Hayvanlar alemine dair ne romantik bir hareket. Avuçlarının arasında bir kırmızı gülleri, story’lerinde bir kalp emojileri eksik.
Halbuki aynı alemin başka üyeleri olan bizler, uyurken sevdiceğimize sarılsak oflaya, puflaya boğulacak gibi olur, omzumuz tutulur, boynumuz yamulur, kolumuz kırılır, 3 dakika zor dayanırız.
Sıkıntılı tipleriz ve nankör.
İneklerin mutlaka bir kankası olurmuş.
Birlikte gezdikleri bir ekürileri. Bunlar olur da ayrı - gayrı düşerlerse strese girerlermiş.
Halbuki biz öyle miyiz ya? Tak sepeti kolumuza, yürüyelim kendi yolumuza. Hepimiz gemisini kurtaran kaptanlarız. Ve kankamızla ilgili bile olsa, yalan yok, gıybet ortamlarına uçarız.
Kafam matematiksel hesaplarda. Bu masaya oturduğumda kaç kiloydum? Acaba kaç kilo kalkacağım?
Zaten hafiften tombulum, daha ne kadar Tosun Paşa olacağım?
Yanaklarının saniye saniye, göbeğinin an be an genişleyip gürbüzleştiğini çıplak gözle hissedip gördün mü hiç?
Midemi hiç sorma... Bırak bayram etmeyi, içinde lunaparklar kurulup, panayırlar düzenlendi.
İki saatte hamur işinden tatlısına, dünya mutfağının nadide örneklerinden Ege’nin zeytinyağlısına, deniz ürünlerinden pastalara tam 71 çeşit yemek tattık canımın içi.
Yani şöyle söyleyeyim sana işkembeli nohut yahnisi de yedik, patlıcan çanağında ahtapot sote de...
Amma da zormuş yemek yarışmasında jüri olmak özetle. Ve de ne zevkli.
“Hay hay” dedik, kameramanla atlayıp gittik.
2-3 saatte röportajları, çekimleri bitirdik. Dönüş uçağımıza daha çok var. Yerel muhabir ısrarcı: Hanım darılır bakın, ille de bizim eve gidelim, size bir çay içirelim.
Hay hay dedik, gidelim.
Yalnız dedi. Önce benim ofise uğrasak, 5 dakikalık işim var da.
Hay hay dedik, uğradık.
Ofis dediği yerel televizyon kanalı. Ofisin kapısının önünde kamerasını aldı omzuna. Elinde mikrofon, birkaç kişiyle sokak röportajı yaptı, hızlıca montajladı. Sonra kendisinin dekore ettiği haber masasına oturdu. Kamerayı sabitleyip canlı yayında haberleri okudu.
Şimdi mesela durduk yerde onlardan “Brothers in arms” çalsan bana, Kraliçe Elizabeth gelse takmam, herkesi yüz üstü bırakıp, derhal ışınlanırım o yıllara. Dışım bu yaşta kalsa da ruhum hemen sıvışıp gider o yaşlara. Bak, işte tek bir şarkıyla gençliğinin bütün düşünceleri, duyguları az önce fırından çıkmış gibi sıcacık.
Yine bir hafta sonuymuş biz Akçay’a ya da Çeşme’ye gidiyormuşuz. Arabada kah gülüp, kah birbirimizi yiyormuşuz. Orada mı mola versek şurada mı denize girsek? Kalbimin bir tarafı üniversitede nereyi kazanacağım endişesinde, öteki kısmı zamanın ruhu gereği saçlarını kat kat kestirmiş, vatkalı tişörtle Levis 501 giymiş, kelebekler gibi havai havai gezmekte.
Biz Kaz Dağları yolundayken kuzenim ve yaşıtım Banu, bize damardan çaldıkça bu eski Tanita Tikaram’ları, Sting’leri ve Joan Baez’ları bütün gençliğimiz yıl yıl, saat saat ve sırıta sırıta beynimizde fener alayı gibi geçit yaptı.
Derken Mehmetalan Köyü’ne vardık...
Dere kıyısında bir yer bulup, tek bir telefonla ailemizden en az 40 kişiyi yanımıza çağırdık. Tesadüfen bulduğumuz yerin adı Onurcan’dı. Ve yüzlerce yıllık yemyeşil ağaçların altında tahta masaları vardı. Bizim gibi kalabalık bir aileyi görünce birazcık sistemleri hata verdi ama, haklıydılar. Çoluk çocuk böyle kalabalık bir masadan sipariş almak hiç de kolay değil tabii canımın içi. Bizim aileyle karşılaştığın an öyle bir aydınlanma andır ki, ya derhal restoran işletmeciliğini veya garsonluğu ilelebet bırakırsın ya da bu konuda ordinaryus profesör olursun.
