Peki, etlerinizi doğru koşullarda saklamak için nelere dikkat etmeniz gerektiğini biliyor musunuz? Protein kaynağı etlerin faydalarından tam olarak yararlanabilmek için nasıl pişirmeliyiz? Gelin bugün dondurucuda sakladığınız etleri en doğru şekilde tüketebilmenin yollarına bir göz atalım. Bayramları her zaman beslenme alışkanlıklarının değiştiği ve kalori kontrolünün kaybedildiği zamanlar olarak değerlendiriyorum. Sevdiklerimizle birlikte olmanın verdiği mutluluk ve kurulan neşeli sofralarda elbette ki her şeyin tadına bakmadan durmak pek de mümkün değil. Gerçi ben her zaman herhangi bir sağlık sorunu olmayanların bayramda istediği her şeyi tüketmesinden yanayım. Tabii ki bayram sonrası bu durumu tolere edebilme için diyet ve detoks yapılması şartıyla. Eğer siz de bayramda kurban etlerinin cazibesine dayanamayıp, çok fazla et tükettiyseniz, mutlaka aşağıda sizin için vereceğim beslenme reçetesini yapmaya çalışın. Böylece bayramda aldığınız fazla kilolardan kurtulma imkânınız olur. Gelelim kurban etlerini sağlıklı bir şekilde nasıl tüketmemiz gerektiğine...
KURBAN ETLERİNİ NASIL SAKLAMALIYIZ?
Kurban Bayramı’nda bolca sofralarımızda yer alan iyi kalite hayvansal protein kaynağı kırmızı et; demir, çinko, fosfor, magnezyum gibi minerallerin yanı sıra B1, B6, B12 ve A vitaminlerini de içerir. Bu özelliği nedeniyle günlük beslenmemizde mutlaka yer almalıdır. Küçük bir hatırlatma; bayram günü kesilen hayvan etinde rigor mortis (ölüm katılığı) oluşur. Bu durum da etin sert olmasına yol açarak zor pişmesine ve zor sindirilmesine neden olur. Zor sindirilen et de beraberinde şişkinlik ve hazımsızlığı getirir. Bu nedenle kestiğiniz etleri 1 gün bekletip, dinlendirdikten sonra tüketmeyi unutmamışsınızdır. Gelelim kurban etini saklarken nelere dikkat etmeniz gerektiğine. Çünkü kurban etlerinin doğru koşullarda saklanması oldukça önemlidir.
* Öncelikle kurban etlerinin kesim sıcaklığının düşmesi için en az 5-6 saat dışarıda bekletildikten sonra buzdolabına kaldırılmalıdır.
Ancak hava sıcaklıklarının yüksek olduğu bu bölgelerde güneşe çıktığınızda oldukça dikkat etmelisiniz. Çünkü her yaştan kişiyi tehdit eden güneş yanıkları ve güneş çarpması sorunları, tatilinizi kâbusa dönüştürebilir. Özellikle ileri safhalarda oldukça tehlikeli olabilen güneş çarpmalarında ciddi oranda yaşam kaybı riski olduğu asla unutulmamalıdır.
HAYATİ RİSKİ BERABERİNDE GETİRİYOR
Ozon tabakasının incelmesiyle birlikte artık güneşin zararlı etkilerini çok daha fazla görmeye başladık. Özellikle yaz aylarında her yaştan kişiyi tehdit eden güneş çarpmalarına karşı çok dikkatli olmamız gerekiyor. Güneş çarpması, güneş altında uzun süre kalınması sonucu vücut ısısını ayarlayan mekanizmaların bozulmasına bağlı olarak ortaya çıkan bir rahatsızlıktır. Özellikle 4 yaş altındaki çocukları, 65 yaş üzeri bireyleri ve kronik rahatsızlığı olanları çok daha fazla etkilemektedir. Güneş ışınlarının dik geldiği saatlerde deniz kıyısında vakit geçirmekte veya şehirde iseniz o saatlerde dışarıda korunmasız dolaşmak, güneş çarpmasının en büyük nedenlerindendir. Ayrıca ağır yemekler ile alkol tüketmek, susuz kalmak ve kalın giyinmek, güneş çarpmasını tetikleyen faktörlerdendir. Baş ağrısı, bulantı, kusma, yüksek ateş, baş dönmesi, terleme, çarpıntı, ağızda kuruluk, uyku hali ile bilinç kaybı, güneş çarpmasının en belirgin bulgularıdır. İleri safhalarda oldukça tehlikeli olabilen güneş çarpmalarında, ciddi oranda yaşam kaybı riski vardır. Bu nedenle belirtileri iyi bilinmeli ve böyle bir durum ile karşılaşan kişilerin vakit kaybetmeden gerekli tedavileri almaları sağlanmalıdır.
