İşçinin ücretini zamanında alamamasından kaynaklı ilk hakkı çalışmaktan kaçınma hakkıdır. İş kanununa göre işveren işçinin ücretini mücbir sebep olmaksızın 20 gün boyunca ödemediği durumlarda işçinin de iş görme sorumluluğundan kaçınma hakkı olacaktır. Mücbir sebep olarak belirtilen haller deprem, sel gibi doğal afet veya başkaca beklenmeyecek durumlardır. İşçilerin ücret alamamaları nedeniyle kişisel kararlarına dayanarak iş görme borcunu yerine getirmemeleri sayısal olarak toplu bir nitelik kazansa dahi grev olarak nitelendirilemeyecektir. İşçiler, çalışmamaları durumunda işveren tarafından haklı sebebe dayanılarak işten çıkarılamayacaklardır. Ancak belirtmekte fayda vardır ki; işçinin ücretinin ödenmemesi ardından çalışmaktan kaçındığı süre zarfında, çalışmadığı dönemin maaşını alamayacağı yönünde Yargıtay kararları da mevcuttur.
İşveren çalışanının ücretini ödeyemediği ve çalışmaktan kaçınıldığı bu dönemde işçilerin yerine yeni işçi alınamayacaktır.
İşçinin ücretinin ödenmemesi durumunda sahip olduğu bir diğer hak ise iş sözleşmesini haklı sebeple fesih hakkıdır. İş Kanunu md.24/II-e bendine göre ise işveren tarafından ücretler kanun hükümleri veya kurulan iş sözleşmesi şartlarına uygun olarak hesap edilmez veya ücretler ödenmezse işçi bakımından bu durum haklı fesih nedeni oluşturacaktır. İşçi ücretinin hiç ödenmediği durumlarda haklı sebeple sözleşmesini feshedebileceği gibi eksik yatırılması durumunda da bildirim süresine uymaksızın sözleşmesini feshedebilecektir.
İş sözleşmesini haklı sebeple fesheden işçi, işverenden; kıdem tazminatını, varsa fazla çalışma ücretlerini, yine varsa yıllık izin ücretlerini ve diğer tüm mevcut haklarını talep edebilecektir. İşçinin bu haklarını talep etmesi ve gerek anlaşma, gerekse de mahkeme sonuçlandıktan sonra ücretler mevduata uygulanan en yüksek faiz oranınca hesaplanarak bir ödemeye karar verilir. İşçi bu dönemde yalnızca ihbar tazminatı talep edemeyecektir. İşçi haklı fesih sebebine dayanarak sözleşmeyi feshetmek istemesi halinde herhangi bir süreye tabi olmayacaktır.
İşçinin geriye dönük yapacağı bu talepler bakımından İş Kanunu 5 yıllık bir zamanaşımı süresi öngörmüştür. Bu süreden daha eski olan ödemeler talep edilemeyecektir.
İşçiler iş sözleşmelerini sonlandırmadan önce ve sonlandırdıktan sonra alacaklarına ve mevcut haklarına yönelik taleplerini işverene noter vasıtasıyla gönderilecek bir ihtarname ile talep etmeleri gerekir. İşçilerin yaşanılan bu süreçlerde hak kaybına uğramamaları açısından konu ile alakalı gerekli bilgileri almaları veya uzman bir kişiden destek almalarını kendi menfaatlerini korumak açısından tavsiye etmekteyim.
Ancak gelişen ve değişen dünya yapısıyla ve anayasal hak olan eşitlik ilkesi gereği kadınlar da erkekler kadar toplumun her alanında söz sahibidir. Türk Medeni Kanunu da bu bağlamda düzenlenmiştir. Sözgelimi kanunumuzda nafakaya ilişkin hükümlerde cinsiyet belirtmeksizin nafaka istenebileceğini söylenmiştir.
Türk Medeni Kanunu 175. maddesinde belirtildiği üzere boşanma sebebiyle yoksulluğa düşecek olan kimse boşanmaya diğer eşe göre daha ağır kusuru sebebiyle yol açmadı ise ekonomik durumlar göz önünde bulundurularak süresiz olarak bir nafaka talep edebilecektir. Çekişmeli boşanma davalarında ise mahkeme süresince tarafların hak kaybına uğramamaları adına mahkemede tedbir nafakası talep edilebilecektir.
