Bekir Coşkun

Şikáyetçiyiz...

16 Mart 2008
GERÇEKTEN de yüzde 47 oy almış ve iktidarda olan bir siyasi parti hakkında yargı işlem yapamaz mı?<br><br>Pekiiii... Parti küçük olsa ve iktidar olmasa?..

O zaman yargı soruşturma yapabilir, kapatma davası açabilir, hesap sorabilir.

Öyle mi?..

(.....)

Bunu sirk cambazına sorsanız size yanıt verebilir.

Çünkü o dahi anlamıştır ve biraz olsun demokrasinin öbür adının hukuk olduğunu bilir.

Ama ne yapacaksınız, iki gündür bizler kimi Türk aydınlarının, hukukçularının televizyonlara çıkıp "Yüzde 47 oy almış ve iktidardaki bir partiye bunun yapılması demokrasi ayıbıdır" demelerini izliyoruz.

(.....)

Bu durumda; zenginlerin yoksullardan daha çok suç işleme hakları mı vardır?..

Ya da yargı; gücü olmayanların yakasına yapışır da, gücü olanlara dokunamaz mı?..

Böyle midir demokrasi?..

Böyle midir hukuk?..

*

Hakkında bu kadar ciddi iddialar olan, cumhuriyet rejimini yıkma girişimleri ile suçlanan... Laiklikle dinin bir arada olamayacağını ve laikliğin içini değiştireceğini ilan eden... Toplumun yaşam biçimini için için değiştiren, çağdaş Türkiye’yi Çankaya’dan sokağa kadar, türbana-tesettüre saran...

Ve sonunda toplumu korkuya salıp da milyonlarca insanı sokağa döken bir "suç duyurusu" karşısında seyirci mi kalmalıydı yargı?..

O zaman üst kattakiler gürültü yaptığında dilekçe ile koştuğumuz savcı, cumhuriyet rejiminin tepesine çıkmış tepinenleri ve şikáyetçi çığlıkları duymazlıktan gelecekti...

Öyle mi?..

*

Ne hukuk olmadan demokrasi olabilir, ne demokrasisiz hukuk...

Yargıtay Başsavcısı; bütün Batı ülkelerinde olduğu gibi, yasaların verdiği "laik cumhuriyeti koruma ve hesap sorma görevi" ile hesap soruyor.

Ki o yasalar demokrasimizin ürünüdür.

Elbette durup dururken değil...

Şikáyetimiz vardı...

Şikáyetçiyiz...
Yazının Devamını Oku

Arılar...

15 Mart 2008
HAKİKATEN çok iyi bir proje; İstanbul Milli Eğitim Müdürü arılara uyuşturucu verecek, böylece uyuşturucuya alışmış arılar okulda üzerinde uyuşturucu olan ya da kullanan öğrenciyi sokacak. Öğrenci durduğu yerde zıplamaya başladı mı, hah...

Türklerin yaratıcılıkta üzerine yoktur.

O zaman Müdür’ün birkaç kovan da arısı olacak demek ki.

Kapaklarını açıp saldı mı, hangi öğrenciyi arılar kovalıyorsa, işte o yaramaz öğrencidir, uyuşturucu kullanıyor.

Bu büyük bir buluş.

*

Belki insanların suçluluk salgılarına göre ayarlayıp bunu her alanda kullanabiliriz.

Misal; rüşvette...

Arıları salacaksın kamuya... Belediye başkanı ellerini havada sallayarak ve daireler çizerek koşarken, zıplayarak gelen Tabiat ve Tarih Varlıklarını Koruma Kurulu Başkanı’na seslenecek:

"İmar müdürünü gördün mü?..."

O yanıtlar:

"Hayırrr... Biraz önce sayın müsteşar geçti..."

*

Bu müthiş bir buluş.

Eğer uyuşturucu kullananları sokacaklarsa, o zaman arıların doğru söylemeyenleri, insanları kandıranları, toplumla alay edenleri sokmaları da bir şekilde sağlanabilir.

Diyelim ki Başbakan kürsüden tam da "Laikliği ne çok koruyacak olan da biziz aziz arkadaşlar" dediği an "Vızzzz" diye bir ses duyulur grupta.

Başbakan susar ve başını kaldırmadan gözleri ile tavana bakar...

O an Maliye Bakanı, bir eliyle havayı yumruklarken, öbür eliyle kendi ensesine bir tokat atarak bağırır:

"Arılarrrr..."

