Başbakan’dan kadınları eve kapatmayacak öğütler bekleriz. Ancak, bilimsel konuşmasını da bekleriz.
Genç nüfusun azalmaması için ortaya attığı en az üç çocuk fikri, sosyal ve ekonomik bir sorun olmakla kalmıyor, bunun bilimsel yanı da bulunmuyor. Çünkü, demografik yapının korunabilmesi için yetişkin her kadının sahip olması gereken çocuk sayısı 2.1. Son nüfus ve sağlık araştırmasına göre Türkiye’deki rakam 2.2. Yani hiç fena değil. Tamam genç nüfus azalıyor, ülke yaşlanıyor. Ancak bu trendle önümüzdeki 30 yıl içinde, niteliksiz 0-14 yaş grubu istikrar kazanacak ve ekonomik olarak üretken 20-54 yaş grubu iki katına ulaşacak. Nüfusları hızla tükendiği için esas alarm verenler ise beter durumda. Mesela çoğunluğu Katolik olduğu halde doğum kıtlığı çekip Vatikan’ı çileden çıkaran İtalya (1.2) ve İspanya (1.1). İşte muhafazakar Amerikan vakıflarının desteklediği Demografik Kış adlı belgesel bu sınıfa giren ülkelerin gelecekteki felaketlerini anlatıyor ve genç kuşakları bencil davranıp çocuk yapmamakla suçluyor.
Edison’a ölüm döşeğinde sormuşlar, ampulü nasıl icat ettin diye. Mucit, son nefesini verirken, gidin kasaya bakın demiş. Bakmışlar. Kasadan Nur Suresi çıkmış.
Bu bir fıkra da olabilir, dinsel bir şehir efsanesi de. Anlatana göre değişir. Ancak, ciddi olma ihtimaline inanarak anlatanlar olduğunu biliyorum.
Başbakan Erdoğan’ın "en az üç çocuk doğurun" diskurunu işitince, aklıma bu fıkra/kent efsanesi geldi.
Sözün, bilim dışılığından olsa gerek.
Başbakan, nüfusu korumak için en az üç çocuk yapmak gerektiğini söylüyor. Oysa bilimsel veriler, nüfusu korumak için her kadının üreme çağı sonuna kadar doğurması gereken çocuk sayısının 2.1 olduğunu gösteriyor. Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması-2003’e göre, kadınların üreme çağı sonunda sahip olduğu çocuk sayısı 2.2’ye düştü.
Ve bu iyi bir rakam. Avrupa’da bunu arayıp da bulamayanlar var. Danimarka, kadın başına düşen 1.9 çocukla el üstünde tutuluyor. Model olarak inceleniyor.
2.2’lik toplam doğurganlık oranı, 1950’lerdeki 6.6 çocuktan bu yana katettiğimiz bir aşama. Hızlı kentleşme, aile planlanlaması yöntemlerinin devreye girmesi ve değişen yaşam beklentileriyle 1980’lerde 4.1 çocuğa geriliyor ve şimdi bu noktaya geliyoruz. Gelişmeyi büyük ölçüde 1965 tarihli Nüfus Planlaması Kanunu’na, devletin ve sivil toplum kuruluşlarının çalışmalarına borçluyuz. Bu kuruluşlardan biri de Türkiye Aile Planlaması (TAP) Vakfı. Son günlerde TAP’ın televizyon reklamlarını görmüşsünüzdür. Kağıt kesme makinesinden şerit şerit çocuk resimleri çıkıyor. Sonra anne ve çocuk ölümlerine son mesajı veriliyor.