Çekişmeli boşanma davasında tedbir nafakasıyla başlayabilen ve boşanma sonrasında süresiz şekilde devam eden yoksulluk nafakasına mahkemece karar verilecektir. Mahkeme yoksulluk nafakasına kadın veya erkek olarak karar vermeyecektir. Yoksulluk nafakası talep eden kişinin boşanmadaki kusur derecesine ve nafaka talep eden kişinin boşanma sonrası ekonomik durumunda gerileme meydana gelecek olması gerekmektedir. Yoksulluktan kasıt ekonomik durumda meydana gelecek gerilemedir.
Hangi durumlarda erkek nafaka alabilir?
Kadınların da erkekler kadar ekonomik hayatta söz sahibi olduğu bu dönemlerde boşanma ile birlikte eğer erkek ekonomik olarak bir gerileme içerisinde ise ve boşanmada ağır kusurlu olan taraf değilse erkeğe de nafaka bağlanmasına hükmedilebilir. Erkeğin talep edebileceği nafaka bakımından da bir kısıtlama yoktur. Elde edilen gelirler, ihtiyaç durumları ve hakkaniyet gereği yoksullaşma oranına göre bir nafakaya hükmedilebilecektir.
Kendisine nafaka bağlanması için nafaka talep eden eşin boşanmada daha az kusurlu olan taraf olması lazım. Yani sözgelimi eğer erkek, boşanmaya sebebiyet verme açısından eşinden daha çok kusurlu ise kendisine nafaka bağlanması söz konusu olamayacaktır. Eğer ortada kanunda belirtilen özel haller var ise (zina, şiddet, terk vs.) kesinlikle nafaka bağlanmayacaktır. Toplumca bilinen adıyla şiddetli geçimsizlik hallerinde ise her olayda mahkeme durumun şartlarını göz önünde bulundurarak daha kusurlu olan tarafı belirleyebilecektir.
Erkek, boşanma sonrası dönem için yoksulluk nafakası talep edebileceği gibi boşanma süresince de çekişmeli yargı görülürken tedbir nafakası talebinde bulunabilir.
Ekonomik durum iyileşirse nafaka kaldırılabilir mi?
Bir taşınmazın veya bir gayrimenkulün el değiştirme işlemine tapu devri adı verilir. Bilindiği gibi gayrimenkule ilişkin işlemler tapu siciline tescil ile gerçekleşir. Miras, mahkeme kararı, cebrî icra, işgal, kamulaştırma hâlleri ile kanunda öngörülen diğer hâllerde, mülkiyet tescilden önce kazanılır. Ancak, bu hallerde malikin tasarruf işlemleri yapabilmesi, mülkiyetin tapu kütüğüne tescil edilmiş olmasına bağlıdır.
Tescille mülkiyetin kazanılması geçerli bir sözleşme ve resmi şekillerin tamamlanması ile gerçekleşir. Tapu işlemi için bazı belgelerin tamamlanması gereklidir.
Bu belgeler;
- Nüfus cüzdanı ve bir adet fotokopisi,
- İlgili belediyeden alınan vergi borcu olmadığına dair yazılı belge ve eski borçlara ait Ödendi makbuzu,
Vasiyetname yazılı veya sözlü olarak meydana getirilebilir. Her iki yolda da vasiyetin geçerli olabilmesi birtakım şartlara bağlı kılınmıştır. Vasiyetnamenin yazılı şekilde yapıldığı durumlar da kendi içerisinde ikiye ayrılır. Bunlardan ilki resmi vasiyetname düzenlenmesidir. Resmi vasiyetname, iki tanığın katılmasıyla birlikte resmi memur önünde yapılır. Mirası bırakacak kişi taleplerini bu memura aktarır. Memur da yazılı bir düzenleme ile okuması için bu vasiyetnameyi mirası bırakacak kişiye teslim eder ve miras bırakan da okuyarak bu vasiyetnameyi imzalar, resmi memurca vasiyetnameye tarih atılarak imzalanır. Daha sonra hazır bulunan tanıklara bu beyanlar duyurulur. Tanıklar da bu beyanların yapıldığını, miras bırakan kişinin vasiyetname düzenlemesinde bir engel görmediklerini dile getiren beyanlarını vasiyetnameye yazarak imzalarlar. Resmi vasiyetnameyi düzenleyen memur bu vasiyetnamenin aslının saklanması noktasında yükümlüdür. Resmi memur, sulh hakimi, noter veya kanunla kendisine bu yetki verilmiş diğer bir görevli olabilir.