İKİNCİ TEHLİKE: GÜNEŞ YANIKLARI
Güneşin bizler için diğer önemli bir tehlikesi, güneş yanıklarıdır. Güneşin ultraviyole ışınları maalesef ki cildimizin en büyük düşmanıdır. Güneş ışınlarının en etkili olduğu saatler 11.00 ile 15.00’tir ki, bu saatlerde güneşlenmek oldukça tehlikelidir. Gün içerisinde güneş yanığı olduğunuzu fark etmeyebilirsiniz. Çünkü kızarıklık, ağrı, şişlik, su toplamaları veya sıcak basmaları gibi belirtiler, genelde 4 ila 5 saat sonra ortaya çıkar. Akşam saatlerinde ise bunlara üşüme ve titreme belirtileri de eşlik edebilir. Deride aşırı derecede bir yanık oluşmuş ise bulantı, kusma ve baygınlık geçirme belirtileri de hastalarda görülebilir. Böyle durumlarda mutlaka hekime başvurulmalı ve serum taktırılarak, cilde yanık kremleri sürülmelidir. Bu süreç içinde bol su tüketmek hatta maden suyu içmek de çok faydalı olacaktır.
GÜNEŞ KORUMA KREMİ
D vitaminini sıradan bir vitamin olarak düşünmemeliyiz. Özellikle son yıllarda eksikliğinin getirdiği sağlık sorunlarını ve faydalarını göz önüne aldığımızda D vitamini meselesinin sağlıklı yaşamamız için elzem olduğunu görüyoruz. Ancak iyi haber şu ki bedenimizi güneşle buluşturan yaz ayları, vücudumuzun doğal olarak D vitamini üretmesi bakımından en faydalı ve etkili zaman. Güneşi bol bir ülkede yaşamamıza rağmen toplumumuzda eksikliği en sık rastlanan vitaminlerin arasında D vitamini yer alıyor. Yağda eriyen bir vitamin olmasına karşın sanılanın aksine besinlerin içerisinde çok az miktarda bulunuyor. D vitamini kaynağı olan yağlı deniz ürünleri, balık, tavuk, yumurta ve süt tüketsek bile bu gıdaların hiçbiri vücudumuzun ihtiyaç duyduğu miktarda D vitamini almamızı sağlayamıyor. Yeterli miktarda D vitamini almamızın en iyi yolu ise yıl boyu düzenli bir şekilde derimizi güneşle buluşturmak. Ayrıca güneşlenerek vücudumuzda doğal olarak ürettiğimiz D vitamini, kullanılan kapsül, şurup ya da damla takviyelerinden çok daha etkili.
İŞİN SIRRI ULTRAVİYOLE B IŞINLARINDA GİZLİ
Vücudumuzun D vitamini sentezi yapabilmesiyle ilgili en kafa karıştırıcı konu, güneşin hangi ışınlarından yararlanılması ve hangi saatlerde güneşe çıkılması gerektiğiyle ilgilidir. Çoğu kişi bilinçsizce güneşe çıkar ve bundan da hiçbir fayda görmez. Üstelik bu durum çoğu zaman güneş yanıkları ya da cilt lekelenmesiyle sonuçlanır. Güneşin zararlı ışınlarının yanı sıra vücudumuzun D vitamini sentezi yapmasını sağlayan faydalı ışınları da vardır. Ultraviyole A, bizim için ne kadar zararlı ise ultraviyole B de D vitamini açısından bizlere yarar sağlar. Çünkü ultraviyole B, D vitamini salgısını da artıran en önemli kaynaktır. Ancak D vitaminini artırmak için öncelikle belirli saatlerde güneşe çıkmamız gerektiğini bilmemiz gerekiyor. Çünkü ultraviyole B ışınları, cildimize 50 derece ve 90 derece açıyla geldiği zaman derimiz D vitamini sentezleyebiliyor. Bizler bu açıyı gün içinde ortalama 11.00 ile 14.00 saatleri arasında yakalayabiliyoruz. Bu saatler dışında yaptığınız her güneşlenme aktivitesi, zararlı UVA ışınlarına maruz kalmanızla sonuçlanıyor.
