Ayşe Özek Karasu

Yeni first lady Michelle Obama Beyaz Saray’ı nasıl döşeyecek

6 Aralık 2008
Beyaz Saray’a ilk kez siyah bir aile taşınıyor ya, sanki müştemilat sakinleri konağa geçiyormuş gibi muamele görüyor Obama’lar. Chicago’da 1.4 milyon dolarlık evde oturuyorlar ama, ilk kez ev döşeyeceklermiş gibi bir hava hakim. Amerikan basını, Michelle Obama’ya Beyaz Saray nasıl döşenmelidir diye akıl fikir verip duruyor. Hayrünnisa Hanım’ın Çankaya dekorasyonu da çok konuşulduğundan, yeni first lady’ler Beyaz Saray dekorasyonuna ne kadar para harcar, biraz araştırdım. Kongre Laura Bush’a, 100 bin dolar ödenek vermiş. Çankaya tadilatı için konuşulan 30.7 milyon YTL’nin yanında mütevazı bir rakam. Sonra, Dolmabahçe’den istenen 35 tarihi parçadan esinlenerek, acaba /images/100/0x0/55eb529bf018fbb8f8b9d61aBayan Obama, Lincoln’ün hokka takımını Beyaz Saray’a getirtebilir mi, diye de merak ettim. Lincoln’ün, köleleri azat eden Eşitlik Bildirgesi’ni imzalarken kullandığı pirinç hokka, Smithsonian Enstitüsü’nde duruyor. Oradan istenmesi de pek mümkün görünmüyor. Çünkü Beyaz Saray’dan gelip geçenlerin tarihi dokuya izinsiz dokunması yasak.

Adam sekiz yıldır başkan, şu anda topalın da topalı bir ördek ama, bunu ilk kez duyuyorum. Bush, Oval Ofis’e astığı tablodaki at binen adamı, Teksas’ta göreve çıkmış Methodist misyoner sanıyormuş. Oysa adam, linç kalabalığının önünden kaçan at hırsızı.

Hikaye şu: Bush, Beyaz Saray’ın tur videosunda, Oval Ofis’in detaylarını anlatırken, ressam W. H. D. Koerner’in yaptığı "A Charge To Keep" adlı tablonun üzerinde özellikle duruyor. Vahşi Batı’da yüce bir inancı yaymaya çalışan adamları övüyor. "Bunlar, kendi varlıklarından daha önemli bir amaca hizmet eden adamlar. Bir başkan da böyle olmalıdır. Kendi çıkarlarına değil, millete hizmet etmelidir" diyor. Ancak gazetelere illüstrasyon yapan W. H. D. Koerner’in o resmi 1916 yılında bir at hırsızlığı ve linç girişimi haberine görsel malzeme olarak çizdiği ortaya çıkıyor.

Evet Amerikan başkanları çalışma odasına istediği tabloyu asıyor, hatta Bush vakasındaki gibi o resimleri yanlış yorumlamak da serbest. Beyaz Saray’ın yaşam alanları da ailenin zevkine göre döşenebiliyor. Sonra, başkanlar sevdikleri sportif faaliyete uygun bahçe düzenlemesi yapabiliyor. Mesela Kennedy’ler yüzme havuzu yaptırmış, Nixon bowling salonu. Şimdi Obama’nın, Bush’tan kalma beyzbol alanını basket sahasına çevireceği söyleniyor.

SARAYI KORUMA KOMİTESİ VAR

Ama en çok first lady Michelle Obama’nın neleri değiştireceği konuşuluyor. AP’nin uzmanlara danışıp hazırladığı haberde, odalara uygun renk paleti tavsiyeleri veriliyor. Mesela devlet yemeklerinin verildiği salona, soluk sarı, şeftali, krem ve beyaz tonları hakim olsun deniyor. Ancak paranın lafı edilmiyor.

Peki gerçekten, ABD’nin yeni başkanları dekorasyona ne kadar para harcayabiliyor, neleri değiştirebiliyor, nelere dokunamıyor?

Amerikan Kongresi her dört yılda bir, 132 odalı Beyaz Saray’ın yeniden dekore edilmesi için ödenek belirliyor. Ailenin dekorasyonda en serbest olduğu alan, en üstteki iki kat. First lady, istediği mobilyayı, ev tekstili ve tabloyu alabiliyor. Ancak Lincoln Yatak Odası gibi tarihi değeri olan misafir bölümleri ile kamuya açık giriş katındaki oda ve salonlarda değişiklik yapmak için Beyaz Sarayı Koruma Komitesi’ne başvurmak gerekiyor. Barındırdığı koleksiyonlarla müze değeri de olan Beyaz Saray’ı zararlı ve zevksiz etkilerden korumakla görevli bu danışma komitesinde şu kişiler var: Beyaz Saray küratörü, teşrifatçıbaşı, Ulusal Sanat Galerisi direktörü, Smithsonian Enstitüsü sekreteri, Güzel Sanatlar Komisyonu başkanı.