1985 yılında Vehbi Koç önderliğindeki iş adamları, akademisyenler, iş ve işveren temsilcileri tarafından kurulan vakıf, aile planlamasının geniş kitlelere yayılması için çalıştı. TAP’ın sitesinden geleceğe dönük beklentilere bakıyorum. TNSA-2003 raporundan şu tespit aktarılıyor:
"Gelecek otuz yıl içinde 0-14 yaş nüfus grubumuz uzun yıllardan sonra istikrar kazanarak dengelenecek. Ekonomik olarak üretken 20-54 yaş grubu hızla büyüyerek neredeyse iki katına ulaşacak. Bugün 3.6 milyon olan yaşlı nüfus ise, 2030 yılında 10 milyon, 2050 yılında 15 milyonu bulacak."
TAP’ın görüşü ise şu: AB’ye katılım sürecinde genç nüfus potansiyelini nitelikli insan kaynağı haline getirmek, nüfus yapısına uygun ekonomik ve sosyal politikaları geliştirmek şart. Yaşlı nüfusa ilişkin toplumsal politikaların, sağlıktan sosyal güvenlik sistemlerine geniş bir açılım içinde geliştirilmesi için çalışmaya başlamak gerekiyor.
Yani üç çocuğun getireceği bereketi beklemek yerine, çalışmak gerekiyor.
DEMOGRAFİK KIŞ LAİKLİK YÜZÜNDEN Mİ GELDİ
Batı’nın Hıristiyan toplumlarında uzun süredir azalan nüfus alarmı var. Papa mütemadiyen, bol bol çocuk yapın diye çağrıda bulunuyor. Hıristiyan álemindeki bu kaygı şimdi bir belgeselle manifestoya dönüştürülüyor. Bir saatlik belgeselin adı "Demografik Kış: Ailenin Çöküşü". Heritage, Family First ve New America gibi, geleneksel Amerikan değerlerini savunan, Hıristiyan aile yapısını korumayı amaçlayan muhafazakar vakıfların desteklediği bir film. Müthiş felaket tellallığı yapıyor ve çocuk doğurmayan genç kuşağa karşı saldırgan bir dil kullanıyor.
Muhafazakar platformlardan takip edebildiğim kadarıyla ana mesaj şu: "Genç kuşaklar zevk düşkünü ve bencil bir yaşam tarzına kapıldığı için evlenmiyor, çocuk yapmıyorlar. Özellikle erkekler evlilikten kaçıyor. Kadınlar da kariyer peşine düşüp ekonomik açıdan başarılı olunca çocuk yapmaktan kaçıyor. Bunda medyanın, eğlence sektörünün, akademik dünyanın da rolü var. Boşanmanın kolaylaşması, birlikte yaşamalar da üremeyi engelliyor. Yaşlanan nüfusu ikame edecek genç nüfus olmazsa büyük bir ekonomik ve sosyal çürüme meydana gelecek. Geleneksel aileyi erozyona uğratan bu eğilim yüzünden global düzeyde sosyal ve ekonomik intihar yaşanacak. Avrupa’da doğurganlık 1.3’e düştü. 2030’da AB’de 20 milyon işgücü eksik olacak. Bu işleri şu sıra Kuzey Afrikalı ve Ortadoğulular yapıyor. 50 yıl sonra Avrupa etnik, kültürel ve dinsel açıdan farklı bir Avrupa olacak. Avrupalılar, artık Avrupa’da yaşamak istemeyecek. Kültürel ve ulusal kimliklerini yitirecekler."
Yani burada İslamofobi devreye giriyor.
Filmin web sitesindeki verilere göre Batı’da evliliklerin yarısı boşanmayla sonuçlanıyor. Anne babası boşanan çocuklar da ileride evlenmiyor. İskandinavya ülkelerinde evlilik dışı yaşayan çiftlerin sayısı, hemen hemen evli çiftlerin sayısıyla eşit. Bu denklemlerden de çocuk çıkmıyor.
Film, çöküşün durdurulması için geleneksel "ataerkil" aile yapısına dönülmesini savunuyor. Ve belgeselin demografi uzmanı Phillip Longman bir iddiada bulunuyor: Sorunun temelinde, insanların dinden uzaklaşması yatıyor. Laiklik çocuksuzluğu özendirdiği için geleneksel aile yok oluyor.