile evlerimizde dinlenmeye geçmek üzere örgütlenmiştir. Uyku, bağırsağımız da dahil tüm vücudumuzun onarıldığı aktif bir süreçtir. Uykuda geçen zamanın hücre onarımları açısından maksimum verimlilikte olabilmesi için, uykunun, dinlenme fazına geçebilmiş bir bağırsak ile güneşin batmış olduğu gece saatlerinde ve ortalama 8 saat olması önemlidir. Bağırsağın dinlenme fazına geçebilmesi için öğütülmek üzere ağzımızdan giren son lokmanın üzerinden 4 saat geçmiş olmalıdır ki, bağırsak artık tüm gün kesintisiz devam eden mesaisini bitirip sadece dinlenme fazında salgılayabildiği “lesitin” gibi yağ yakıcı maddeleri salgılayabilsin. Lesitin için ideal salgılanma süresi gece 23.00 ile 03.00 arasıdır. O halde, ağzımızdan leblebi dahi olsa son lokmanın girişi saat 19.00’da olmalıdır. Bu alışkanlığı kazanabildiğimizde, öğün aralarına beşer saat koyabildiğimizde ve sağlıklı seçimlerle ölçülü yemeyi başarabildiğimizde, obezite zaten bizim için sorun olmaktan çıkacaktır.
ÖBEZSEK NE YAPACAĞIZ?
Peki tüm bunları idrak etmekte geç kaldıysak, yani hali hazırda obez isek ne yapmalıyız? Öncelikle, yine konuyu hem ele alış biçimimizin hem de mücadele etmekteki dirayetimizin beynimizden yani duygudurumumuzdan geçmekte olduğunu idrak etmeliyiz. O halde, ilk önce yeme davranışımız ve duygudurumumuz arasındaki ilişkiyi gözlemlemekle işe başlamalıyız. Çünkü, duygudurumumuz optimum olmadan ne duygusal açlığımızı doyurabiliriz ne de dürtüsel yeme ataklarını durdurabiliriz. Ayrıca, yeme, uyku ve hareket alışkanlıklarımızı işlevselliğimizi bozmadan yeniden yapılandıracak dirayeti bulmamız da yine duygudurumumuza bağlı. O halde, metabolizma kontrolünde ipin ucunu kaçırdıysak, tüm bunlar için bize bir duygudurum koçu, danışmanı, yöneticisi yani bir psikiyatrist hekim ve metabolizmamızı yeniden inşa edecek bir endokrinolog hekim gerekli. Yiyeceğe, hazır gıdaya, tatlılara, alkol ve sigaraya onlarca yıldır harcadığımız parayı ve metabolik sendrom nedeniyle oluşan ikincil sağlık sorunlarına harcadığımız parayı hesaplayarak kalan ömrümüz için metabolizmamızı ve duygudurumumuzu optimum işlerlikte tutma yöntemlerini öğrenme becerisi kazanmayı daha fazla ertelememeli ve obez ya da aşırı kilolu halimizle süreci kendimiz yönetmeye kalkarak başarısızlık şansımızı artırmamalıyız.
“Robotik teknolojik platformlar üç tipten oluşmaktadır: Pasif (Uzaktan kumanda ve telemanipülasyon, konsol kontrollü: örnek Da Vinci), aktif ve yarı aktif (Artroplasti ve spinal cerrahi. Makoplasty, Navio, Rosa)… Aslında protez ameliyatlarında kullanılan robot yardımlı cerrahi sistemin bildiğimiz anlamda pasif robotik cerrahi ile yani Da Vinci Sistemi ile hiç ilgisi yoktur. Da Vinci robotunun haptik kolları, dışarıda bir konsol başında oturan cerrah tarafından joystick benzeri kumanda kollarıyla kontrol edilerek ameliyatı gerçekleştirmektedir. Halbuki protez cerrahisinde kullanılan robot sistemler tam otomasyon sağlayan bir robotik sistem değildir. Bu kolların özellikleri firmalara göre değişmekte, bazıları otomatik oymakta veya kesmekte; bazıları da kesi bloklarını otomatik yerleştirmektedir. Hangi özellikte olursa olsun, eklem protezi cerrahisindeki robotik sistemlerde ilk adım, hastanın eklem anatomisinin üç boyutlu olarak bilgisayara aktarılmasıdır. Bilgisayar, kesi ölçümlerini en hassas bir şekilde yapıp haptik kolu programlayabilir. Özellikle diz eklemine yerleştirilecek protezin uygunluğunu ve balansını neredeyse sıfır hatayla verebilen bu sistemlerle hasta memnuniyeti klasik manuel sistemlere göre epeyce artmıştır.