Çankaya dekoruna karışan böyle bir danışma grubu yok. Ancak, obje seçerken danışan first lady’ler var. Hayrünnisa Hanım’ın Dolmabahçe’den 35 eser istediğini ortaya çıkaran Şükrü Küçükşahin, yazısında şöyle diyordu: "Rahmetli Emel Korutürk, Sorbonne Üniversitesi’nde güzel sanatlar okumuştu. Kendi çabasınca Köşk’te bazı düzenlemeler yaptı; ama her obje seçimine Enver Ziya Karal başta olmak üzere uzmanlarıyla toplanıp karar verdi."

TRUMAN’A ANTİKA YERİNE KOPYASI

Kongre’nin, ailenin yaşam alanlarında tadilat için en son 2004’de verdiği ödenek 100 bin dolar. Eski dönemlerin rakamları ise 50 bin dolarlarda geziniyor. Ek masraflar ailenin kendi şahsi bütçesinden karşılanıyor ki, haddini aştığın zaman medya dayak atmaya başlıyor. Böyle bir olay Nancy Reagan’ın başına geliyor. Ronald Reagan’ın başkan olduğu 1980’lerde first lady Nancy, 210 bin dolarlık Lenox porselen siparişi verince basın kıyameti koparıyor.

Kongre ödeneği muazzam olmadığı için, alınacak eşyalarda abartıya kaçılamıyor. Mesela Harry Truman, şöyle ağır bir hava istediğinden Beyaz Saray’ı antika ve tarihi parçalarla döşemeye niyetleniyor. Ancak bütçe yeterli olmadığı için antikaların kopyalarıyla yetinmek zorunda kalıyor.

Hayrünnisa Hanım da, Dolmabahçe’den istediği 35 parçaya meclisten onay çıkmayınca, "İsterseniz beğendiğiniz parçaların replikalarını yaptıralım" teklifiyle karşılaşıyor.

Beyaz Saray’a yeni taşınan aileler ev döşemek için alışverişe çıkmasa da oluyor. Beyaz Saray’a ait eski mobilyaların bulunduğu depoyla, 500 kadar heykel ve tabloyu barındıran sanat koleksiyonundan istediklerini alabiliyorlar. İşte Bush, çok beğendiği at hırsızı tablosunu bu koleksiyondan almış. Sonra başkanlar, selefleri arasında seçim yapıp en sevdiği başkanların portrelerini dizebiliyor duvara.

Başkanlar, Oval Ofis’teki kartallı halıyı da yeniden yaptırabiliyor. Tasarım serbest ama, bir pençesinde zeytin dalı, diğerinde ok tutan kartal arması aynı kalıyor. İkinci Dünya Savaşı sonundan beri kartalların başı zeytin dalından yana dönük.

Dekorasyon zevkiyle çok takdir toplayan, ancak kocaları suikasta kurban gittiğinden, döşedikleri evde ağız tadıyla dönemini tamamlayamayan first lady’ler de var. Biri Jacqueline Kennedy, diğeri de 1881’de, göreve seçildikten altı ay sonra öldürülen Başkan James Garfield’in eşi Lucretia.
Yazının Devamını Oku

Tanrı’nın parçacığını ilk önce kim bulacak, Amerika mı Avrupa mı

29 Kasım 2008
Fizikçilerimizi kaybedeli yarın tam bir yıl olacak. Engin Hoca ve beş meslektaşı, geçen yıl Isparta’daki uçak kazasında aramızdan ayrıldıktan sonra, onların da dahil olduğu CERN’deki büyük çarpıştırma deneyi başladı. Evreni oluşturan Higgs parçacığını arıyorlardı ama, arıza yüzünden deney durdu. Higgs parçacığı sadece orada aranmıyor. ABD’deki yüksek enerji laboratuvarı Fermi’deki parçacık fizikçileri de arıyor. Onların parçacık çarpıştırıcısının adı "Tevatron". Dünyadaki en yüksek enerjili proton-anti proton çarpıştırıcısı. Kısa adıyla Fermilab, ABD’nin yeni başkanı seçilen Barack Obama’nın, senatör olarak temsil ettiği Illinois’de bulunuyor. Bush yönetimi, bu yıl Fermilab’ın bütçesinden 22 milyon dolar kesmeye kalkışınca Obama çok mücadele etti ve federal ödenek kurtuldu. Şimdi Fermilab’daki fizikçilerin Higgs parçacığını bulma umutları tazelendi. Artık Obama sayesinde bütçe sıkıntısı çekmeyeceklerini düşünüyorlar. Bir de belgeselleri çekildi; Atom Smashers. Sadece fizikçi olarak değil insan yönleriyle tanıtılıyor Fermi fizikçileri. Aralarında rock grubunda çalanlar, yeni anne olanlar var.