Ve arada bir zıplayan Başbakan önde, ellerini havada sallayan Bakanlar Kurulu arkasında, arılar tepelerinde... Protokol yolundan yukarı doğru koşarken, karşıdan ceketini başına geçirmiş ve koşmakta olan Cumhurbaşkanı inmektedir.

Başbakan, arada bir geriye dönüp, paltosunun altında koşmakta olan Milli Eğitim Bakanı’na seslenir:

"O müdürün..."

Ne bilelim biz?..

Şaka, şaka...

Zaten arı-marı yok...
Yazının Devamını Oku

Bekir Coşkun

14 Mart 2008
Yazarımız Bekir Coşkun seyahatte olduğu için bugün yazısını yazamamıştır.  
Yazının Devamını Oku

Emekçiler uyuyun...

13 Mart 2008
ŞU yeni yasa ile birçok hakları ellerinden alınırken, işçilere birkaç saat işi yavaşlatma eylemi yetiyorsa, demek ki öyle fazla sorun yapacak bir şey yok. O zaman bu kravatlarının bir ucunu uzun bağlama eylemi de olabilir...

Ya da hapşırana "Çok yaşa" dememe eylemi olur...

Ne bilelim biz, ayakkabıları çıkartarak "sessiz yürüyüş" eylemi de yapabilirler, ki kimse duymasın.

*

Dünyanın tüm uygar ülkelerinde emekçiler kendi haklarını sonuna kadar savundukları gibi, hukuka, demokrasiye, rejime, ülkelerine de sahip çıkarlar.

İşçi örgütleri güçlü ve saygındır oralarda.

Siyasi iktidarlar emekçi sınıfı asla göz ardı edemezler.

Oysa Türk emekçisi sanki yok gibi...

Televizyonda Tekel’in satılmasını istemeyen işçilerin coplanarak yerlerde sürüklendiğini gördüğümde ve Tuzla’da işçi ölümlerine önlem alınmasını isteyen işçilere biber gazı sıkıldığında, bunları düşünmüştüm.

İşsiz kalmamak ya da ölmemek gibi en kutsal istemlerin yanıtı niçin dayak yemek ve biberlenmekti?..

*

Çünkü bu memleketin emekçileri hiçbir zaman var olmadılar...

İşçiler her zaman işçi sınıfının canına okuyan sağ sermaye partilerine oy verdiler. Hiçbir zaman kendi sınıflarının insanı değillerdi.

Zenginler dahi zaman zaman "solcu" oldular da işçiler olmadılar.

Elbette -denizde damla- emekçi olduğunun farkında olan bir azınlık vardı. Ama çoğunluk dini ve milli duyguları kullanan partilere aldanıp peşlerinden gittiler, kendi kimliklerini ve sınıflarını reddettiler.

İşte; Türk-İş gibi en büyük işçi örgütünü götürüp AKP’ye teslim ettiler emekçiler, enteresan değil mi?

Şimdi o AKP işçi haklarını kırpıyor, tekmeliyor, kesip atıyor.

Emekçileri azarlayıp adam yerine dahi koymuyor.

İyi mi?...

*

O zaman müstehak...

Demokrasilerin iyi yanıdır; her akılsızlık faturasını öder.

Şimdi işi yavaşlatmalı, olmadı kravatların bir ucunu kısa bağlamalı...

Bakalım kim takar emekçileri?...

Kim?...
Yazının Devamını Oku

Kendiliğinden memleket...

12 Mart 2008
İKTİDAR bir şey yapmıyorsa, bence bekliyor ki ekonomi kendiliğinden düzelsin.<br><br>Kişi başına milli gelir bir gecede 1750 dolar nasıl arttı: Kendiliğinden...

Nüfusumuz bir günde 2 milyon nasıl azaldı:

Kendiliğinden...

Nüfus azalınca kişi başına düşen gıda tüketimi miktarı kendiliğinden arttı mı?

Arttı...

Başbakan "En az üç çocuk doğurun" derken, bu ekonomik zorluklar içinde o çocukların nasıl büyüyeceğini de açıkladı mı size:

"Kendiliğinden..."

*

Kimse söylemeden Kuzey Irak’tan kendiliğimizden çekildik, artık biliyorsunuz.

Gururla açıklanmıştı; girişimiz de kendiliğindendi.

Muhalefet, iktidar dururken Genelkurmay Başkanı’nın kendiliğinden konuşmasından şikáyetçi.

Genelkurmay Başkanı ise o zehir-zemberek bildiriyi kendiliğinden yazdığını açıkladı.

Şimdi muhalefet bekliyor:

Genelkurmay Başkanı kendiliğinden sussun...

