Panjurlar açıldı, masalar balkonlara çıkartıldı, musluklara hortumlar bağlandı, teras süpürüldü, havlular tellere asıldı.
“Böcek”in sahipleri gelmediler.
Yalnız ve aç geçirdiği bir koca kıştan sonra, kapıları açılan her evin önüne gidip “Hoş geldiniz” der gibi kuyruğunu sallıyor, sonra bir koşu umutla kendi evine koşup bakıyor...
Kapılar kapalı...
Teras ıssız...
Hüzünle oraya çöküyor.
Her zaman yüzü mahalleye gelen yoldan yana... O köşeyi dönen her arabanın sesi ile başını kaldırıp bakıyor...
Gelen yok, giden yok...
Önceki gün onları yine mahkeme koridorlarında gördüm, saçları bembeyaz “çocuklar”ın...
Torunları var...
Bazıları öldü...
Bir araya gelince romatizmalardan, ağrılardan, sancılardan söz ediyorlar. Birbirlerine torunları soruyorlar...
30 yıl...
Eski ve hüzünlü bir hikâyedir bu...
O kuşağın “çocuklar”ı kazma kürek alıp yola çıktılar o günlerde. Cep harçlıklarını biriktirip demir-çimento aldılar...
Olmazdı...
Kendi ideolojisinin külahını Türkiye’nin başına örmek için o oradadır.
O, AKP’nin Cumhurbaşkanı’dır.
Sizin değil...
*
Yine de “AB’ye uyum için imzaladı” gibi kulağa hoş gelen bahaneler uydurabilirsiniz kendi kendinize.
İlgili kurumların görüşü alınmadan, parlamentoda tartışılmadan, komisyonlarda görüşülmeden, sabaha karşı, ayak uçlarına basa basa, muhalefet uyurken, kelime oyunları ile kanun yapmanın neresi uyuyor AB’ye?..
“AB bu yıl sonuna kadar istiyor, tekrar bakmaya zaman kalmadı”
Böyle düzene ayak uyduran, böyle iktidarın eteğine yapışmış, böyle kıvıran sendikacıları olan işçiye çok bile...
*
Oysa işçiler herkesten güçlüdür...
Gördüğünüz tüm bu dünya düzeninin yaratıcısı ve ayakta tutanıdır işçi...
İşçiyi içinden alıp çıkarttığınız zaman yaşam çöker başımıza.
(.......)
Ne var ki kapitalizm, işçiye hak ettiği onuru, saygınlığı, gücü, avantajı, etkinliği, söz hakkını vermez.
Böylece onları eze eze sömürme olanağına kavuşur.
(......)
Bunu kimse anlayamaz.
Doğrusunu isterseniz alkışlayanlar da anlamıyorlardır aslında.
İnsan ülkesini bu hale getireni niye alkışlar?..
Neden?..
*
Bu bir toplumsal “huy” olmalı.
İktidardan birisini görünce kalça kendi ekseninde dönmeye koyuluyor... Ağız otomatik olarak kulaklara uzanıyor... Dişler gözüküyor... Eller havaya kalkıyor... Avuçlar birbirine vurmaya başlıyor...
Çünkü onları doğadan toplayan kuşları insanlar yok ettiler...
Bu köşeden hatırlarsınız, sığırcıklar şehirden gitsinler diye belediyeler ağaçların dallarını dahi kestiler.
Kuşlar gitti, keneler geldi.
İşte bu nedenle Çevre Bakanı doğaya keneleri toplasınlar diye sülün saldı geçen gün. Güzel bir tören yapıldı, bürokratlar koştu, sirenler çaldı, müdürler, müdür muavinleri sıraya girdiler.
Çevre Bakanı, ilk sülün yavrusunu kameraların önünde havaya attı.
İçinden geçirmiştir:
“Sülünü saldım çayıra
Mevlam milletimizi keneden kayıra...”
Oysa İstanbul’da yaşamanın yarısı karşıdan karşıya geçmektir. Kalan yarısı da karşıdan karşıya geçmeyi düşünmek...
Hükümet karşıdan karşıya geçemeyen İstanbulluları karşıdan karşıya geçirmek için üçüncü Boğaz köprüsünü tasarlıyor ki, karşıdan karşıya geçmek kolaylaşsın.
Bence Boğaz’ın üzerini kapatmalı.
Böylece “karşıdan karşıya geçme sorunu” kalmaz...
* * *
Dünkü gazetelerde üçüncü Boğaz köprüsü ile birlikte karşıdan karşıya geçmenin kolaylaşacağı ve trafiğin rahatlayacağı haberleri vardı.
Demek ki daha kolay karşıdan karşıya geçeceksiniz.