Boğaziçi Üniversitesi parçacık fizikçisi Prof. Dr. Engin Arık, ölümünden sonra çok konuşuldu. Özellikle de komplo teorileri bağlamında.

Engin Hoca, CERN’deki büyük çarpıştırma projesinin ATLAS deneyi safhasında çalışıyordu.

Hocayla geçen yıl yaptığımız röportajda, Melekler ve Şeytanlar muhabbetine de girmiştik. CERN’deki deneyle başlayan entrika romanını sevmişti hoca. İnsanların bilime ilgi duymasına vesile olur diye.

Ayrıca Türkiye’deki bor madenlerinde büyük cevher yattığını da söylüyordu.

İşte komplo teorileri böyle beslendi ve Isparta’daki kaza, "esrarengiz uçak kazası" haline geldi.

Engin Hoca kamuoyunca ölümünden sonra tanındı. Bazı bilim insanları ise ölümünden önce tanınıyor.

Mesela, ABD’nin Illinois eyaletindeki Fermi Laboratuvarı’nın parçacık fizikçileri. Halk onları daha yakından tanısın diye belgeselleri çekildi. The Atom Smashers, yani Atomu Parçalayanlar adıyla. Film geçen hafta PBS kanalında gösterildi.

Filmin bütününü görmedim ama, parçalarını izledim. Atomların dünyasındaki fizikçileri yeryüzüne, gerçek hayata indiriyor. Tevatron çarpıştırıcı üzerinde son bir yıllık çalışmaları gösteriliyor. Onlar da Büyük Patlama’da evrendeki simetriyi oluşturduğu varsayılan Higgs parçacığını arıyorlar. Aynı İsviçre’deki CERN laboratuvarında olduğu gibi. CERN’deki Büyük Hadron Çarpıştırıcısı (LHC) bu filmde sahne arkası karakter pozisyonunda. Fermilab’da dijital bir saat var. LHC deneyi için geri sayımı gösteriyor.

Biliyorsunuz LHC deneyi geçen eylülde büyük tantanayla başladı ve arıza nedeniyle yarıda kaldı. Bir kaza yüzünden LHC’nin dev mıknatısları hasar gördü. Deney seneye yeniden başlayacak.

Acaba Fermilab, Tanrı’nın parçacığını Avrupa’dan önce bulur mu? Ya ölümcül bir bütçe kısıntısı, yeraltındaki deneyi yeraltına gömerse? İşte filmin odak noktasında bu gerilim var.

Bütçe kesintisi korkusu boşuna değil. Bush Yönetimi, Fermi’nin bu yılki bütçesinde 2007’ye göre 22 milyon dolarlık kısıntıya gitme kararı aldı. Bunun üzerine Fermilab’da projeler durduruldu ve 200 kişinin işten çıkarılması için plan hazırlandı. İşte bu aşamada Illinois senatörleri Barack Obama ve Dick Durbin devreye girdi. Washington’da mücadele verip bütçeyi kurtardılar. Bush, geçen 30 Haziran’da yüksek enerji çalışmaları için 62.5 milyon dolarlık ek bütçeyi onayladı. Bu ek ödenekten gereken payı alan Fermilab’da projeler geri döndü ve bayram havası esti. Laboratuvar Direktörü Pier Oddone, "Üzerimizdeki kara bulutlar kalktı" dedi.

ROCK GRUBUNDA ÇALAN FİZİKÇİ

The Atom Smashers, fizik aleminden ibaret değil. Fizikçilerin birer insan olarak hayat hikayeleri de dramatik yapının bir parçası. İlginç karakterler var. Mesela, Drug Sniffing Dogs adlı rock grubunda çalan fizikçi Ben Kilminster. Ailesiyle laboratuvardaki çalışmaları arasında denge kurmaya çalışan Arjantin doğumlu teorik fizikçi Marcela Carena. Tanrı’nın Parçacığı kitabının yazarı Nobel Fizik Ödülü sahibi Leon Lederman. İlişkilerini uzaktan uzağa sürdürmeye çalışan fizikçi karı-koca John Conway ve Robin Erbacher. Erbacher geçen haziran ayında anne olmuş.