*

Tarihimize bakın; milletin haberi yoktu, cumhuriyet kendiliğinden gelmişti.

Şimdi de cumhuriyet kendiliğinden gidiyor.

Dinci rejim kendiliğinden geliyor diyorlar.

Kendiliğinden memlekettir burası.

Siz zahmet etmeyin.

Sesinizi yükseltmeniz, başınızı kaldırmanız, tepki göstermeniz, hatta ilgilenmeniz gerekmiyor.

Oturun...

Seyredin...

Öyle sinip, pısın...

Her şey kendiliğinden düzelirse düzelir.

Nasıl ki çalışmadan, alın teri dökmeden, didinmeden, kafa yormadan kendiliğinden zengin olmak istiyorsa bu millet... Ortaçağa dönmüş bir toplumun bireyleri olarak da kendiliğinden adam yerine konulmayı bekler durur...

Kendiliğinden memlekettir burası...

Bakın; böyle bir topluma rağmen, Türkiye hálá ayakta durabiliyor, kendiliğinden...
Yazının Devamını Oku

’En az üç çocuğa’ isim...

11 Mart 2008
"DERTLİ kardeşiniz olarak konuşuyorum" diyen Başbakan’ı duydunuz; en az üç çocuk istiyor. Elbette üst sınır yok, dört olur, beş olur, sekiz olur, on olur, hatta dertli kardeşinizin derdine çare bulmak size düştüyse on beş olur.

Taban sınır; üç...

Ben size ilk üçüne koyacağınız isimleri de buldum, bence adları şöyle olsun:

Recep, Tayyip, Erdoğan...

Recep; gıda dağıtım işine girerse, Tayyip; arada bir sünnet olursa, Erdoğan; bir "gemicik" edinirse, siz de kalkındınız, memleket de kalkındı sayılır.

İsimleri bulduğumuza göre, bu geceden tezi yok, size harekete geçmek düşüyor.

*

Allah analı babalı büyütsün bebeleri.

Recep; kentlerdeki aşırı nüfus artışından yakınıp "İstanbul’a gelenlere vize koyalım" demişti.

Tayyip; "Çok doğurun" diyor.

Erdoğan; "Hanginize inanayım" der mi, demez mi?..

Üç ayrı kişilik, üç ayrı kafa, üç ayrı düşünce, üç ayrı fikir, üç ayrı kimlik, üç ayrı ağız, üç ayrı sıfat...

*

Bu devirde bir Başbakan, "Çok doğurun" derse, o asla çağdaş bir devlet adamı değildir.

Donanımsız ve bilgisizdir.

Çok nüfusun değil, iyi yetişmiş nüfusun önemini, 5 milyonluk İsrail’in 200 milyonluk Arap álemini önüne katıp kovalamasından dahi anlayamamıştır.

Her 100 lise mezunundan 47’sinin, her yüz üniversite mezunundan 26’sının işsiz olduğunu... 250 bin çocuğun sokaklarda yaşadığını... Aşırı nüfus artışından dolayı Türkiye’nin AB’ye girme şansının azaldığını... Çok çocuktan dolayı bakımsız, eğitimsiz, sevgisiz çocuk ordularının, biraz büyüyünce Afrikalılar gibi gemi depolarında batıya kaçmaya başladıklarını, görememiştir...

*

Ne yazık ki çoğunluk "dertli kardeşinizi" dinleyip doğurabildiği kadar çok çocuk doğuracaktır.

Çünkü "dertli kardeşinizin" eğitilememiş, donanımsız, cahil, kandırılmaya elverişli kitlelere ihtiyacı vardır.

En az üç çocuk istiyor.

İsimleri; Recep, Tayyip, Erdoğan olsun...

Nasıl olsa sonra dokuz doğurursunuz...
Yazının Devamını Oku

Dağı ittirmek...

9 Mart 2008
DAĞIN fazla dibine havaalanı yapmışlar, uçaklar inemiyor diye şimdi dağı kaldırıyorlar. İyi mi?..

Zonguldak Çaycuma Havaalanı yapıldı, sıra uçakların inmesine gelince pilotlar "Şu dağa değeriz" dediler. Ve o zaman havaalanını yapanlar dönüp baktılar ki dağ oradaymış.

Bunun üzerine çare arandı.

Pilotlara "Etrafından kıvırttırıp da inemez misiniz?" diye sordular, yanıt olumsuzdu.

Bunun üzerine dağı biraz arkaya doğru ittirmeyi düşündüler ve karar verdiler:

Bostancılar dağını oradan kaldıracaklar.

