Dört filmlik seri için 20th Centruy Fox ile anlaşma imzalayan James Cameron, ikinci filmi “Avatar: Suyun Yolu”nu (Avatar: The Way of Water) geçen aralık ayında seyirciyle buluşturdu. Kullanılan görsel efektler ve serinin devam hikâyesi, gösterime girdiği günden itibaren beğenildi ve tekrar viral olmayı başardı. Ünlü yönetmen James Cameron ile filmin başarılı oyuncuları Zoe Saldana, Sigourney Weaver, Sam Worthington ve Stephen Lang, Kelebek için Barbaros Tapan’ın sorularını yanıtladı.
◊ James Cameron, “Avatar: Suyun Yolu” filminin yapım sürecinden bahsedebilir misiniz?
- James Cameron: Süreç muhteşemdi. Filmde kullandığımız Weta digital, VFX görsel efektler olağanüstüydü. Filmi beyazperdede izledikten sonra ne kadar gösterişli bir işe imza attığımızı bir kez daha anladım. Odysseia destanı gibi bir şey oldu. Herkes uzun zamandır bu filmi bekliyordu...
◊ Sizin de belirttiğiniz gibi, büyük bir kitle devam filmi için oldukça heyecanlıydı...
- James Cameron: Herkesin uzun zamandır beklediğini biliyorum. Sonunda ikinci filmi bitirdiğimiz için biz de çok heyecanlıydık. İkinci filmi çekerken, ilk film “Avatar”ı da sinema salonlarında hiç görme fırsatı bulamamış olanlar için yeniden düzenledik. Böylelikle insanlara hikâyeyi, dünyayı bir kez daha hatırlatmak istedik.
◊ En son yaptığınız işlerden biri “Wednesday”. Projeye nasıl dahil oldunuz?
- Pandemi döneminde tanışıp beraber çalışmaya başladığım muhteşem şarkı sözü yazarı ve prodüktör Alana Da Fonseca sayesinde “Wednesday”e dahil oldum. Alana ile hem çok iyi anlaştık hem de enerjilerimiz uyuştu. “Wednesday”deki enstrümantal ve cappella aranjmanları için Alana ile anlaştılar. Ancak Alana’nın backround’u daha çok pop ve capella üzerine, benimkiyse klasik ve orkestral. Bu yüzden benimle beraber çalışmak istedi. Bir gün aradı, “Esin birkaç çılgın virtüöz çello ve lise bandosu aranjmanı yapmak ister misin? Tim Burton istedi. Adams Ailesi’yle ilgili yeni bir seri yapıyormuş ve Wednesday çello çalıyormuş” dedi. Tabii ki anında kabul ettim.
◊ Peki “Wednesday” için yürüttüğünüz yaratıcı aşama nasıldı?
- Yaratıcı süreç son derece Hollywoodvari bir şekilde gerçekleşti. Son dakika ve acil... Her şey Alana’nın “Hadi yarın Romanya’da (çekimler Romanya’da yapılıyordu) sabah olmadan ‘Paint in Black’i bitirmemiz gerekiyor” demesiyle başladı. Jenna Ortega’nın sabah çello dersi varmış, ona yetiştirmemiz gerekiyormuş. Hemen işe koyulduk. Jenna, ekranda düzenlemelerimize senkronize çalacağı için pre-prodüksiyonda dahil olduk projeye. Yani biz çalışırken elimizde dizinin görsel dünyasıyla ilgili hiçbir ipucu yoktu. Sadece karanlık, şaşırtıcı, ürkütücü ve fantastik bir şeyler yapmamız gerektiğini tahmin ediyorduk. Bu projenin diğer tuhaf yönü ise “Wednesday”in müziklerini düzenlerken henüz Amerika’da bile değildim. Pandemiyi ailemle birlikte geçirmek istediğim için İstanbul’daydım. Pijamalarımla ergenlik yıllarımın geçtiği odamda Tim Burton için çalışmak sanırım başıma gelebilecek en çılgın şeydi. Çekimler ve montaj bittikten sonra aranjmanlarımız gerçek bir çellist tarafından kaydedildi. Dizide eserleri lise öğrencileri çaldığı için kusursuz olmak yerine performansta ufak pürüzler bırakarak çalındı. Özetle iş birliği ve hayal gücüne dayalı, ani ama bir o kadar da keyifli bir süreç geçirdik.