AVANTAJLARI NELERDİR?
* Kemik kesilerinde cerrahın hata yapmasına izin vermez. * En uygun protez ölçüsünü saptayarak, yine en uygun pozisyonda yerleştirilmesini sağlar. * Hasta memnuniyeti uzun takiplerde klasik manuel siteme göre daha fazladır. * Revizyon cerrahi oranları daha düşüktür. * Enfeksiyon oranları daha azdır. * Hastanede yatış süresi daha kısadır. * Ameliyat sonrası hastalar ağrı ve rehabilitasyon açısından daha konforludur. * Radyasyon yoktur. * Sonuç olarak optimize edilmiş yumuşak doku balansı ile kazanılmış anatomik restorasyon, doğru dizilim ve normal eklem kinematik restorasyonunun yapılabilmesi, hasta memnuniyetini yükseltmektedir.
DEZAVANTAJLARI NELERİR?
* Çok pahalıdır, yatırımın kısa-orta vadede geri dönmesini beklemek şimdilik mümkün değildir. * Öğrenme eğrisi artroplasti deneyimi yüksek cerrahlar için kısa olmasına rağmen, ameliyat süreleri ilk 10-15 olguda uzundur. * Ameliyat esnasında çıkan komplikasyonlara yaratıcı çözümler yoktur. * Cerrah yumuşak doku balansını manuel yapmalıdır. Bu konuda sistemin katkısı yoktur. * Sistem daha önceden programlanmış kesiler yapar ama hangi dokuyu kestiğini bilmez. O nedenle çok iyi yumuşak doku ekartasyonu gerekmektedir. * Tüm robotik yardımlı sistemler, önceden yüklenen veriler üzerinden kesi yapar. O nedenle başlangıçtaki kayıt sistemindeki herhangi bir hata yanlış kemik kesilerine neden olabilir. * Bu konuda firmaların teknolojik yatırımları hızla artmakta, hatta robot yardımı olmadan konulamayacak protezler imal edilmeye başlanmıştır.
Özetle, robotik cerrahinin eklem protez ameliyatlarında klasik sistemin yerini alacağı yadsınamaz bir gerçektir. Ancak sistemlerin daha da geliştirilmesini ve maliyetlerin düşürülmesini beklemenin daha mantıklı bir yaklaşım olacağına inanıyorum.
“Obezlik ve aşırı kilonun en sık kullanılan tanımı, vücut kitle endeksine (VKİ) göre yapılır. VKİ 18.4 veya altı ise zayıf, 18.5-24.9 normal, 25-29.9 aşırı kilolu, 30-39.9 obez, 40-49.9 morbid obez, 50 ve üzeri süper obez olarak kabul edilir. Ortopedistlerin ve hastaların kas iskelet sistemi üzerinde obezitenin ve cerrahi öncesi ve sonrası oluşabilecek komplikasyon risklerinin artışı konusunda açık bir iletişime sahip olmaları gereklidir. Obezite ortopedik sorunu olan hastalar arasında artan yaygın bir durumdur. Bireysel olarak hastayı etkilediği gibi sağlık sistemini ve neredeyse vücuttaki tüm organları etkiler. Kemik ve eklem sağlığını kötü etkileyen en yaygın durumlardan biridir.
Aşırı kilolunun ve obezitenin cerrahi sonuçlar üzerindeki olumsuz etkileri ve komplikasyon oranları tıbbi literatürde çok kez ele alınmıştır. Bu etkiler arasında enfeksiyon/iltihaplanma oranının artışı ve protezin gevşemesi/vücudun protezi reddetmesi öne çıkmaktadır. Obezite, artroz (eklem kireçlenmesi) gibi kas iskelet sistemi hastalıklarını belirgin şekilde artırmak ile; diyabet (şeker hastalığı), kalp hastalığı, uyku apnesi, karaciğer hastalığı, pankreatit, bazı tümörler ve psikiyatrik sorunlara da yol açar. Ortopedik ameliyat öncesi ve sonrası komplikasyonlarını önemli oranda artırmasa da bu hastalıklar ile sonucu kötü etkilemektedir. Ameliyat öncesi ve sonrası komplikasyonlar arasında: pıhtı atması/emboli, yara iyileşmesi, enfeksiyon/iltihaplanma, kan kaybı ve protez çıkıkları görülebilmektedir.