*

Elbette havaalanını kaldırmak da olası ama koca pisti dağın dibine yapmaya karar veren bürokratlardan, projeye imza atan mühendislerden hesap sorulur o zaman.

Dağı oraya koyandan hesap sorulamaz.

Daha açıkçası; havaalanı suçsuz da dağ suçlu.

Dağı kaldırmak için ise ne kadar düşündüklerini, ne kadar toplantı yaptıklarını ve kaç kez heyet halinde gidip gidip dağa baktıklarını bilemiyoruz.

Doğrusunu isterseniz dağ orada olmasaydı sorun yoktu.

Ama dağ oradaydı...

Ve havaalanı dağın dibinde kalmıştı, dağı ittiremedikleri için, ne yapıp yapıp onu oradan kaldıracaklar.

*

Bu yeryüzünde Türklere özgü bir iştir.


Üzerinde yaşayan sincapları, tavşanları, keklikleri, kelebekleri, kuşları, bitkileri, çiçekleri ile bir dağı yok etmek insanlık suçudur.

Her ne kadar doğanın son sığınağı dağlarımız, rüşvetle (MTA’daki rüşvet zincirini izliyorsunuzdur) madencilere, altıncılara satılıyor, Kazdağları’ndan Bergama’ya kadar yok ediliyorsa da bu son örnek çok enteresan.

Çünkü sadece yağmacılığın-avantacılığın değil, ahmaklığın da kesinkes kanıtı.

*

Bu işi ancak Türkler yapabilir:

Dağın dibine havaalanı yapıp, sonra da uçaklar dağa değmesin diye dağı kaldırmak...

Olacak şey midir?..

Hani kuşlar uçup gitsin diye ağaç kestiğimiz oldu da, uçak konsun diye dağı kesmek ilk.

Pes...
Yazının Devamını Oku

Bir kadın...

8 Mart 2008
DÜN gece yoğun bakım odasında ona baktım. <br><br>Burnuna oksijen hortumu, kollarına kablolar bağlamışlardı. Başucundaki cihaz "bip bip" onun kalp atışlarını sayıyordu. Ben onun gelin gelişini hatırlıyorum, telli duvağı vardı.

Biz onu ne kadar çok sevdik, o bizi ne kadar çok sevdi bilemezsiniz.

Demokrat Parti’nin "Atatürkçüleri" fazla sevmediği yıllarda, babam bucak bucak sürgün edildiğinde, önde devlet memuru babam ile ikisi, arkalarında Suat ile ben...

Nasıl bir "anne" içgüdüsüyle bizi kucaklamıştı ve koruyordu, kadınlara güvenimin ve sevgimin belki de ilk sebebi telli duvaklı gelin.

Üniversite yoluna onun duasıyla uğurlanmış, askere gittiğim gün ağlayarak "Allah’a emanet" etmişlerdi beni, babam ile ikisi.

*

Aradan yıllar geçti.

Çocuklar büyüdüler.

Biz kardeşler birbirimize sarılarak, birbirimizi koruyarak, birbirimizi hálá bebekleri sever gibi severek yetiştik.

Babamız-annemiz artık bize emanet edilmiş kutsal varlıklarımızdı.

Son günlerde Mesa Hastanesi’nde tedavi görüyordu babamız. Annemiz kalp hastası olduğu halde kimseye sıra vermeden gece-gündüz baktı ona.

İkisi nasıl uykusuz-sancılı-ağrılı geceler geçirdiler, çoğumuz farkına bile varamadık.

Önceki gece sabaha karşı, hasta kalbiyle erkeğini asla yalnız bırakmayan ve kendi sancılarını bizden gizleyen telli-duvaklı gelini yoğun bakıma kaldırdıklarını bildirdiler.

*

Bu kadınlar ne kadar yüce.

Ne kadar büyük yürekleri var bu kadınların.

Bu vefa, bu sadakat, bu sevgi, bu direnç, bu azizlik nasıl bir şey, bilen var mı?..

Bugün meydanlarda olacaklar kadınlar. Duyacağınız sesler işte o yüce varlığın çığlığıdır.

İyi dinleyin.


(.....)

Bir soğuk oda...

Burnunda oksijen hortumu var.

Doktorlar ona yeniden sağlık verdiler, kollarına kablolar bağlı, o nurlu gözleri kapalı.

Açsa; biliyorum, hemen yan odadaki babamızı soracak.

Ben ise onun yanaklarından öpüp haber vereceğim:

"Bugün Dünya Kadınlar Günü..."
Yazının Devamını Oku