TIM BURTON İÇİN YAPIYORDUM İYİ OLMALIYDI
◊ Film ve dizi müziği yapmanın başlangıç noktasından en son haline kadar aşamaları nelerdir?
- Aşamalar şöyle... Önce yönetmen ve yapımcılarla tanışılıyor ve müzik için belirledikleri vizyonla ilgili genel bir toplantı yapılıyor. Film “locked picture” etabına geldiğinde yani artık zamansal senkronizasyon oturduğunda, sahnelerin sırasında ve uzunluğunda daha fazla değişiklik yapılamayacak noktaya gelindiğinde, filmde kullanılacak her müzik parçasının (“cue” diyoruz) nerede başlayıp nerede biteceğine karar verdiğimiz, bunu yaparken de her birlikte filmi izlediğimiz başka bir toplantı yapıyoruz. Bu toplantıda her parçada hangi duyguları uydurmam gerektiğini, hikâyeyi müzikle anlatırken kimin dilinden anlatmam gerektiğini konuşuyoruz. Sonra ben artık yaratıcı olarak üretmeye başlıyorum. Filmdeki ana karakterler veya ana temalar için melodiler bulup yönetmenle paylaşmaya başlıyorum. Filmle eşzamanlı olarak birkaç sahneyi besteleyip yönetmenle paylaşıyorum, yorumları doğrultusunda düzenlemeler yapıyorum. En çok revizyon gelen süreç filmin ilk çeyreği. Çünkü bütün temaları, kullanacağınız enstrümanları, armonik dili o dönemde oturtuyorsunuz. Vizyon üstüne anlaşmaya vardıktan sonra gerisi kolay. Her şey onaylandıktan sonra eğer bütçe yeterliyse kaydedilecek canlı enstrüman-ların kayıt aşaması gerçekleşiyor. Müzik miksleniyor, yani müziğin içindeki ses dengeleri yapılıyor. Müzikle diyalog ve ses efektlerinin dengesinin sağlanması da son aşama oluyor.
◊ Alek, bu belgeseli üstlenme sürecinizden bahseder misiniz? “Doğruluk mu Cesaret mi” belgeselini yaptıktan sonra, “Bir daha asla müzik belgeseli yapmayacağım” demiştiniz... Fikrinizi değiştiren ne oldu?
- Alek Keshishian: Evet, bir daha asla müzik belgeseli yapmayacağımı söyledim ve sözüme sadık kaldığım için gerçekten mutluyum çünkü bunun öyle olmadığını düşünüyorum... 2016 yılında Selena, bana bu belgesel teklifiyle geldiğinde çok gerçekçi ve savunmasız olduğu için ona karşı tabularımı yıktım, eridim. Çoğu pop yıldızının aksine, Selena’nın zırhı yok, bu beni hayrete düşürdü.
◊ Hayatınızı tüm dünyayla paylaşmak nasıl bir duyguydu?
- Selena Gomez: Bütün vücudum titriyor, inanılmaz gergin hissediyordum. Benim için çok zor olacağını düşündüğüm için belgeseli ilk gösterime girdiği gün herkesle beraber izlemedim ama onur duydum. Bu kadar ilgi göreceğini asla beklemiyordum.
◊ Alek’le böyle bir belgesel yapmak için size ne ilham verdi, nasıl bir araya geldiniz?
- Selena Gomez: “Doğruluk mu Cesaret mi” belgeselini izledim. Alek ile daha önce menajerim Arlene aracılığıyla tanışmıştım. Ayrıca benim bir müzik videomu da yönetti ve “Belki de bir turne belgeseli yapmalıyız” dedik. Ve çok geçmeden turdan çok daha fazlası olduğunu fark ettik. Hayatımdaki güzel, karmaşık, trajik anlara nazik davrandı ve içinden geçtiğim süreci Alek’le paylaşırken kendimi rahat hissettim. Onu çok seviyorum.