GÜNEŞTE KAÇ DAKİKA KALMALIYIZ?
D vitamini artırmak için güneşlenmek isteyenlerin en çok merak ettiği konulardan bir diğeri de kaç dakika güneşte kalınması gerektiğidir. Bu sorunun cevabını tam olarak net bir şekilde vermek mümkün değildir. Çünkü güneşlenme süresi, şehirlere göre değişiklik gösterir. Ancak yaklaşık bir süre vermek mümkündür. Bulunduğunuz şehirde kaç dakika kalabileceğinizi tam olarak öğrenmenin yolu ise Türkiye Güneş Haritası’ndan bulunduğunuz şehir konumuna bakmaktan geçer. Normalde D vitamini sentezini artırabilmek için 10 ila 20 dakika arasında güneşe maruz kalınması yeterli görülmektedir. Ancak güneşlenirken sadece kollarımızı açmak ya da yüzümüze güneşin gelmesi yeterli değildir. Bunu mutlaka bikini ve mayoyla yapmanız gerekir. Eğer Akdeniz Ege Bölgesi’nde yaşıyorsanız ortalama 10 dakika, Marmara ve Karadeniz Bölgesi’nde iseniz ortalama 20 dakika, Doğu Anadolu ya da İç Anadolu Bölgesi’nde yaşıyorsanız ortalama 25-30 dakika güneşlenmeniz gerekecektir. D vitamini sentezini artırabilmek için güneşte kaldığınız süreç içerisinde ise asla güneş kremi kullanmamalısınız. Koruma kreminizi daha sonra mutlaka sürmelisiniz. D vitamininin sentezlenip, kana karışması da ortalama 48 saat sürer. Bu nedenle D vitamini reaksiyonunu engellememek için kese yapmamanızı ve sıcak suyla duş almamanızı öneriyorum. D vitamini sentezini artırabilmek için ayrıca bol su tüketmekte önemli.
Çünkü doğada bizlere şifa dağıtan o kadar çok besin var ki. Yapmamız gereken şeyler, bunların ne olduklarını bilmek, sofralarımızdan eksik etmemek ve paketlenmiş hazır gıdalar gibi toksik maddelerle dolu yiyecekler yerine doğal besinler tüketmek. Bugün ben de sizlere her yerde kolaylıkla bulabileceğiniz dört şifa kaynağı besinin marifetlerini hatırlatmak istedim. Unutmayın sağlıklı beslenmek, hiç de öyle sanıldığı kadar zor değil, yeter ki neleri tüketmeniz gerektiğini öğrenin.
HEM LEZZETLİ HEM SAĞLIKLI: BİTTER ÇİKOLATA
Çikolatayı kim sevmez ki... Yalnızca lezzetli bir kaçamak değil, aynı zamanda sağlıklı da bir gıda. Ancak doğru şekilde tüketildiğinde. Öncelikle şunu belirtmeliyim ki çikolatanın koyusu makul. Yani listenize bitter çikolatayı ekleyebilirsiniz. Çünkü;
-Bitter çikolata tüketmenin kimyasal ve duygusal etkisi vardır. Çünkü duygu-durum düzenleyici triptofan/serotonin açısından zengindir. Araştırmalar da çikolatanın psikoaktif bir gıda olduğunu desteklemektedir.
-Çikolata, serbest radikallerle savaşır.