El yazısıyla yazılmış vasiyetnamede yapıldığı gün, ay, yıl mevcut olmalıdır. Bu vasiyetname başından sonuna kadar el yazısı ile yazılmış ve imzalanmış olmalıdır. El yazısıyla yazılmış olan vasiyetname saklanmak üzere notere, sulh hakimine veya yetkili bir memura bırakılabilir. Yapılan bu vasiyetname açık şekilde verilebileceği gibi kapalı şekilde de teslim edilebilir.
Sözlü vasiyetname bilinenin aksine ancak kanunda yazılan mecburi haller dahilinde yapılabilir. Miras bırakacak kişi yakın bir ölüm tehlikesi ile karşı karşıya ise ulaşımın mevcut olmadığı ya da hastalık, savaş gibi durumlarda yazılı şekillere dayanılamıyorsa yapılabilir. Sözlü vasiyetname belirttiğimiz bu durumlar iki tanığa karşı yapılır. Tanıkların bu beyanları yazmaları veya yazdırmaları gerekmektedir.
Vasiyetname ile ilgili belirtmeliyiz ki her ne kadar mallarımızın tamamı üzerinde yaşarken tasarruf sahibi olsak da öldükten sonra bu mümkün olamamaktadır. Kanun yaşanabilecek toplumsal adaletsizliğin önüne geçmek için miras konusunda birtakım düzenlemeler yapmıştır. Örnek verecek olursak çocuğu ve eşi bulunan bir kimsenin öldükten sonra tüm malını eşinin üstüne bırakması söz konusu olamayacaktır. Çocuk buradaki malların %50’si üzerinde hak sahibi olduğu iddiasıyla dava açabilecektir.
Vasiyetnamenin açılmasıyla ilgili konularda görevli mahkeme Sulh Hukuk Mahkemesi iken vasiyetnamenin iptali davalarında görevli olan mahkeme Asliye Hukuk Mahkemeleri olacaktır.
Vasiyetname yaparken belirtmiş olduğumuz tüm bu hususlar göz önünde bulundurularak kendimizden sonra mallarımızın nasıl paylaştıracağını belirlemeliyiz. Aksi halde asli unsurların eksikliği halinde vasiyetnamenin geçersizliği söz konusu olacaktır.
Kadın işçiler için başta gebelik dönemi içerisindeki durumları ile alakalı daha sonra da doğum dönemlerindeki durumları ile alakalı yasalarımızda düzenlemeler meydana getirilmiştir. Gebelik sürecinde kadın işçiler en fazla 7,5 saat çalıştırılabilir. Bunun dışında kadın işçilere gebelik dönemlerinde de gece vardiyalarında çalışma yasaklanmıştır. Doğum izni dönemindeki durumlar bakımından da kanunlarımız birçok düzenleme yaparak toplumsal eşitliği sağlamaya çalışmışlardır.
Kadın işçiler, gebeliklerinin son 8 haftası ve doğum ile birlikte ilk 8 haftasında analık izni olarak da bilinen doğum iznini kullanabilirler. Toplamda 16 hafta olan bu izin şayet çocukların ikiz veya daha fazla olmaları halinde doğum öncesi izin süresine 2 haftalık ek süre eklenir. Doğum öncesindeki veya sonrasındaki izin sürelerinin doktor raporu ile uzaması sağlanabilir.
Doğum izni içerisindeyken işten çıkarılan kadın işçi kanunen pek çok hakka sahip olur. Kıdem tazminatı, ihbar tazminatı, işe iade hakkı, işçilere eşit davranma ilkesine aykırılık sebebiyle tazminat gibi haklara sahip olacaktır. Kadının doğum yapması nedeniyle sosyo-ekonomik düzeninin bozulmaması, kadının çalışma hayatının kopmaması adına bu tazminatlar caydırıcı ve gayet yerinde olan önlemler olmasına rağmen yine de bu tarz vakalar sıkça karşımıza çıkmaktadır.