KENDİMİ BİR NEVİ FEDA ETTİM
◊ Kahramanmaraş merkezli depremlerin haberini nasıl aldınız? Hazırlıklarınız ne kadar sürdü?
- Arledge: Deprem gecesi buraya telefon geldi. Hemen hazırlıklar için seferber olduk ve ertesi gün yola çıktık. İncirlik’e inmemiz 30 saat sürdü. İndikten sonra anında araçlara binip Adıyaman’a doğru yola çıktık. İncirlik’ten Adıyaman’a gitmemiz 8 saat sürdü. Vardıktan sonra gruplara ayrıldık. Konaklama yapacağımız kampımızı kurduk. Sahada enkaz altındaki insanları bulmak ve kurtarmak için günlerce çalıştık.
◊ Çalışmaları nasıl yürütüyorsunuz?
- Arledge: 4-5 kişilik gruplara ayrılarak. Çalışma alanlarını bulduktan sonra gerekli mühimmatı kullanarak işe başlıyoruz. Türkiye’de çalıştığımız bazı binalar gerçekten büyüktü.
◊ Peki sizi en çok etkileyen, kalbinize en çok dokunan ne oldu?
- Arledge: Aslında tüm yaşananlar kalbime dokundu. Türk insanının ne kadar dirençli, ne kadar dayanıklı olduğunu gözlerimle gördüm. O insanlar her şeylerini kaybetmişti. O halde bile bize hâlâ kahve ikram etmeye çalışıyor, karnımız aç mı diye soruyor ve yemek ikram ediyorlardı. Bizim yardım için orada olmamız onları mutlu etmişti. Minnet duyuyor ve bir şekilde teşekkür etmek istiyorlardı. Türk insanı beni gerçekten çok etkiledi. Kesinlikle muhteşem insanlar...
◊ Lana, neden Brook Shields? Sizi bu hikâyeye çeken ne oldu?
- Lana Wilson: Brooke’un kitaplarını okudum, bu yüzden onun çok zeki ve çok komik olduğunu zaten biliyordum. Hatta o hayal ettiğimden daha zekiydi, daha komikti, çok daha kararlıydı. Onda ilk karşılaşmada görebildiğim cesaret ve korkusuzluk vardı. Belgeselle ilgili tek endişesi, yeterince derin olmayacağı ve yeterince katmanlı olmayacağıydı. Toplantıda bana bir USB verdi. “Bu, annemin onlarca yıldır topladığı şeyler. Daha yeni dijital ortama aktarıldı” dedi. İlk başta rastgele dosyalar vardı. Sonra Brooke’u 16 yaşında majör kostümü içinde, kanişlerle dans ederken ya da Brooke’un Ban Ki-moon tarafından Reagan Beyaz Sarayı’nda tanıtılma videolarını gördüm. “Pretty Baby” için basın turunda ve onu bir erkek talk-show sunucusuyla otururken gördüm. İçimden “Çok güzel, çok şehvetli, bununla gurur duyuyor olmalı” dedim. Bir yandan ise canlandırdığı rol için hayretler içerisindeydim.
İçine düştüğün o imkansız ikili çıkmazda kendimde bir şey fark ettim. Pek çok kadın yoluna devam etmek zorundaydı, aynı Brooke gibi.
◊ O arşivlerde başka neler dikkatinizi çekti?
- Lana Wilson: Arşivleri incelemeye başladığımda, Brooke ile annesi arasındaki karmaşık ilişkinin arşiv malzemesinde de oynadığını görebiliyordum. O bir insandan önce semboldü diye düşündüm. Kendi hayatı üzerinde kontrol sahibi olması onun için çok zordu.