Filmin, Chicago’daki Bilim ve Endüstri Müzesi’nde yapılan prömiyerinden sonra Erbacher, "Benden hayatımda ilk kez imza istediler. Kendimi rock yıldızı gibi hissettim" diyor.

Fizikçilerin düş kırıklıkları, umutları ve korkuları da var filmde. Deneyin ters giden bir safhası, fizikçinin yüzündeki hayal kırıklığı şeklinde yansıyor ekrana-perdeye.

Kilminster, Conway ve Erbacer, LHC’deki parçacık deneylerinden birinde de çalışmışlar. Filmde sık sık "biz ve onlar" bahsi geçiyor. Burada "biz" Amerikalılar, "onlar" ise Avrupalılar oluyor. Higgs’i bulma yarışı apaçık görünüyor ama, aslında Avrupa’daki deneylerde çalışan çok sayıda Amerikalı ve Amerikan deneylerinde çalışan Avrupalı bilimciler var. LHC’de ortaya çıkan arıza, masanın iki yanında birden oynamanın önemini ortaya koyuyor.

LHC’deki deneyin ters gitmesi hain bir şekilde umutlarını artırmış. "Çoğumuz gelecek bir-iki yıllık planlarımızı yeniden gözden geçirmeye başladık. Çünkü o süre zarfında Higgs parçacığını bulma şansımız yüksek" diyor Kilminster. John Conway de CERN’deki kazanın "oyunun" gidişatını değiştirdiğini düşünüyor.

Fizikçilerin korkuları bütçe kesintisine odaklanıyor daima. Ancak şimdi Obama’nın başkan seçilmesi sayesinde umutları artmış. Filmin televizyonda gösterimi nedeniyle medya gündemine gelen Conway ve Erbacher, "Obama yönetiminin yüksek enerji deneylerinde bütçe kesintisi yapmayacağını düşünüyoruz" diyorlar.

Engin Hoca’nın hayal kırıklığı ve korkusu da bütçe olmamasıydı. Şöyle demişti röportajda:

"Türkiye CERN’e üye değil. Çünkü TÜBİTAK temel bilimle ilgili projeleri desteklemiyor. Türkiye bir Avrupa ülkesi olarak neden CERN’e üye olmasın? Bilimsel platformda olmak büyük prestij kazandırır. Türkiye’nin önüne hedefler koyması gerekir. Biz projeleri tartışıyor, sonra rafa kaldırıyoruz. Atılım yapsak, Türkiye 15 yılda bilim ülkesi olur."
Yazının Devamını Oku

Zaten 6 kişi içmiyor peki ne demeye koyuyorsun o pahalı şarabı masaya

22 Kasım 2008
G20 sofrasının panoramasına bakınca pahalı olduğu için eleştirilen şarabın aslında lüzumsuz olduğu derhal dikkati çekiyor. Ev sahibi George W. Bush dahil, masadaki 7 lider ağzına içki sürmedi. Sofrada bir Fransız varsa, ona caka satmak için en iyi şarabını ortaya sürebilirsin. Kimbilir belki beğenir de zafer duygusuna kapılırsın. O sofrada da bir Fransız vardı ama, şarapçı cinsinden değil. Alkol kullanmıyor, çay içiyor.

G-20 sofrasından söz ediyorum. ABD Başkanı Bush’un küresel mali krizi görüşmek üzere Beyaz Saray’da kurduğu sofradan.

Malum, zirve öncesi yemek davetinde ikram edilen Shafer Cabernet "Hillside Select" 2003, sorun oldu. Ekonomik krizi konuşmak için oturduğun masaya, şişesi 500 dolarlık California şarabı konulur mu diye tartışıldı. Ortama göre fazla lüks bulundu.

Aslına bakılırsa Amerika’daki bazı yayın organları yemekte ikram edilen patlıcan fondüyü bile lüks buldu. Sanırım İsviçre usulü bir yemek diye.

Sofranın panoramasına şöyle bir bakınca, medyanın gözüne batan şarabın aslında lüzumsuz olduğu derhal dikkat çekiyor.

Bir kere masadaki Fransız, has Fransız değil. Etnik köken bakımından değil, şarap sevmemesi açısından. Macar göçmeni babanın oğlu Cumhurbaşkanı Sarkozy, nice zaman önce şarapçı olmadığını, daha doğrusu ağzına alkol sürmediğini ilan etti.