Obez kişiler fitness etkinliklerinde normal kilolu kişilere göre alt taraf (leğen kemiği, kalça, uyluk, diz bölgesi, baldır, ayak) kemiklerinde stres kırığı, kemik iliği ödemi, menüsküs yırtıkları, omuzda rotator kas ve biseps kası yaralanmalar, topuk kırıkları ve ayak bileği burkulmaları konusunda daha fazla risk taşımaktadırlar. Düşük enerjili düşmeler, dizde spontan patella çıkıkları ve diğer komplikasyonlara daha sık yol açabilir. Ayak bileği kırıkları da daha sık ve daha ciddi olarak görülür.
Normalden daha yüksek vücut kitle indeksine sahip travmaya bağlı yaralılarda tanı koyma ve ameliyat esnasında radyolojik olarak yeterli görüntüleme zordur. Obezitede MR tetkiki yapmak bazen mümkün olamamaktadır. Motorlu taşıt kazaları veya diğer künt travma yaralanmaları yaşayan obez hastalarda tıbbi komplikasyon riski, hastanede kalış süresi, mortalite oranı ve çoklu organ yetmezliği riski yüksektir. Ayrıca bu hastalarda implant yetersizliği (çivi, vida, plak kırılmaları) daha sık görülür. Yara iyileşmesi yavaştır ve derin ven trombozu (emboli) oluşumu daha fazladır. Vücut kitle indeksi arttıkça, cerrahi girişim süresi ve hastanede kalış süresi artmaktadır.
BELLİ BAŞLI RİSKLER
* Omuz:
Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Enfeksiyon Hastalıkları İmmunoloji Bölümü’nden Prof. Dr. Şükran Köse ve Uzm. Dr. Tuba Demirci Yıldırım, zonanın teşhis ve tedavisi hakkında ayrıntılı bilgiler verdi...
“Zona olarak da bilinen herpes zoster, su çiçeği sırasında duyusal sinir bağlantı noktalarına yerleşerek gizli seyreden Varisella Zoster Virusunun (VZV) yeniden aktivasyonundan kaynaklanan bir hastalıktır. VZV insanda enfeksiyona neden olduğu bilinen 8 herpes virustan birisidir. Genellikle tek veya iki bitişik dermatom (duyu bölgesi) hattında meydana gelen ağrılı, vücudun tek tarafında içi sıvı dolu kesecik şeklinde döküntü ile karakterizedir. Zona geçirme sıklığı dünya çapında artmaktadır. Zona Amerika’da yılda 1,2 milyondan fazla kişide ortaya çıkıyor. Yaşam boyu ortalama zona gelişme riski yüzde 30’dur ve ciddi hastalık bulgularının (sakatlık, görme bozuklukları, sinirsel bozukluklar vs) ortaya çıkmasına neden olur.
RİSK FAKTÖRLERİ NELERDİR?
* Yaş: Zona gelişimi için en büyük risk faktörüdür. Vakaların yüzde 20’si 50 ila 59 yaşları arasında, yüzde 40'ı ise en az 60 yaşındaki kişilerde görülür. 85 yaşına kadar yaşayan kişilerin yaklaşık yüzde 50 'sinin zona nöbeti geçireceği tahmin edilmektedir. * Bağışıklık sistemi baskılanmış hastalar: T hücresi aracılı bağışıklığın azalması nedeniyle VZV reaktivasyonu açısından yüksek risk altındadır. Buna organ nakilli hastalar, seçilmiş immünomodülatör tedavileri alan hastalar, kemoterapi ve/veya kortikosteroidlerle tedavi edilen hastalar ve AIDS'li hastalar dahildir. Bağışıklık sistemi baskılanmış hastalarda komplikasyon oranı da önemli ölçüde daha yüksektir. * Cinsiyet: Kadınlarda daha fazla görülür. * Travma: Özellikle de kranial (kafa) herpes zoster için bir risk faktörüdür. * Diğer faktörler: Altta yatan malignite(kanser) ve kemoterapi, hücre aracılı bağışıklık bozuklukları ve kronik akciğer veya böbrek hastalıklarında zonayı arttıran risk faktörleridir. * Bulaş: VZV aktif herpes zoster lezyonlarıyla doğrudan temas yoluyla veya lokalize herpes zosterli bireylerden hava yolu ile gerçekleşir. Kabuklanmadan sonra lezyonların bulaşıcılığı kaybolur.
Yaşlanmanın kardiyovasküler hastalıklar da dahil olmak üzere insanlarda çoğu kronik hastalıklar, kanser ve beyin rahatsızlıkları (nörodejeneratif hastalıklar) açısından çok önemli bir risk faktörü olduğunu belirten Doç. Dr. Selcan Yakar Tülüce, sağlıklı yaşlanma konusunda şunları anlattı.