Kadın çalışanların doğum iznindeyken doğuma bağlı şekilde iş sözleşmelerinin feshedilmesi halinde işveren haklı bir sebebe dayanamadığı için çalışanın kıdem süresi bir yıl veya daha fazlaysa kıdem tazminatı ödemek durumunda kalacaktır. Kadın çalışan doğum izni sırasında işten çıkarıldığı için işveren ihbar sürelerine riayet edemeden işten çıkarma işlemini gerçekleştirecektir. Bu sebeple kadın çalışana kıdem süresine göre 2 ila 8 hafta arasındaki ihbar tazminatı da ödenecektir.
Kadın işçinin doğum sebebiyle işten çıkarılması başta eşitlik ilkesine aykırılık teşkil eder. Anayasamızda, uluslar arası sözleşmelerde ve kanunlarımızda kesinlikle cinsiyet ayrımı yapılmayacağı vurgulanmıştır. İş Kanunumuzun 5. maddesinin 3. fıkrası ‘’ İşveren, biyolojik veya işin niteliğine ilişkin sebepler zorunlu kılmadıkça, bir işçiye, iş sözleşmesinin yapılmasında, şartlarının oluşturulmasında, uygulanmasında ve sona ermesinde, cinsiyet veya gebelik nedeniyle doğrudan veya dolaylı farklı işlem yapamaz’’ demektedir. Buradan da anlaşılacağı üzere kadının doğum yapması işe dönmesini etkilemiyorsa yani kadın doğumla birlikte işi yapamayacak durumda olmuyorsa işveren kadın çalışanını doğum sebebiyle işten çıkaramayacaktır. Aksi halde eşit davranma ilkesine aykırılıktan dolayı tazminat davası açılarak 4 aya kadar eşit davranma tazminatına hak kazanılabilir.
Kadınlarımızın doğumunun ardından işten çıkarılmasıyla birlikte yalnızca tazminat hakları bulunmaz. Bunun dışında işe iade davası açılarak kadının işe dönmesi de sağlanabilir. İş sözleşmesi feshedilen kadın feshi öğrenmesinin ardından 1 ay içerisinde işe iade davası açarak işe dönmesini sağlayabilir. Şayet işe iade davasının olumlu sonuçlanması halinde işveren yine kadını işe başlatmazsa en az 4 en fazla da 8 aylık tutardaki işe başlatmama tazminatını ödemek durumunda kalacaktır.
Kadın işçi doğum sebebiyle SGK’dan geçici iş göremezlik ödeneği alabilmektedir. Bu ödeneğin alınabilmesi için kadının doğum izni başladığında sigortada çalışıyor şekilde görünmesi, kadının doğum yapmış olması, doğumdan önceki bir yılda en az 90 gün primin yatırılması durumlarında SGK’dan geçici iş göremezlik ödeneği alınabilir.
Çalışan kadınların hamile kalmaları veya doğum ile birlikte mevcut çalıştıkları işte çalışamayacak duruma gelmeleri halinde ise bu saydığımız olanaklardan yararlanamayacaklar; bu durum haklı fesih çerçevesinde değerlendirilecektir.
Zina eden eşe yönelik açılan davalarda zinanın ispatı ile birlikte mahkeme boşanmaya hükmedecektir. Burada en önemli unsur; zinadan sonra aldatılan eşin, aldatan eşi affetmemesidir. Affetmesi halinde zinaya bağlı boşanma gerçekleşemez. Kadının erkeğe veya erkeğin kadın hayatına kast etmesi, kötü veya onur kırıcı davranış içerisinde bulunması halinde de af olmaması halinde mahkeme boşanmaya hükmetmek durumundadır. Eşin suç işlemesi veya kanundaki tabiriyle haysiyetsiz hayat sürmesi hali de boşanmanın özel sebebi olarak sayılmıştır. Boşanmanın özel sebeplerinden bir diğeri de terktir. Terk halinde terk edilen eşin ağır kusurlu taraf olmaması, terk eden eşin haklı bir sebep olmaksızın 6 aydır ortak konuta gelmemesi ve daha sonra çekilen ihtar neticesinde de evlilik birliği içerisinde dönmemesi halinde terk edilen eşin dayanabileceği özel boşanma sebebidir. Son özel boşanma sebebi olan akıl hastalığında ise; ortak sürdürülen hayat diğer eş için sürdürülemez duruma geldiği anlaşılıyorsa mahkeme burada boşanmaya hükmedecektir.
