Şip şak Mars’a ışınlanmak istersin. Ya da buhar olup atmosferde ılık ılık salınmak...
Bundan böyle kedimiz Minnoş’un tek bir kirpiği olsam da yeter ki artık ben, ben olmasam dersin. Düşün artık başına geleni. Ya utanç verici bir meseledir... Ya da sen artık “aptal” de “şapşal” de “sersem” de, ne yakıştırırsan işte, o duruma düşmüşsündür.
Fakat gel gör ki o başına gelen hikaye gülmekten çatlatabilir de insanı. Ya da şaşkınlıktan dilini yutturabilir.
Tabii senin başına gelmemiş olsa.
O zaman ne yaparsın sen de? Bir arkadaşının başına gelmiş gibi anlatabilirsin mesela. Belki anlatmışsındır da.
İşte bambaşka dünyalardan 99 kadın da biraraya gelmiş ve aynen böyle yapmış. Anlattıkları güldüren, ağlatan, ders ya da ilham veren itiraflar “Bi Arkadaşın Başına Gelmiş” adında bir kitaba dönüşmüş. Bu arada hangi itiraf kime ait, o belli değil kitapta.
Dikkatin hangi çiçeğe konacağını seçemeyen çapkın arılar gibi dağınık. Hayatı, 720 kanallı bir televizyon gibi zaplıyorsun. Sıkılıyorsun, taş çatlasın 3 saniyede herkesten, her şeyden, gündemden. Aynı filmi tekrar tekrar izlemekten bıkmışsın. Şöyle buzlu küvetlere atsalar da cayır cayır ateşini söndürseler. Şok geçirip, vahşi atlar misali dolanan dikkatini birazcık dizginlesen. Haklısın tabi sen de. Her şeyi tüketesin diye öyle güzel allayıp pullayıp koyuyorlar ki önüne. Tam onu alacakken öteki şimal yıldızı gibi parlıyor gözünde. Tam şu kitabı okuyacakken sosyal medya önünde şak diye kollarını açıp, “Bana kooooş!” diye kan kan dansı yapıyor. Günlerini, gecelerini vampir gibi emiyor.
Hangi canlı yayını izleyeceksin? Kiminkini? Seçimle ilgili olanını mı? Yoksa eltinin kız kardeşinin görümcesinin İnstagram’dan yaptığını mı? Tamam renklendi ama bir o kadar da kirlenmedi mi dünya? Ey tatlı ve telli turna.
Halbuki “Ah kalbim ben senden çok çektim vallahi” deyip hızlıca önümüze bakabilsek. Şu güzel bahar günlerinde kendimizi dağlara, ovalara, deniz kenarlarına, hadi hiç olmadı parklara vurabilsek.
Bak az önce etrafımdaki milyonlarca uyarandan biri haber olup, düştü gözümün önüne: “Her yıl 7 milyon kişi hava kirliliğinden ölüyor” şeklinde... Halbuki doğa kurtarmayacak mıydı hepimizi? Peki biz niye hala bir kaşık suda boğmaya çalışıyoruz bize nefes veren bizzat doğanın ta kendisini?
MUTLULUK REÇETESİ
Bak, kalbinden bile daha temiz bu sayfalarda işte ben de dolandırdım seni. Sanki varmış gibi mutluluğun reçetesi... Dur, dedim öyle bir başlık atayım da seni ağıma düşüreyim. Şu fani yazıyı okutmak için dikkatini 2 dakika hapsedeyim. Hala okumaya devam ediyorsan beni, ağıma düştün belli ki. Ancak öte yandan kıyamam da sana. Benim mutluluk reçetem belli ve vallahi de billahi de doğa. Bastım mı çıplak ayakla toprağa, yürüyüş yaparsam deniz kenarında, hokus ve de pokus çiçekler açılır ruhumda.
Yaşlı, genç, çoluk çocuk merakla onu bekliyor. Araba kapıya yanaştı. Heyecan dorukta. Herkes şrak şruk fotoğraf çektirmek, birbirine omuz atıp, imza alabilmek için sırada. Bekledikleri ne Madonna ne de Sting... Bekledikleri, bir iç hastalıkları ve kardiyoloji uzmanı... Beklentileri ne bir şarkı ne bir türkü... Beklentileri; o yıllar önce kaybettiğimiz sağlıklı beslenmenin anahtarı...
Canan Karatay Aydın’da bir rock yıldızı gibi karşılanıyor. Belediye Başkanı Özlem Çerçioğlu ayakta kalan gençleri oturmak üzere sahneye davet ediyor. Hepsi Karatay’ın etrafında yerde bağdaş kurup çember oluşturuyor. Ağzından çıkacak her kelimeyi havada kapıp yutacaklarmış gibi. Hepimizin derdi sağlıklı beslenmek değil mi artık canımın içi?