“Risk faktörleri arasında kalp hastalıklarının daha belirgin bir önemi vardır; çünkü 65 yaş üstü kişilerde ölümlerin yaklaşık yüzde 40'ının nedeni aterosklerotik hastalık ve onun istenmeyen etkilerinden (kalp yetersizliği) kaynaklanmaktadır. Damarlarımızda yaşlanmaya bağlı oluşan tüm değişiklikler aslında kalp ve damar hastalığı oluşurken gelişmekte olan değişikliklere benzerdir. Damarlarımızın duvar kalınlıklarının artması, kollajen denilen bağ dokusunun birikmesi, damar duvarlarımızın esnekliğinin azalması ve damar çaplarının artması yaşla ortaya çıkan değişikliklerdendir. Özellikle vücudumuzun en büyük damarı olan ve kalpten çıkıp tüm vücuda temiz kanı götürerek bütün organların beslenmesinde kritik rolü olan aort damarında elastikiyetinin azalması sonucu kalpten aorta her atımda pompalanan kanın aort duvarında yaptığı basınç artar ve bu da birçok yaşlıda sık izlenen tansiyon yüksekliği olarak bildiğimiz hipertansiyon hastalığının sebeblerinden birini oluşturur.
Yaşın organ olarak kalbin kendisi üzerinde de önemli etkileri vardır. Aynı insanın 30’lu yaşlarda ve 70’li yaşlarda kalbini tarttığımızda kalbin ağırlığının yaşlanmakla arttığını saptayabiliriz. Bu artış maalesef kalbin kas dokusunu oluşturan ve atmasını sağlayan hücrelerin artışı ile ilişkili değildir; hatta tam tersine kalbin kendi dokusunu oluşturan hücrelerin sayısı azalırken, yerine yara dokusu diye de bilinen fibrotik dokunun geçtiğini görebiliriz. Normal kalp hücrelerinin yerini bu bağ dokusunun alması kalbin hem kasılma hem de gevşeme fonksiyonlarını olumsuz olarak etkiler. Bu bağ dokusunun kalbin ileti sistemimin yerini alması yaşlılardaki kalbin yavaş atması veya iletimin durarak yaşlı bireyin bayılır gibi olmasına veya bayılmasına ve hatta ileti sisteminin durması sonucu ölmesine neden olan ciddi ritim bozukluklarına neden olabilir.
Özetle, yaşlanırken tüm vücudumuza benzer şekilde kalp ve damar sistemimiz de etkilenir. Bu değişiklikleri erken saptayabilmek için ara ara dinlenmiş vaziyette kan basıncı yani tansiyon değeri ölçümlerimizi yapmalı, belirli aralıklarla kardiyoloji hekimlerine kontrole gitmeli, sağlıklı beslenmeyi ve doktorlar tarafından onaylanmış egzersiz programlarını yaşam şeklimiz haline getirmeliyiz.”
“Obezite gebelikte anne için gestasyonel diabet, hipertansiyon, pre-eklampsi, prematürite, ölü doğum, kougenital anomaliler, makrozomi, doğum sonrası bebekte de obezite nedeni olabilir. Obezite gebelerde hem vajinal hem sezeryan doğumlarda risk artışı vardır. Atoni kanamaları ve omuz diztosileride görülür. Anestezi açısından da obezite gebelerde epidural veya spinal anestezi uygulamalarında zorluklar vardır. Gebelik öncesi kilo verilmeli, gebelik sürecinde sıkı kilo takibi ve diyet uygulanmalıdır. Obezite Diabet, Hipertansiyon, Hiperkolesterolemi, Kardiovasküler hastalıklara neden olur. Obez gebelerde NTD ( Nöoraltüp defekti) oranı yaklaşık 2 kez artmıştır. Folik asit günde 400 mcg kullanılmasının bir yararı olup olmadığı da bilinmemektedir. Yine obez kadınlarda Trizomy 21 (Down Sendroumu) riski de artmıştır. Özetle obezite kilo takibi, diyet, eğer diyabette varsa endokrinoloji konsültasyonu uygulanmalı. Bu gebelerde damarlarda tıkanma (Tromboemboli) riskini önlemek için antikoagülan başlanmalıdır. Gebelikte ağırlık kaybı uygun değildir. Beden kitle indexi yüksek olan kadınları gebelik öncesi kilo vermeye özendirmek ve sonra gebe kalmaları önerilir. Böylece birçok sorun önlenmiş olur. Obezitede tansiyon ve şeker tarama testleri yapılması da önemlidir.