Boşanmanın özel sebeplerinin dışında genel sebep olarak kabul edilen halkça bildiğimiz adıyla şiddetli geçimsizlik; kanundaki adıyla evlilik birliğinin temelinden sarsılması durumudur. Mahkeme boşanmanın genel sebeplerinde herkesin durumunu farklı olarak inceler. Öyle ki bazı çiftler için normal kabul edilebilen olaylar bazı çiftler için evlilik birliği içerisinde durulmaz şeklinde yorumlanabilmektedir. Mahkeme evlilik birliğinin sürdürülemeyeceği kanısına vardığı takdirde boşanmaya hükmedecektir. Boşanmanın genel sebebi olan evlilik birliğinin temelinden sarsılmasına dayanarak boşanma davası açılması durumunda, davalı tarafın boşanmayı kabul etmemesi halinde mahkeme evliliğin sürdürülebilip sürdürülemeyeceğine bakacaktır. Eğer davalı tarafın hataları baskınsa ve telafi edilebilir niteliğe sahipse mahkeme davalının boşanmak istememesini; evlilik birliğinin sağlanması için kabul edebilir. Bu durumda boşanma gerçekleşmez.
Davalı olan eşin boşanmak istememesi eğer mahkemeye samimi gelmezse ve evlilik birliklerini sürdürmelerinde bir menfaat bulunmuyorsa bu durumda yine boşanmaya hükmedilecektir. Boşanmanın özel veya genel sebeplerinde tarafların anlaşamaması durumunda sadece kadının veya erkeğin boşanmayı istemesi ile de boşanma işlemi gerçekleşebilecektir. Konu ile alakalı Aile Mahkemesi’nde açılacak dava neticesinde çekişmeli boşanma davası yoluna giderek boşanma işlemlerini gerçekleştirebilirler.
Zina eden eşe yönelik açılan davalarda zinanın ispatı ile birlikte mahkeme boşanmaya hükmedecektir. Burada en önemli unsur; zinadan sonra aldatılan eşin, aldatan eşi affetmemesidir. Affetmesi halinde zinaya bağlı boşanma gerçekleşemez. Kadının erkeğe veya erkeğin kadın hayatına kast etmesi, kötü veya onur kırıcı davranış içerisinde bulunması halinde de af olmaması halinde mahkeme boşanmaya hükmetmek durumundadır. Eşin suç işlemesi veya kanundaki tabiriyle haysiyetsiz hayat sürmesi hali de boşanmanın özel sebebi olarak sayılmıştır. Boşanmanın özel sebeplerinden bir diğeri de terktir. Terk halinde terk edilen eşin ağır kusurlu taraf olmaması, terk eden eşin haklı bir sebep olmaksızın 6 aydır ortak konuta gelmemesi ve daha sonra çekilen ihtar neticesinde de evlilik birliği içerisinde dönmemesi halinde terk edilen eşin dayanabileceği özel boşanma sebebidir. Son özel boşanma sebebi olan akıl hastalığında ise; ortak sürdürülen hayat diğer eş için sürdürülemez duruma geldiği anlaşılıyorsa mahkeme burada boşanmaya hükmedecektir.