ÇOK ÖNEMLİ UYARILAR
Hadi biz yandık, zehirlendik bu kahpe dünyanın sofralarında... Yüzümüze masum masum gülümserken arkamızdan hançerleyen ekmeklerin ve makarnaların, domateslerin ve tavukların diyarında... Bu sahtekar ve yalancı, ikiyüzlü ve kalleş besinleri kovalayalım tencerelerimiz ve mutfaklarımızdan da bari çocuklarımız yanmasın artık.
İşte Canan Karatay bunun için burada. Neler neler anlatıyor. Ben ve oğlum Cem, dinlerken sık sık göz göze gelip, “Gördün mü bak, dememiş miydim ben sana?” gibilerinden birbirimize kaş göz yapıyoruz. Bir anne olarak en çok dürtükleyen benim tabii.
Karatay “Aman aman çocuklara hazır meyve suları, gazoz içirmeyin. Bunlar çocuklara alkol gibi zararlı” diyor mesela. Hop ben Cem’e hemen bir omuz atıyorum... Lafını sakınmayan tersi de ters, ama haylaz çocuklar gibi de tatlı gülüşlü Karatay’dan en çok aklımda şunlar kalıyor:
Bak gerçekten de topuklu, yani kadın efeler karşıladı bizi. Öyle bir Harmandalı oynadılar ki, yer sarsıldı, kuşlar havalandı, ağzımız açık kaldı. Bu arada sadece efeler değil, mehter takımı da kadınlardan oluşmaktaydı. Aydın’da Zincirlihan’da. Derken bir köşede pişen birbirinden nefis zeytinyağlıları tatmak için hep birlikte sofraya oturduk. “Topuklu Efe” diye nam salmış, belediye başkanı Özlem Çerçioğlu ev sahipliğinde.
KADINLAR EN ÖNDE
Yıllardır ne protokoller ne evler ve kahveler gördüm canımın içi. Haber ya da belgesel peşinde diyar diyar gezerken memleketimi. Erkekler hep en ön sıralarda... Sofralarda hep en kral tahtında... Ve sanki ekmeği kesmek için bir tek kılıçları eksik... Ama o sofraların hazırlayıcısı ve yaratıcısı kadınlar hep ya mutfakta ya çocuklarla yan odada, ya da en kenar köşede bir zahmet yer açılmış onlara.
Gel gör ki, Aydın’da geçirdiğim o 2 gün boyunca bugüne kadar gördüğüm bütün protokol masaları tek tek yerle yeksan oldu. Çünkü Aydın’daki protokol masaları Özlem Çerçioğlu sayesinde sadece kadınlardan oluşmaktaydı.
“Bu mudur şimdi seni koskoca Aydın’da mutlu eden şey yani?” diye soracak olursan, cevabım “Hayır” tabii ki.
Zeytinyağının cenneti Aydın’dan tazecik haberlerim var sana.
SORULAR SORULAR
İyi de olur bu inatçılar. Onlar sayesinde dünyanın en yükseklerine çıkılır. Suyun en diplerine dalınır. En arapsaçı formüller zırt diye çözülür. Gülhun ve İlker Gürbüz çifti de işte tam da böyle tiplerden. Koydukları hedefe inatla koşan korkusuzgillerden.
Biri satın almacı, diğeri grafik sanatçısı. Aynı zamanda her ikisi de deniz kayakçısı. Yakın bir geçmişte, Çanakkale Ağadere Hastanesi Şehitliği’nde büyük dedeleri Osman oğlu İbrahim’in adını gördüklerinde başlamış her şey. Bir insanın, bir şehitlikte dedesinin adını ilk kez görmesi titretebilir dizlerini. Onların da dizleri titremiş. Kalplerinde fırtına esmiş. Sanki oradaki şehitler hep bir ağızdan “Bizi Unutmayın!” der gibiymiş. Projelerinin adını “Bizi Unutma” koyup, Gelibolu’da savaşıp yaşamını yitirmiş dedeleri ve tüm şehitler için çıkmışlar yola. İlk kez 2015 yılında. İstanbul’dan Çanakkale’ye. Ve kanoyla.
14 NİSAN’DA BAŞLIYORLAR
Bazen lodos esmiş, bazen poyraz. Şiddetli fırtınalar cabası. Saçlarını bazen yağmurlar yıkamış, bazen de dolular tıka basa kanolarını doldurmuş. Az gitmişler, uz gitmişler, 7 gün boyunca 150 deniz mili yol katetmişler. Sonra çocukları evde bırakıp ve “Bizler yine zayi dedelerimiz, annelerimiz için kürek çekiyoruz. Ve savaşsız bir dünya hayal ediyoruz” diyerek, bu yolculuğu her yıl tekrar etmişler. Kara savaşlarının başladığı 25 Nisan’da Çanakkale’de olmak üzere İstanbul’dan Çanakkale’ye kürek çekmişler. Fakat bu yıl rotalarını değiştirmişler. Ve bu kez başlangıç için İzmir’i seçmişler.
