İş merkezleri, rezidanslar, alışveriş merkezleri, metro.
Sonra bir gün bakarsınız. Bir şey eksik. Ne olduğunu anlayamadığınız bir şey.
Ruhla ilgili. Tanımlanamayan. Toplanıp başka kentlere gidilir. Heyetler, toplantılar.
Metrolar gezilir, ticari alışveriş olanakları incelenir. Altyapıya bakılır.
Hızlı trense hızlı tren. Otoyolsa otoyol. İçme suyuysa içme suyu.
E, tamam işte her şeyi yaptık biz diye geçirirsiniz içinizden. Ama ne eksik?
Ustaların “harcı bağlamak” dedikleri bir kavram vardır. Tüm bu yatırımları yaparken içinde eksik bıraktığınız tek bir şey, o harcın birbirine karışmasına ve tutmasına engel olur bazen.
“Anjelika Akbar konserine bilet almak üzere Adnan Saygun’a gidiyorum. Daha kapıdan girerken olması gereken yerde hiç afiş olmaması dikkatimi çekiyor. Gişeye gidiyorum gişe kapalı. Bir görevli buluyorum sonra, bilet alacaktım diyorum. Diyor ki, ne bileti? Konseri ve tarihi söylüyorum.
‘Tüm sanat etkinlikleri iptal, biz Sanat Merkezi değil, Spor Merkezi olmaya karar verdik. İsterseniz teorik futbol kursumuz var, ona bilet alın’ diyor görevli. O sırada gözüm dış duvardaki AASSM levhasına takılıyor. Şöyle yazıyor altında kocaman: AASSM Ahmed Adnan Saygun Spor Merkezi.
Koşarak çıkıp kendimi bir dolmuşa atıyorum. ‘Asabım’ bozulmuş halde elim cebimdeki i-pod’a gidiyor. Biraz müzik beni sakinleştirir. O da ne, tabii ki rüyanın da gidişatına istinaden, bütün albümlerim silinmiş. Yaşadıklarımı kayıt altına almak ve delirmemek için çantamdan Van Gogh Alive sergisinden daha yeni aldığım, üzeri Van Gogh tablolu ajandamı çıkarıyorum... Ve tabii ki, ajandanın üzerindeki ‘teras’ tablosunun yerinde yeller esiyor.
Ter içinde uyandım. Saate baktım 3’ü 5 geçiyor. Sonra elim gayri ihtiyari telefonumun müzik deposuna gitti. Her şey yerli yerinde. Bastım en sevdiğim şarkının play düğmesine, dünyanın en güzel müziği odayı kapladı. Gözlerimi kapattım ve dünyanın derdini boş verdim.”
Bu işin fantazisi tabi. Ama kısacık bir an için hayatınızda sanata dair sevdiğiniz her şeyin bir günlüğüne elinizden alındığını düşünün. İdeolojik sebeplerle yasaklandığını değil, sadece bir günlüğüne sanat denen kavramın hayatımızdan yok olduğunu düşünün. Müzik yok olmuş. Tiyatro, resim, heykel, fotoğraf...
Hatta belki sevemediğiniz, anlayamadığınız sanat akımları bile yok. Her şey, her şey. Bu dünya hala yaşanacak bir yer olur muydu? Düşünün.
O yüzden TV’de ne zaman “hayattan rengi alın, geri neyi kalır ki” reklamına denk gelsem bu fikri düşünüyorum. Hayattan sanat gitmiş ve biz bitmişiz. Sonra daha çok sinemaya, konsere, oyuna gitme isteği; daha çok albüm alma isteği kaplıyor içimi.
Epeydir kendimi bir dünya vatandaşı olarak gördüğümden midir, yoksa İstanbul en nihayet bir dünya kenti olduğundan mıdır; artık her kavuşmamız biraz daha heyecan verici geliyor bana.
Hele aylardan baharsa, hele keşfedilecek yeni semtler, yeni mekanlar, galeriler, sergiler, dükkanlar, tanışacak yeni insanlar varsa. Ki, aylardan bahar. Ki, keşfedecek çok şey var.
Öncelikle gördüğüm o dur ki, İstanbul artık şeytanın bacağını kırmış.
Aklınıza gelebilecek her semtten turist ya da expad (kendi ülkesinin dışında çalışan özellikle çok uluslu şirketlerde çalışıp rotasyona tabi olan yabancılar) taşıyor.
Oteller neredeyse tamamen dolu. Özellikle Galata, Tünel, Beyoğlu, Karaköy ve yer yer Nişantaşı’nda o kadar çok dünya insanı var ki, Türkiye’de olduğunuzu unutuyorsunuz.