Boşanmanın özel sebeplerinin dışında genel sebep olarak kabul edilen halkça bildiğimiz adıyla şiddetli geçimsizlik; kanundaki adıyla evlilik birliğinin temelinden sarsılması durumudur. Mahkeme boşanmanın genel sebeplerinde herkesin durumunu farklı olarak inceler. Öyle ki bazı çiftler için normal kabul edilebilen olaylar bazı çiftler için evlilik birliği içerisinde durulmaz şeklinde yorumlanabilmektedir. Mahkeme evlilik birliğinin sürdürülemeyeceği kanısına vardığı takdirde boşanmaya hükmedecektir. Boşanmanın genel sebebi olan evlilik birliğinin temelinden sarsılmasına dayanarak boşanma davası açılması durumunda, davalı tarafın boşanmayı kabul etmemesi halinde mahkeme evliliğin sürdürülebilip sürdürülemeyeceğine bakacaktır. Eğer davalı tarafın hataları baskınsa ve telafi edilebilir niteliğe sahipse mahkeme davalının boşanmak istememesini; evlilik birliğinin sağlanması için kabul edebilir. Bu durumda boşanma gerçekleşmez.
Davalı olan eşin boşanmak istememesi eğer mahkemeye samimi gelmezse ve evlilik birliklerini sürdürmelerinde bir menfaat bulunmuyorsa bu durumda yine boşanmaya hükmedilecektir. Boşanmanın özel veya genel sebeplerinde tarafların anlaşamaması durumunda sadece kadının veya erkeğin boşanmayı istemesi ile de boşanma işlemi gerçekleşebilecektir. Konu ile alakalı Aile Mahkemesi’nde açılacak dava neticesinde çekişmeli boşanma davası yoluna giderek boşanma işlemlerini gerçekleştirebilirler.
Çocukların velayetinin boşanma davası sonrasında kimde kalacağı, çocuğun menfaatleri gözetilerek hâkim tarafından belirlenir. Tabii ki velayet durumu çocuk için diğer ebeveynini hiç göremeyeceği anlamına gelmemektedir. Belirli günler, belirli saatler ve belirli olaylarda çocuk; velayet sahibi olmayan ebeveyni ile de hatta sadece ebeveyn ile kalmayıp aralarında kan bağı bulunan anneannesi, babaannesi, halası, teyzesi ve benzeri akrabalarıyla da görüşebilmektedir. Yine bu bahsettiğimiz süreler çocuğun menfaatine olacak şekilde; psikolojik durumu, duyguları göz önünde bulundurularak hâkim tarafından belirlenmektedir.
Mahkemenin velayet sahibi olmayan ebeveyne, belirli günlerde ve saatlerde çocuğu görmesi için izin verdiği durumlarda; velayet sahibi ebeveynin, çocuğu diğer ebeveynden sakınması hukuka aykırı bir durumdur. Böyle bir durum yaşandığında, velayet sahibi olmayan ebeveynin icra kanalıyla çocuğu görebilmesi mümkündür. Böylelikle velayet sahibi olmayan ve çocuğunu göremeyen mağdur taraf, icra müdürlüğüne başvuruda bulunarak çocuğu görmek için icra emri tesis edilmesini isteyebilir.
Çocuğu göremeyen eş, icra takibi başlatan alacaklı konumundadır. Böylece çocuğu göstermeyen velayet sahibi eşe karşı önce uyarıda bulunulur. Eğer bu durumdan sonra eş bu uyarıyı dikkate alır ve çocuğu gösterirse bir problem kalmaz; velayet sahibi olmayan ebeveyn bu yolla çocuğunu belirtilen şekillerde görebilir. Ancak çoğu zaman iş bu kadarla kalmayıp daha da zorlaşabilmekte ve çocuğun gösterilmesi için yapılan uyarı dikkate alınmamaktadır. Bu tip durumlarda, mahkemenin belirlediği gün ve süre dikkate alınarak çocuğu görmek adına çocuğunu göremeyen anne ya da baba icra memuruyla ve çocuğun mevcut halden kötü etkilenmemesi için pedagog ile birlikte çocuğunu görmeye gidebilecektir. Çocuğun teslim alınmasında velayet sahibi ebeveynin yine zorluk çıkartması ve çocuğu velayet sahibi olmayan taraftan sakınması durumunda polis veya jandarma da bu duruma dâhil olabilmektedir.