-Kakao çekirdekleri, kahve ve çayda bulunan kafein ve teofilinine moleküler benzerlik gösteren teobrominin en zengin kaynaklarındandır.
Peki, sağlıklı yaşamamız için bu denli önemli olan suyu ne sıklıkla tüketiyorsunuz? Eğer, yanıtınız, ‘Susadıkça veya günde bir kaç bardak içiyorum’ ise o zaman hata yapıyorsunuz demektir. Vücudumuzun yüzde 70’inin sudan oluştuğunu düşündüğümüz zaman aslında suyun vücudumuz açısından ne kadar önemli görevlere sahip olduğunu anlayabiliriz. Vücudun ihtiyaç duyduğu sodyum, potasyum, fosfat, magnezyum ve kalsiyum gibi birçok önemli mineralleri içeren su, hücrelerimize oksijen ve besinlerin taşınması, sindirim sisteminin çalışması, vücuttaki zararlı maddelerin dışarıya atılması, bağışıklık sisteminin güçlenmesi, böbrek ve bağırsak fonksiyonlarının sürdürülmesi, cildin nemlenmesi, vücut ısısının korunması gibi daha birçok fonksiyonun sağlıklı bir şekilde gerçekleşmesinde önemli bir rol oynuyor. Gün içerisinde vücudumuz, metabolik süreçlerini yerine getirirken, biz farkına varmadan sürekli olarak suyu kullanır. Bu nedenle gün içinde vücudumuzun kullandığı ve yeniden ihtiyaç duyduğu suyu mutlaka yerine koymamız gerekir. Özellikle yaz mevsimine girdiğimiz bu günlerde su tüketim miktarı asla ihmal edilmemelidir.
GÜNDE NE KADAR SU İÇMELİYİZ?
Gün içinde hiçbir şey yapmasak bile vücudumuz ortalama 2 buçuk litre su kaybeder. Özellikle hava sıcaksa, yoğun hareket ediyorsanız ya da bağırsak ve böbreklerinizi çok çalıştıracak etkenler varsa kaybolan su miktarı daha da artar. Kaybedilen sıvı yerine konulmazsa halsizlik, yorgunluk, tansiyon düşmesi, baş ağrısı ve kabızlık gibi sorunlar ortaya çıkmaya başlar. Uzun vadede ise sıkıntılar oluşmaya ve hayati tehlikeye kadar gidebilecek sağlık sorunları ortaya çıkar. O nedenle her kişinin günde, vücudundaki her 20 kilo için 1 litre su içmesi gerekir. Örneğin 60 kilo birinin, günlük tüketmesi gereken su miktarı 3 litredir. Suyun detoks etkisi oluşturan bitkilerle birlikte içilmesi ise tam bir şifa kaynağı olmasını sağlar. Vücudumuz, süt, çay, kahve, meyve suyu gibi tüm içecekler ve besinlerden de su sağlayabilir. Ancak bu içeceklerin hiçbirinin suyun yerine geçmeyeceği unutulmamalı ve günlük su tüketimi miktarına eklenmemelidir.
SUSUZ KALDIĞIMIZI NASIL ANLARIZ?
Vücudunuzun ihtiyacı olan suyu alıp almadığınızı anlamak için basit bir gözlem yapmanız yeterli olacaktır. Tuvalet ihtiyacınızı giderdikten sonra klozete bakın.
Beyin ve kalp sağlığımızı korumak, bağışıklığımızı güçlendirmek, kansere yakalanma riskini azaltmak ve formda kalabilmek için Omega 3 yağ asitlerine ihtiyacımız olduğu kesin. Peki Omega 3’ün faydaları nelerdir, hangi besinlerde bulunur? Vücudumuz, Omega 3 eksikliğine nasıl tepki verir? Omega 3 takviyesi alırken nelere dikkat edilmeli? Gelin, bugün vücudumuz için vazgeçilmez olan Omega 3 yağ asitlerini mercek altına alalım.