Başından beri bir nesne olması için yetiştirilmiş bir kız olduğu, buna rağmen Brooke’un kendi zihninden, kariyerinden ve kişisel hayatından daha fazla ödün vermemekte ısrar ettiği gerçeği ortadaydı. Brooke’un kendisine yüklenen tüm beklentilere karşı savaşması, pek çok yönden çok dokunaklı, dikkate değer. Bu yüzden bu belgeseli yapmak istedim.
◊ 17 yaşındayken Martin McDonagh ile tanışmanızdan bahseder misiniz? Onunla ilk tanışmanız nasıldı ve bir iş birliğine nasıl dönüştü?
- Profesyonel olarak yaptığım ilk oyun, Martin’in “The Lonesome West” oyunuydu. Liverpool’da sahneliyorduk ve Martin oyunu görmeye geldi. Ve o sırada, arkadaşı olan bir adamla çıkıyordum ve ertesi gün o adamı görmek için Brighton’a gidecektim. Martin onunla arkadaş olduğu için trende bana eşlik etti. Yolculuk bitene kadar sohbet ettik. Birkaç ay sonra bana “The Lieutenant of Inishmore” adlı oyununda rol verdi. Bu oyun Londra’da bir buçuk yıl sürecekti. Çok az deneyimim vardı. Oyunu okuduğumda başlangıçta komik olduğunu düşünmedim. Hepsini gerçekten ciddiye aldım.
OYUNCULUKTA EĞİTİMİM YOKTU
◊ Oysa Martin McDonagh’ın diğer işleri gibi bu da bir kara komediydi, değil mi?
- Evet... Bu oyunu yaparken çok gençtim. Martin’le dostluğumuz böyle başladı. Yıllar boyunca birlikte bir sürü zaman geçirdik.
◊ Martin McDonagh’ın üslubu insanlar tarafından anlaşılıyor muydu? Oyununu okuduğunuzda, ton ve karakterle ne yapmaya çalıştığını anladınız mı?
- Hayır, dediğim gibi, Mairead son derece ciddi gibiydi ve gerçekten anlamadım... Ama çok gençtim, bu yüzden ciddiye aldım sanırım. Gerçekten içgüdüsel olarak gidiyordum çünkü hiç eğitimim yoktu. Drama okuluna falan gitmedim. Dürüst olmak gerekirse, ne zaman onunla çalışsam, bana en yakın olduğunu düşündüğüm ilk şeyle devam ediyorum. Benden tek istediği şey de buydu.
◊ Chris, sizinle başlayalım... Belgesel için 100 metrelik destansı bir ip tırmanışı yaptınız, buzlu Kuzey Kutbu sularında yüzdünüz... Bu macera genel olarak sizi nasıl değiştirdi?
- Chris Hemsworth: Her bölümde farklı bir meydan okuma vardı... Fiziksel, duygusal ve psikolojik zorluklar vardı... Bu yapımda yer almak istememin nedeni, uzun ömürlülüğe derin bir dalış yapmak ve daha uzun, daha sağlıklı, daha iyi bir hayat yaşamaktı. Ve bu alanda dünyaca ünlü bazı uzmanlarla çalışmak ve zengin bir bilgi birikimiyle oradan çıkmak ve bunu yapacak araçlarla donanmak benim için bir nimetti. Deneyim için inanılmaz derece minnettarım.
◊ Belgeselin bir bölümünde stresin üstünden nasıl gelineceği temasını işleniyor. Stres koçunuz da ‘anı yaşayın’ diyor. Bu deneyimi hayatınızın geri kalanında da uygulayabileceğinizi düşünüyor musunuz?
- Chris Hemsworth: Evet, deniyorum ve düşünüyorum. Önümüze çıkan her şeyi kontrol edebileceğimizi ya da onunla başa çıkabileceğimizi düşünüyorum. Geçmişte ya da gelecekte bizi korkutan ve bunaltıcı hale gelen bir şeyin anlatısıydı. Tüm bu şartlar ve durumlarda daha sık kalırsak, bu sonucu düşünmemekle ilgiliydi. Bunun başa çıkılması çok daha kolay bir alan olduğunu görüyorum.