Velayet sahibi olan eşin, çocuğu alıp başka bir şehre taşınması tabiri caizse diğer eşten kaçırmak için taşınması halinde ise kanunda velayetin değiştirilmesi sebepleri arasında yer alabilmektedir. Ancak çocuğun menfaati dışında bu tarz bir durumun gerçekleşmesi halinde, velayetin değiştirilmesinin Türk Medeni Kanunundaki ilgili hüküm gereği gerçekleşebilmesi mümkün olacaktır. Eşlerin boşanma sonrası özellikle çocuklar ile ilgili konularda öncelikle çocuğun psikolojisini ve gelişimini düşünerek hareket etmelerini, mahkemenin verdiği karara riayet etmelerini ve eğer çocukla ilgili boşanma sonrası bir durum değişikliği meydana gelecek ise bunu hukuki yollara başvurarak gerçekleştirmelerini tavsiye etmekteyiz.
Çocukların velayetinin boşanma davası sonrasında kimde kalacağı, çocuğun menfaatleri gözetilerek hâkim tarafından belirlenir. Tabii ki velayet durumu çocuk için diğer ebeveynini hiç göremeyeceği anlamına gelmemektedir. Belirli günler, belirli saatler ve belirli olaylarda çocuk; velayet sahibi olmayan ebeveyni ile de hatta sadece ebeveyn ile kalmayıp aralarında kan bağı bulunan anneannesi, babaannesi, halası, teyzesi ve benzeri akrabalarıyla da görüşebilmektedir. Yine bu bahsettiğimiz süreler çocuğun menfaatine olacak şekilde; psikolojik durumu, duyguları göz önünde bulundurularak hâkim tarafından belirlenmektedir.
Mahkemenin velayet sahibi olmayan ebeveyne, belirli günlerde ve saatlerde çocuğu görmesi için izin verdiği durumlarda; velayet sahibi ebeveynin, çocuğu diğer ebeveynden sakınması hukuka aykırı bir durumdur. Böyle bir durum yaşandığında, velayet sahibi olmayan ebeveynin icra kanalıyla çocuğu görebilmesi mümkündür. Böylelikle velayet sahibi olmayan ve çocuğunu göremeyen mağdur taraf, icra müdürlüğüne başvuruda bulunarak çocuğu görmek için icra emri tesis edilmesini isteyebilir.
Çocuğu göremeyen eş, icra takibi başlatan alacaklı konumundadır. Böylece çocuğu göstermeyen velayet sahibi eşe karşı önce uyarıda bulunulur. Eğer bu durumdan sonra eş bu uyarıyı dikkate alır ve çocuğu gösterirse bir problem kalmaz; velayet sahibi olmayan ebeveyn bu yolla çocuğunu belirtilen şekillerde görebilir. Ancak çoğu zaman iş bu kadarla kalmayıp daha da zorlaşabilmekte ve çocuğun gösterilmesi için yapılan uyarı dikkate alınmamaktadır. Bu tip durumlarda, mahkemenin belirlediği gün ve süre dikkate alınarak çocuğu görmek adına çocuğunu göremeyen anne ya da baba icra memuruyla ve çocuğun mevcut halden kötü etkilenmemesi için pedagog ile birlikte çocuğunu görmeye gidebilecektir. Çocuğun teslim alınmasında velayet sahibi ebeveynin yine zorluk çıkartması ve çocuğu velayet sahibi olmayan taraftan sakınması durumunda polis veya jandarma da bu duruma dâhil olabilmektedir.
Velayet sahibi olan eşin, çocuğu alıp başka bir şehre taşınması tabiri caizse diğer eşten kaçırmak için taşınması halinde ise kanunda velayetin değiştirilmesi sebepleri arasında yer alabilmektedir. Ancak çocuğun menfaati dışında bu tarz bir durumun gerçekleşmesi halinde, velayetin değiştirilmesinin Türk Medeni Kanunundaki ilgili hüküm gereği gerçekleşebilmesi mümkün olacaktır. Eşlerin boşanma sonrası özellikle çocuklar ile ilgili konularda öncelikle çocuğun psikolojisini ve gelişimini düşünerek hareket etmelerini, mahkemenin verdiği karara riayet etmelerini ve eğer çocukla ilgili boşanma sonrası bir durum değişikliği meydana gelecek ise bunu hukuki yollara başvurarak gerçekleştirmelerini tavsiye etmekteyiz.