14 Nisan’da İzmir Gediz’den yola çıkacaklar... Foça, Aliağa, Çandarlı, Dikili, Ayvalık, Kayalar, Babakale, Bozcaada, Sebdülbahir derken, 23 Nisan’da Çanakkale, Ağadere’ye varacaklar. Hani bir kancan olsa, at kanolarına ve takıl arkalarına. Öyle güzel bir rota. Bu tam 10 gün sürecek yolculuklarında bol şans diliyorum onlara. Eğer sen de onların rotalarındaki yerlerden birinde yaşıyorsan ve rastlarsan onlara eğer, en azından gülümse ve el salla. Kanoları benzinle değil, moral ve motivasyonla çalışıyordur mutlaka.
Hep böyle torunlar olsun, kahraman dedeler unutulmasın bu dünyada.
Halbuki ben değil, Mustafa Erdoğan kurdu o cümleyi. Anadolu Ateşi’ni kurduğu gibi. Aynı çeviklik, kararlılık ve hızla. Bir çırpıda. Hatta dedi ki; “Çin’de bile sorduklarında, tereddütsüz en coşkulu seyircinin İzmirliler olduğunu söylüyorum. Anadolu Ateşi’nin ruhunu en iyi anlayan şehir İzmir oldu çünkü.”
Üstelik İzmir, taa 19 yıl öncesinde İstanbul dışında turneye çıktıkları ilk şehir (Efes) olduğu için Anadolu Ateşi’nin uğurlu kentiymiş. Düşün dünyada yaklaşık 5 bin gösteri, 50 milyonu aşan seyirci. Ve içlerinde İzmirliler birinci. Nasıl girmezsin havalara şimdi?
YILLAR ÖNCE VİYANA
Yıllar önce Viyana’daki bir temsillerini izlemeye gittiğimde şaşırıp kalmıştım. Şimdi tabii bu Avusturya da balıklı, salatalı, zeytinyağlı, fıkır fıkır sıcacık bir Akdeniz ülkesi değil sonuçta. İnsanları da havası gibi mesafeli ve soğuk nevaledir diye önyargımı alınlarına yapıştırmıştım. Fakat gösteri bittiğinde seyirciler gözleriyle kibarca reverans yapıp evlerindeki buzdolaplarına çekilecekleri yerde, yeri göğü inletmiş, dansçıları tekrar tekrar sahneye getirtmişlerdi.
Bu arada belirtmek isterim. Türk sanatçılarının Avrupa turnelerinde salonu çoğunlukla gurbetçiler doldurur ya... Anadolu Ateşi’nde öyle değildi. Seyircilerin Müller, Gruber, Huber ya da Mayer’gillerden oldukları iki kilometreden netti. Onlar bile bu kadar coşkuluyken listenin en başındaki İzmirlilerin coşkusunu hayal et şimdi.
Yavaş yavaş uçlardan başlayarak kirpiklerime tek tek rimel yedirmek, ağır ağır diplere inmek, birbirine yapışanları ayırmak, dışa doğru hafif bir kavis verip onları yuvarlamak çok iyi gelir bana.
O esnada aklım öbür dünyalardan balıklar tutar. Öylesine herhangi bir an, zihnimde parıldayıp, patlar.
Bazen 5, belki 12 yaşımdan bir sahne... Aaaa, deyip şaşırırım kendi kendime. Daha önce tam da işte bu anı, nasıl oldu da bunca yıla rağmen bir kez bile hatırlamadım da bak şimdi hatırlıyorum ve aslında ne kadar da önemliymiş diye...”
Neyse... Yukarıda okuduğun bu cümleleri, başka bir vesileyle yazmışım yıllar önce. Ve “şiir yazan şair” rimel sürerken tak diye düşmedi fikrimin ince gülüne. Bir muhabbet esnasında arkadaşlarımın hatırlatması üzerine, belirdi hatıralarımın arka bahçesinde. Çoluk çocukluğumuzun İzmir’inde bir adam vardı. Bir dirhem iki çekirdek, üzerinde “şiir yazarı şair” yazan Bond çantasıyla ortalıkta dolaşan; sen artık her ne hikmetse, ekmek, su gibi şiire ihtiyaç duyduğun bir anda, tak diye şiiri önüne koyan.... Son dakika şiircisi.