Günümüzde birçok kişi, sağlıksız ve dengesiz beslenme sonucu ihtiyacı olan mineralleri ve vitaminleri almakta zorluk yaşamaktadır. Bu nedenle de doktora danışmadan bilinçsizce vitamin ve mineral desteği kullanımı her geçen gün artmaktadır. Maalesef ki, bilinçsizce kullanılan ürünlerden biri de Omega 3 takviyeleridir. Omega 3, vücutta üretilmediği için dışarıdan alınması elzem olan çok önemli doymamış yağ asitlerinden biridir.
Besinler yoluyla rahatlıkla vücudumuza alabiliriz. Gıda takviyesi olarak kullanıldığında ise mutlaka doktora danışılarak, doğru dozda ve önerilen süre boyunca tüketilmelidir. Çünkü Omega 3, bazı ilaçların yanı sıra diğer vitamin ve mineraller ile etkileşime girebilmektedir. Bu nedenle sadece Omega 3’ün değil, diğer tüm gıda takviyelerinin doktor kontrolünde kullanılması oldukça önemlidir. Gelelim doğru dozda ve sürede kullanılan Omega 3’ün vücudumuza olan muhteşem faydalarına...
KULLANIM DOZAJI NEDİR?
Beslenme rutininizde yer alması gereken temel yağlardan biri olan Omega 3 yağ asitlerinin vücudumuzda üstlendikleri oldukça önemli rolleri vardır. Çünkü yağların vücudumuzda enerji olarak kullanılmasını sağlayan ana madde, Omega 3’tür. Alfalinolenik asit (ALA), Eikosapentaenoik asit (EPA) ve Dokosaheksaenoik asit (DHA) olmak üzere 3 tipi bulunur. EPA, özellikle kalp sağlığı için faydalıdır. DHA, hücrelerin gençleşmesine destek sağlar. EPA ve DHA ise birlikte beyin gelişimi açısından önemlidir. Omega 3’ün kullanım dozajı ise günde 3 gram olarak önerilmektedir.
Hamur işi yemekleri bizim kadar çok seviyorlar. Peki, bizim ülkemizde obezite oranı giderek artarken, İtalyanlar nasıl oluyor da zayıf kalabiliyor? Bu işin sırrını ben de sizin kadar merak ettim ve İtalya’ya doğru bir yolculuğa çıktım. Sizler için İtalyanlar’ın 10 günde en az 5 kilo verdiren hızlı zayıflama kürlerini öğrenerek, Türkiye’de de uygulamaya başladım. Sonuçlar ise gerçekten harika diyebilirim. İtalyan mutfağı, lezzetli yemekleriyle ünlü olan ve dünyada en çok tercih edilen mutfaklar arasında yer alıyor. Dünya üzerinde bayrağının rengini bile yemeklerden alan bir başka ülke daha yoktur sanırım. İtalyan bayrağında yer alan kırmızı renk domatesi, yeşil pesto sosunu, beyaz ise mozzarella peynirini simgeliyor. Pizza ve makarna başta olmak üzere bu kadar çok hamur işi tüketen bir toplumun, her daim zayıf kalmayı nasıl başardıkları ise birçok kişinin dikkatini çekiyor. Ülkede gerçekten oldukça fazla hamur işi tüketiliyor ve bizim kadar bu yemekleri sevdikleri de kesin. Peki, neden Türkiye’de obezite görülme oranı artarken, İtalya’da böyle bir sorun yaşanmıyor? Atletik ve formda kalmayı başarabilmelerinin sırrı nedir? Yaz aylarına sayılı günler kala, kilo vermekte zorlanıyorsanız, bu sırrı öğrenmenin sizin de hoşunuza gideceğinden eminim...