21. yüzyılın ilk dönemlerini geçerken kurulan düzenler, ekonomik yapılar ile birlikte ‘tüzel kişilikler’ karşımıza çıkmaktadır. Bu tüzel kişiliklerle günümüzde her alanda içli dışlı olduğumuzu görmekteyiz. Bununla birlikte tüzel kişilikler de kendi içerisinde ayrılabilmektedir. Limited şirketler de kurulan ve daha sonra kendisine ait bir ünvanı olmakla birlikte bir kimliğe ulaşan tüzel kişiliklerdendir.
Limited şirketler en az bir en fazla elli ortağın bir araya gelerek kanunda yasak olmayan her ne sebeple olursa olsun ekonomik çıkar doğrultusunda kurulan, esas sermeyeleri belli olan kuruluşlardır.
Limited şirketler, müdür sıfatına sahip kimseler tarafından yönetilen kuruluşlardır. Müdürlerin sıfatları ana sözleşmeyle belirlenmemiş ise Türk Ticaret Kanunun ilgili hükümlerince müdürün sorumlulukları şekillenmiş olur. Limited şirketlerin yalnızca bir değil birden fazla da müdürü olabilir. Birden fazla müdürün limited şirkette yer alması halinde bu müdürler ortaya çıkabilecek bir sorumluluk durumunda birlikte sorumlu olacaklardır.
Limited şirketlerde müdürlerin sorumluluklarının olabilmesi için öncelikle müdürün kusurlu hareketi bulunması gerekir. Şirkete verilen zararlarda da müdürlerin kusurlu olduğu aksi ispat edilmedikçe kabul edilen durumdur. Şirkete yönelik meydana gelen zararlarda şirket sorumluluk davası neticesinde müdürden veya müdürlerden zararın tazmin edilmesini isteyebilmektedirler.
Limited şirketlerde müdürlerin sorumlu olacağı haller genel itibariyle dağıtılan ve ödenen kar payının gerçek olmaması durumunda Türk Ticaret Kanunu yönetim kurulu üyelerini yani müdürleri sorumlu tutmuştur. Kanunen tutulması gereken defterlerin hiç tutulmaması veya gereği gibi yerine getirilmemesi halinde bu sorumluluk müdürlerin yapması gereken kapsamda değerlendirilir. Limited şirketlerde genel kurulda verilen kararların müdürler tarafından uygulanmaması durumunda sorumluluk müdürlere ait olacaktır. Son olarak Türk Ticaret Kanunu’nda yer alan veya limited şirketin ana sözleşmesinde yer alan müdürlük görevlerinin kasten veya ihmalen yerine getirilmemesi durumunda müdürler özen ve sadakate riayet etmedikleri gerekçesiyle sorumlu tutulurlar.
Saydığımız haller dışında kanunen ve uygulamada belirlenmiş olan limited şirketin müdürlerinin yapamayacağı haller bulunmaktadır. Örnek üzerinden anlatacak olursak limited şirketin sözleşmelerinde değişiklik meydana getirilmesi müdürlerin yani yürütme organının değil genel kurulun yapabileceği eylemlerdendir. Başka bir müdürün görevine son verilmesi, ücretlerin belirlenmesi hususundadır. Yine yürütme organı olarak görev yapan müdürler ücretlerin belirlenmesi konusunda yetkili değillerdir. Limited şirketlerde yürütme organının başı olan müdürler birden fazla müdür olması durumunda diğer müdürü işten çıkaramazlar.
Tüm bu konuların ışığında müdürlerin hukuki sorumluluğu olması bakımından somut bir zararın varlığı gerekmektedir. Meydana gelen zararın müdürün yapmış olduğu hukuka aykırı veya kanunda yazan hallerin dışında bir hareket olması gerekmektedir. Müdürün devredilemez yetkilerinden kaynaklanan sorumlulukları bizzat müdüre yükleyebilirken müdürlerin devredilebilir yetkilerinde bir zarar meydana gelmiş ise burada devrin gerçekleştiği kişinin de sorumlu tutulabilmesi mümkündür. Müdürlerin meydana getirdikleri zararın hukuki olarak konusuna göre farklılık gösterebileceği için olay üzerinden değerlendirilme yapılarak mahkemeye başvurmak gerekecektir.