◊ Aronofsky, bu kurgu dışı hikâyeyi nasıl ekrana taşımaya karar verdiniz?
- Darren Aronofsky: Bu çok uzun bir hikâye... 2006’da uzun ömür ve sonsuza kadar yaşamak isteyen bir adamla ilgili “The Fountain” adlı küçük bir film yaptım. Ve o zamanlar, gerçekten bilim kurgu dünyasıydı. Aslında Hugh Jackman’ın “Ölüm bir hastalıktır ve ben onu iyileştireceğim” dediği bir satır vardı ve neredeyse bu satırı filmden kesiyorduk çünkü insanların buna güleceğini düşündük. Dr. Peter Attia ile tanıştım ve gerçekten iyi arkadaş olduk. O, bu bilim hakkında düşünme, onu gerçekten inceleme, anlama ve dünyada ona başvurma konusunda en uç noktadaydı. Bunun hakkında konuşmaya devam ettik ve sonunda birçok insanın ilgileneceği bir şey olmasının zamanının geldiğini hissettim. Sonra NatGeo’yu aradık ve fikri çok çabuk anladılar. Ve sonra, Chris yapıma dahil oldu, o trende bir sonraki yolcuydu...
YEMEĞE ÂŞIK OLDUĞUMU ÖĞRENDİM
◊ 90’lı yıllarda reklam yönetmeniyken sinema dünyasına geçtiniz. Sinema eğitimi almamanıza rağmen birçok ödüllü filme imza attınız. Bu başarının sırrı nedir?
- Sinemada tekniğin önemli olduğunu düşünüyorum ama artık bu tekniklere ulaşmak daha kolay hale geldi. Telefonlarda bile yakın plan, iki çekim, geniş çekim özellikleri var. Bir bakıma bu teknikler çok da karmaşık değil. Ve bence ne söylendiği ve nasıl söylediği, sinemacıya ait bir şey ve bu öğretilemez. Film çekme şeklimin cesaretten geldiğini düşünüyorum. Akademik geleneğinin entelektüel analizinden değil. Bunlar benim güçlü yanlarım, sınırlarım. Genç sinemacıları gördüğümde işlerin kalitesi umurumda değil. Her zaman kendilerini ifade etme biçimleriyle bağlantılıyım. Günümüzde güzel görünen çok şey var ama ruh eksik. Ve bence filme koyduğunuz ruh çok özel. Kimse, hiçbir okul ya da eğitim bunu öğretemez.
◊ Filmlerinizde görüntü kadar sese de çok önem veriyorsunuz. Özel bir nedeni var mı?
- Evet, sanırım gözümden çok kulağım var ve müziği filmlerden daha çok seviyorum. Bir filmin ritmi, duyduğum sesle belirlenir. Önce bu filmlerin kulağa nasıl geldiğini tanımlamalıyım. Çünkü bu bana filmin dokusu, düzeni, tonu, ritmi, iç ritmi hakkında ufak ipuçları verecektir. Bu yüzden, benim için ses çok önemli, bu anlamda işlerin kulağa nasıl gelmesi gerektiğini iyi anlıyorum...
◊ Meksika’da radyoculuk geçmişiniz de var değil mi?
- Martin Hernandez ile 20 yaşındayken Meksika’da bir radyo istasyonunda çalışmaya başlamıştık. Beş yıl DJ’lik yaptık. İkimiz de her gün üç saat radyo programı yapıyor, insanları eğlendiriyor, istediğimiz müziği çalıyorduk. 20 yaşımızdan beri arkadaşız ve o ses tasarımcısı. Filmlerde neyin önemli olduğuna dair bir tür kodumuz var. Ses, sinema görsel-işitsel ve hepsi birer ortam. İşte bu yüzden ses önce gelir, değil mi? Seslerin gerçekten hikâyenin bir parçası olabileceğini düşünüyorum.
“21 GRAM” BUGÜN ÇEKİLSE İZLEYİCİ ÇOK RAHATSIZ OLURDU