DOĞRU PİŞİRME TEKNİĞİ ÖNEMLİ
İtalyanlar’ın öncelikle pişirme tekniklerini çok doğru bir şekilde kullandıklarını söyleyebiliriz. Makarna ve pizzayı oldukça fazla tüketiyorlar. Ancak bizim gibi makarnayı çok fazla haşlamıyorlar. Makarnayı, 2-4 dakika haşlayarak, direkt tencereden çıkarıyorlar. Bu da hamurda bolca bulunan glüten maruziyetini azaltıyor. Bizim yaptığımız hatalardan biri bu. Türkiye’de makarna çok fazla haşlanarak, hamur kıvamına getiriliyor. Bu durum da içindeki glüteni açığa çıkartıyor ve kilo alımını kolaylaştırıyor. Pizza ve lahmacunu ben de hastalarıma yemelerini öneriyorum. Ancak tek şartım, lahmacunda olduğu gibi pizzanın da ince hamurla tüketilmesi. Türkiye’de yapılan pizzalarda hamur, çok kalın kullanılıyor. İtalyanlar ise bunun tam tersi, incecik bir hamur eşliğinde pizzalarını yemeği tercih ediyor.
1-2-3 PUF DİYETİ
İtalya’da da ülkemizde olduğu gibi birçok gıda, taze yetişiyor. Her türlü sebze ve meyveye ulaşabiliyorsunuz. Zeytinyağını ise çok fazla kullanıyorlar.
Her 3 kişiden 1’i baş ağrısının arttığından şikâyet ederken, bu durum baharın tüm keyfini de kaçırabiliyor. Özellikle migren ile gerilim ve küme tipi baş ağrısı çekenler, alerjik bünyeye sahip olanlar, son günlerde oldukça sıkıntılı zamanlar geçirebiliyor. Peki, günlük hayatımızı çekilmez hale getiren ve bahar mevsimiyle birlikte tetiklenen baş ağrılarına karşı ne yapacağız? Baş ağrılarına karşı doğal tedavi yöntemleri nelerdir? Hangi besinler baş ağrılarınızın artmasını tetikliyor? Ve en önemli soru baş ağrılarınızın zararlı mı yoksa zararsız mı olduğunu nasıl anlayacağız? Eğer siz de şu anda başınızın ağrısından duramıyorsanız, bu yazı tam da size göre...
Dünyada en sık rastlanan sağlık sorunlarının başında baş ağrıları gelir. Hemen hemen hepimiz hayatımızın belli dönemlerinde baş ağrısı çekeriz. Modern şehir hayatının koşturmacası, iş yoğunluğu, stresli yaşam tarzı, hareketsizlik ve sağlıksız beslenme gibi birçok etken de baş ağrılarınızı tetikleyen faktörler arasında. Ancak yaşadığımız bu bahar ayları da baş ağrılarını artıran en önemli nedenler arasında diyebiliriz. Biyolojik şartların, iklimin, ısının, nem ve iyon dengelerinin değişmesi, baş ağrılarının görülme sıklığını artırdı. Evet, bahar ayları bizlere neşe, enerji ve canlılık katabiliyor ama beraberinde de yaşam kalitemizi düşüren baş ağrılarını getiriyor. Mevsimsel değişim nedeniyle bu durum oldukça normal. Ancak baş ağrıları, her zaman masum değildir. Bu nedenle baş ağrısı tipinizin ne olduğunu bilmeniz ve beraberinde getirdiği diğer belirtilerin farkında olmanız, hayati bir önem de taşır. Çünkü baş ağrıları birçok ciddi hastalığın bir belirtisi olarak da karşımıza çıkabilir.
BAŞ AĞRISI NEDİR?
Başın herhangi bir bölgesinde oluşan zonklayıcı ve sıkıştırıcı ağrı, baş ağrısı olarak tanımlanır. Baş ağrısının gelişim şekli, bölgesi ve şiddeti, kişiden kişiye de farklılık gösterir. Ağrı, yavaş yavaş veya birdenbire ansızın gelerek, birkaç saat veya birkaç gün boyunca devam edebilir. Baş ağrılarının da çeşitleri vardır. Gerilim veya küme tipi baş ağrısı ile migrende ağrının kaynağında bir hastalık yatmaz. Ancak akut sinüzit, diş problemleri, kulak enfeksiyonları, grip, glokom, beyin damar bozuklukları, iyi veya kötü huylu beyin tümörleri, hipertansiyon, kafa travmaları gibi nedenlerle ortaya çıkan baş ağrıları da vardır. İşte bu ağrılar, hiç ama hiç masum değildir.