Tam da şu anda, tam da burada, İstanbul dünyanın merkezi gibi.
Benim İzmir için yıllardır kurduğum tek cümlenin canlı örneği gibi.
Çünkü, bahar gelsin, İzmir’in sokakları insandan ve cıvıltıdan geçilmesin diye ölüyorum. Bir de üstüne üstlük bu bahar, kentte harika bir şey daha oluyor. Türkiye’nin ilk ve en büyük yeme-içme festivali Kayra Restoran Haftası, bu ay İzmir’de de başlıyor.
Kayra Şarapları eşliğinde 12-26 Nisan tarihleri arasında Funda İnansal organizasyonu ile gerçekleşecek olan Nişantaşı Restoran Haftası; dördüncü yılında İstanbul’da, ilk kez olarak Ankara ve İzmir’de de sokakları ve restoranları yeme-içme kültürü ve çeşitli sanatsal etkinliklerle dolduracak.
Şehir hayatında şehrin kültürel yaşamı ile gastronomik zenginliklerini bir araya getirmek amacıyla hayata geçen Restoran Haftası, İstanbul, Ankara ve İzmir’de 12 Nisan’da düzenlenecek, açılış korteji yürüyüşleri ve partileri ile lezzet severlere merhaba diyecek.
İstanbul’da Bağdat Caddesi, Nişantaşı, Meşrutiyet Caddesi, Kuruçeşme, Bebek ve Kanyon olmak üzere toplam 6 merkezde gerçekleşecek olan Kayra Restoran Haftası, İzmir’de Alsancak, Bostanlı ve Çeşme Marina, Ankara’da Gaziosmanpaşa, Filistin Caddesi ve Çukurambar’daki cafe ve restoranlarda gerçekleşecek.
Festivalin en önemli özelliği; 12-26 Nisan tarihlerinde, festivale katılan restoranlar aynı fiyat üzerinden kendi lezzetlerinden oluşturdukları mönüleri uygulayacak.
Ve biz bu mönüleri 14 gün boyunca Kayra’nın şarapları eşliğinde uygun fiyatlarla acaba ne hesap gelecek korkusu olmadan deneyebileceğiz. Üstelik içeceğimiz kadeh şaraplar da bu mönülerin fiyatına dahil!
Şimdiden ajandanıza not edin derim... Festival’e katılacak tüm mekanlar, bilgileri, mönü fiyatları ve diğer etkinlikler ise bu adreste:
Herkes üzgün, mutsuz ve suratı asık dolaşıyormuş. Bu insanlık böyle nereye gidermiş?
Dinledim, dinledim... Dedim içimden “benzin 5 liraya dayanmış sen ne diyorsun.” Kafa salladım ha bire. İsminin fıkralara malzeme olduğunu ise hiç söylemedim daha beter üzülmesin diye.
“Gerçi, Ege ve Akdeniz’e biraz daha pozitif bakıyorum” dedi. “Biliyorum bir kaç güne onlar şimdi güneşin alnına yayılacaklar. Derdi, tasayı ekime kadar bir tarafa bırakacaklar. Üşeniyorum öyle yarın moduna geçecekler. Sonra yine kış gelecek, yine içlerine bir kasvet çökecek.”
Bir de dedi, “diyet yapan kadınlar çok umutlu, kilo vereceklerine dair. Yumurta kapıya dayanmış, ama onları da hiç ellemiyorum.”
Hiç üşenmemiş, pozitif olmanın faydaları üzerine bir takım maddeler hazırlamış. Elime tutuşturdu. “Oku bunları iyice, oku ki, yazasın. Yüzümü sakın kara çıkarmayasın” dedi ve gitti.
Baktım, baktım aslında hepimizin bildiği şeyler. Kelimesi kelimesine yazmaktansa ben de oturdum kendimce baştan yorumladım. Naçizane.
Yeniden yorumlanmış Pollyanna kuralları:
Günlerden bir gün, Floransa’da tek başıma gezerken, yorgunluktan bitap, minicik bir lokantaya çöktüm. Baktım, şişmanca, etli butlu bir İtalyan kadını bir yandan elinde şarap karafı, boşalan kadehlere içki koyuyor. Bir yandan da müşterilerle şen kahkahalar eşliğinde çene çalıyor. Benim de, hayatımda belki en zayıf olduğum dönemlerden biri. Ama aylardan nisan olması sebebiyle tabii ki, diyetteyim.