Senin tipine bakıp da şiir yazabilirdi. Aşkının şiddetini tarif ettiğin tipin kendisine de... İstersen rüzgar, istersen tipiye de. Tiplerden tip, tipilerden tipi beğen. Yeter ki onun şiir yeteneğine güven. Gönlünden kopan üç kuruşu verdiğinde.
Söylediklerinde bilsen nasıl bir yük çöktü omzuma? Yılların nasıl bazı şeyleri hiç yokmuş, hiç olmamış gibi zalimce unutturarak geçtiği duygusuyla... Ay dedim evet tabii hatırlamaz mıyım şiir yazarı şairi? Nasıl oldu da en azından bir rimel sürerken hatırlamadım diye kendime kıza kıza... Hani nasıl olduysa oldu, yıllarca gelmeyip şimdi sayenizde aklıma kondu? Ne adını bilirim ne sanını? Acaba hayatta mı? Sonra Google’ladım onu. Şükürler olsun ki, İzmir’in en gelmiş-geçmiş en tarih yazarı, en Heredot’u Yaşar Aksoy olmasaydı inan ol ki halimiz yamandı.
Dünyanın yaşayan 100 dahisinden biri kabul edilen Ukraynalı ressam Ivan Marchuk İzmir’e geldi. Yemedim, içmedim; “Dur bakalım şu dahi dedikleri de neymiş? Hem bizim ondan neyimiz eksikmiş?” gibi sorular kafamda uçuşa uçuşa, koşarak yanına gittim. Niyetim sana “Amaaan işte dahi dediklerini de gördük. Senin, benim gibi o da 2 gözlü bir fani ve üstelik bizim esnaf lokantasında kuru fasulye, soğanı afiyetle yedi” gibi bir çıkarımda bulunmak. Hani, oh şöyle bir derin nefes alıp bünyemizi rahatlatalım. Sonra koltuklarımıza yayılıp dizimizin birinci sezonundan ikincisine geçerken, “Kız bak işte bize de imkanlar verilseydi değil yüz, on dahi arasında olurduk. Kimbilir NASA’larda ne kral tahtlarına otururduk” diyelim diye.
Ve fakat bir yandan da ne yalan söyleyeyim... Gözlerinden çeliği delen ateş, yanaklarından al al zeka fışkıran, elindeki rubik küpün 6 rengini zırt zırt 3 saniyede 3 hamleyle yerine oturtan, koca bir karatahta önünde dünyanın en çözülemeyen fizik problemini (saç kremsiz yıkandığı için kördüğüm olmuş ancak buna rağmen ne hikmetse beline kadar uzanan saçları tek bir sinek kaydı tarak dokunuşuyla çözer gibi) çözen biriyle karşılaşmayı da içten içe korkarak bekliyorum. Neyse ki konuyla alakalı belgesel çekiyorum. Randevumu almışım. Soru sormaya da gözlem yapmaya da bol bol vaktim var.
GÖRÜNCE ASLA UNUTAMAZSIN
Ivan Marchuk’un ‘Düşsel Detaylar’ adlı sergisi 1 gün sonra açılacak. Ve ben onunla buluşmak üzere muhteşem ekibimle (Fehmi, Gülçin, Selma) ve ressam olma sevdalısı onunla tanışmak uğruna okulunu asan oğlum Cem’le henüz ziyaretçiye kapalı, bomboş Folkart Galeri’ye giriyorum. Aaaa o da ne? Sergi hazır. Duvarlarda Marchuk’un eserleri. Her biri alır, karşısına çiviler seni. İnan kıpırdayamazsın. O kadar olağanüstü. O kadar özgün. O kadar nefesini yutarsın. İnce ince oya gibi işlenmiş detaylar. Bunu yapabilmek için ya deli olmalısın ya dahi...
Adam dahi. Ama en büyük özelliği de bence şu: Bugün gördün ya onun eserlerini, bir daha asla unutamazsın. Sana 180 yıl sonra yepyeni bir resmini gösterdiklerinde Agatha Christie’nin dedektifi Hercule Poirot titizliğinde “Bu O” dersin. “Bu, O!.”
Bir resim görüyorum. “Cem koooooş, hemen buraya!” diyorum. Sanki resim topuklayıp kaçacak. Tam o sırada Cem galerinin en öteki ucundan “Anneeeeee gelseneeeeee, inanamayacaksın!” diyor. Sanki resim duvarda asılı değil de, yüzyılda bir güzel yüzünü gösteren kuyruklu bir yıldız gibi kayıp yok olacak. Düşün, bütün ekip boş galeride bu haldeyiz. Selma kooooş, Fehmi gööör, Bilge topu at, Gülçin ip atla.