Açık havada yenen yemeklerin tadı bir başkaydı. Üzerine bir de dereye girip o buz gibi sularda yüzdüysen eğer, daha ne istersin bu güzelim memleketten? Ama dönüş yolunda çerler ve çöpler çıktıkça karşımıza yine kahrolduk. Arabalardan çöplerini fırlatla fırlata gidenlerin plakalarını şikayet edecek bir merci bulmak üzere not aldık.
Kendine süpersonik hedefler belirlersin.
Paçalarından disiplin ve kararlılık akan. Askerler gibi yerlere rap rap rap basan.
Spor yapacağım, ayı gibi yemeyeceğim, İdil Biret gibi piyano çalıp, Layka gibi uzaya gideceğim!
Sanırsın, o gazla gerçekten uygulasan madde madde bütün bu kararlarını, ayın son çarşambasında Clara’nın bakıcısı Madam Rottenmeier gibi mesafeli, ama bir Stephan Hawking kadar da zeki, Pele gibi çalımlar atan, çekici bir Carla Bruni’ye dönüşeceksin.
Halbuki kolay mı yapmak bütün bunları ve zalim, senin Allah’ın yok mu?
O zaman biz de atlayamayacağımız çitler koymayalım önümüze. Kötü kalpli kurtların pusu kurduğu patika yollara sapmayalım.
Hayırdır dedim sabah, sabah... Dönüp içimdeki yersiz pür neşeye bakarak.
Herhalde Yeliz, ben uyurken beynime misafirliğe gelmiş. Konserler verip ruhumu şenlendirmiş.
Neyse ki, “Bu ne dünya kardeşim böyle?”diye acı acı hesap sormadan, şarkının sadece nakaratlarını bırakıp gitmiş.
Böyle bir rüyayı öncelikle baş tacı eder, sonra da işaret sayarım sevgili okur. Dolayısıyla bugünkü tepsimde sizlere acılı ve acıklı hikayeler değil, sadece gökkuşağı renklerinde ve lay lay lom şekerlemeler sunacağım. Lütfen önden buyurun...
İZMİR’DE BİR KARADENİZ
İnstagram fenomeni Gezginkereviz (Deniz Sarıhanlıoğlu) ve İzmir aşığı Erhan Gölbey “Gel seni öğle yemeğine Karadeniz’e götürelim” dediler. “Cık cık... Bu ne lüks, bu ne şımarıklıktır bir öğle yemeği için onca masraf kardeşim” diye düşünürken ben ve tam da biz Alsancak Gül Sokak’ta yürümekteyken, “İşte” dediler, “Karadeniz’e geldik!”
İşte yine keçilere ve bulutlara, dağlara ve taşlara çam düdüğü çaldığın sıradan bir günde karşına dünyanın en büyük falcısı çıksa ve sana geleceğinle ilgili şunları söylese, gülüp geçer miydin?
“Sen ey kalbi tertemiz çoban! Gün gelecek, Paris’ten Brüksel’e Amsterdam’dan Strasbourg’a konserler vereceksin. Sorbonne dahil seçkin üniversitelerde dersler anlatıp, konuşmalar yapacak, uluslararası yarışmalardan köyüne ödüllerle döneceksin. Fransız belgeselci Gulya Mirzoeva da öyle... Çektiği, senin hayatını anlatan ‘Ormanın Arkasında’ adlı belgesel sayesinde.
Sadece ODTÜ ya da Boğaziçi’nden değil, Avrupa’dan Japonya’dan gençler, Gökçeyaka’ya senden dersler almaya gelecek... Senin hakkında yazdığı yüzlerce sayfalik tez, Etnomüzikolog Jerome Cler’e doçentlik getirecek.
Üstelik tüm bunlar gerçekleştikten sonra sen yine Gökçeyaka Köyü’nde keçilerine çobanlık yapacak, bahçendeki toprağını gübreleyecek ve üç telli curanla çam düdüğünü çalmaya devam edeceksin.
Gramın milyonda biri kadar şımarmayacak ve yooo zengin de olmayacaksın.
1 değil 100 değirmen suyu gerekir tatilini bitirmeye.
Bir küçük suyu sana 10 liraya satarlar, üstelik “Hey gidi yiğidim, arslanım evinde para basma makinen var da ona mı güveniyorsun” diye sırtını sıvazlayıp, cesaretini alkışlamazlar.
Geçenlerde bizimkiler (Yasemin, Özlem, Betül, Berrin) çocuklar tutturunca daha da fazla direnememişler. Alaçatı’daki içinde su sporları yaptırılan plajlardan birine gitmişler.
Plaja giriş: 70, hamburger yiyiş: 50, şişme bota biniş: 50
Lütfen anne n’olur, n’olur... Bakın çocuğunuz da istekli, onları drone’la çekiyoruz han’fendi. Çekiş: 60 Te Le.
Al basmasın diye yanacıklarına bu sıcakta, suyu, meyve suyunu, kızarmış patatesi artık fiyatlandırmıyorum.