Yüzünde kocaman bir gülümseme, masama doğru seğirtti. “Küçük hanım ne yiyecekler?” Mutlu mutlu gülümsedim. “Ben bir fesleğenli soğuk domates çorbası alayım, sinyora” diye. Dememle birlikte, şişman Sinyora’nın o kaba elinin sırtımda şaklaması bir oldu. “Bak, bak, baaak” dedi. “Şu hale bak, kemiklerin sayılıyor. Getirin oradan bir lasagnia” diye bağırdı. Gevrek gevrek de ekledi: “Bedenini korkak alıştıran, kilo almaya mahkumdur.”
Ya da şaşkınlıktan küçük dilini yutmuş olan ben, o anda öyle tercüme edebildim İtalyan Ümit Usta Hanım’ın, İtalyancaya çalan İngilizcesini... Sonraları uzun uzun düşünme fırsatı buldum bu vecize (!) üzerine... Acaba gerçekten yemek yemekten korktukça daha mı çok kilo alıyorduk, yoksa kilo almaktan koktukça, bir korkak haline gelip daha mı kolay kilo alıyorduk? Diyet yapan, yetmedi spor yapan, yetmedi 6’dan sonra hiçbir şey yemeyen, o da yetmedi suyla yaşayan kadınlara (şimdi erkekler de bu halde) dönüşüyorduk?
Bu gidişle zayıf kalabilmek için ya çok Sevgili Osman Müftüoğlu ile evleneceğim, Taylan Kümeli’nin yanında işe başlayacağım ya da MUTLU BİR ŞİŞMAN olarak hayatımın geri kalanını Güney İtalya’da sürdüreceğim.
Tüm sevenlerime duyurulur!
Bugün
Halil Sezai Arena’daModern zamanların yanık sesli prensi, en güzel nara atan vokali, şarkılarındaki acıyı ilk dakikadan damara nüksettiren Halil Sezai, bu akşam Tansaş İzmir Arena’ya konuk oluyor. Biz de kendisini dinlemeye gidiyoruz ki, iyice bir eski sevgili, aşk acısı, felek sillesi neymiş görelim. Şaka bir yana gidin, iyi konser, iyi şarkıcı. Biletler 35 lira. Hem gişede hem biletix’ten satılıyor.
Misal, “ölümden döndüm” cümlesi.
Hatun ya da er kişi trafiğe çıkar, başına olmadık bir iş gelir.
Ya bir TIR’ın altına girmesine ramak kalır. Ya başka bir araç ile çarpışmaktan son anda kurtulur. Apartmanın altından geçerken saksının biri, iki adım önüne ya da arkasına düşer.
Yer yer, mide fesadından Tahtalıköy’e bilet almak üzereyken kendine gelir.
Boşlukları doldurmak elimizde. Bin türlü varyasyonu var bu ölümden dönüşlerin.
Ve, bana bu tür olaylar her anlatıldığında dilimin ucuna kadar gelen şu cümle:
“E ama bir şey olmamış?” Küskün bakan gözler ve cevap “E ama Allah korudu.”
Birileri de der ki, “biz arabaları koyacak yer bulamıyoruz, bisiklet park yerin mi kusur kaldı bre zındık?”
Ben de derim ki, “bisikletimiz az olduğu için arabalarımız bu kadar çok.”
Hiç Avrupa’yı filan örnek vermeyeceğim. Şöyle medeniler, böyle medeniler, her yere araba ile gidiyorlar, her marketin önünde, her sokak başında bisiklet park yerleri var demeyeceğim.
Bu kez örnek, çalışmadığımız yerden. Batı Afrika’nın el kadar bir ülkesinden. Gambiya’dan. Gambiyalılar hem ülke ekonomilerine, hem kendi ceplerine destek olmak için her yere, ama her yere bisikletle ulaşım sağlıyorlar. Ülkenin tamamı belki İzmir kadar. Ama her köşe başında, her meydanda, her postane önünde bir bisiklet park yeri var.
Trafik bisiklete saygılı, bisikletler yayaya ve trafiğe saygılı.
Trafik konusunda söyleyeceklerim ise pazartesiye kaldı.
Ama son olarak şunu rica ediyorum bu şehri yönetenlerden. Bisiklet kiralama alanlarından geçtim, önemli arterlere park yeri yapın yeter. Kordon’un başında ve sonundaki tahtaları çürümüş bisiklet parklarını kastetmiyorum. Kastım trafiğin de insanların da bol olduğu noktalar. Bu konuyla ilgili İzmir Bisiklet Derneği’nin bir takım gönüllü girişimleri var; belki dernekle iletişime geçebilirsiniz.