Geçen yıl zenginler zirvesindeki basın toplantısına sarhoş bir edayla çıktığı için, "O gün alkollü müydünüz?" diye soruldu. O da "Asla, ağzıma içki koymam, sevmem" dedi.

YEMEYİ, İÇMEYİ SEVMEYEN FRANSIZ OLUR MU

Hatta bu yüzden şarap üreticileri ifrit oldu. "Ne zaman TV’yi açsak, adam jogging yapıyor. Yemeyi sevmiyor, içmeyi sevmiyor, bu adam Fransız kültürünü temsil etmiyor" diyen üreticiler çıktı. Eski Cumhurbaşkanı Chirac’ın şarabı nasıl da zevkle yudumladığına göndermeler yapıldı.

Nitekim Sarkozy, G-20 yemeğinde de şarap içmedi.

Yanında oturan Suudi Arabistan Kralı Abdullah’a da uyum sağladı böylelikle.

Shafer Cabernet "Hillside Select" 2003, ya da yemekte ikram edilen diğer şarabın, 2006 mahsulü Landmark Chardonnay "Damaris Reserve"in tadına bakmayan ikinci kişi tabii ki Suudi Kralı’ydı.

Başbakan Erdoğan’ın, kadeh kaldırmayı bile sevmediğini biliyoruz. Etti üç.

Masadaki diğer bir Müslüman lider Endonezya Devlet Başkanı Susilo Bambang Yudhoyono’ydu ki, şerefe kadeh kaldırılırken elinde su vardı.

Endonezya dünyanın en kalabalık Müslüman ülkesi ama, şarap üretmiyor tüketmiyor değil. Daha düne kadar sadece yabancılarla turistler ve üst tabaka şarap içiyordu. Şimdi ise özellikle başkent Cakarta’da orta sınıf arasında da yayılıyor. Hatta bu kesime hitap eden şarap kursları da var bol miktarda.

HİNDİSTAN BAŞBAKANISUYLA KADEH KALDIRDI

Dönelim sofraya. Masada şarap içmeyen beşinci konuk, Hindistan Başbakanı Manmohan Singh’ti. O bir Sih ve inancının gereklerini yerine getiren bir Sih’in şarap, sigara ya da herhangi bir ot içmemesi, vejetaryen olması gerekiyor.

Manmohan Singh kibar bir Hintli olarak su ya da meyve suyuyla şerefe kadeh kaldırıyor.

Altıncı kişi Arjantin Devlet Başkanı Cristina Fernandez. Arjantin’in güzel içimli şarapları var, Fernandez’in o şarapları içtiği de vaki. Ama G-20 sofrasında önünde sadece su kadehi doluydu. Neden, bilmiyorum.

Topluluğun adı G-20. Ama masadakilerin sayısı 20 değildi. BM Genel Sekreteri, AB Komisyonu Başkanı, Dünya Bankası ve IMF’nin de başkanlarıyla sayıları 26’yı buluyordu.

Ve aslında ev sahibi de içmiyordu. Bush yemeklerde şarap kadehini şerefe kaldırıyor ama, suyla devam ediyor. 40’ında dine dönüp alkolizmden kurtulduğu için.

Ev sahibiyle birlikte etti mi yedi!

Helen Mirren’in tecavüz lafı İngiltere’yi gerdi

Kadın ya da erkekler, bir tecavüz mağdurunun provokatif davrandığını düşünüyor olabilir mi? Kurbanın kılık kıyafet, ya da davranışlarıyla cinsel saldırıyı davet ettiğini?

Helen Mirren öyle bir laf etti ki, İngiltere bir haftadır bu soruları tartışıyor.

Mirren bir süre önce, gençliğinde iki kez tecavüze uğradığını açıklamıştı. Çıktığı kişiler tarafından. Ancak şikayette bulunmamıştı. Geçen pazar The Sunday Times’ta yayınlanan röportajında ise o patlayıcı lafı etti. Kadınlar, bir şekilde tecavüz kurbanlarının "kaşındığını" düşünüyor dedi. Cümlesi tam olarak şöyleydi: "Tecavüz davalarında saldırganlar önemli cezalar almıyor, çünkü jürideki kadınlar, tecavüz mağdurunun aslında bunu istediğini düşünüyor. Mahkemeler de erkekleri korumak adına jüri heyetine mümkün olduğunca çok kadın seçiyor. Kadınların neden böyle düşündüğünü bilmiyorum, aklıma gelen tek neden cinsel kıskançlık."

Bu laflar kamuoyunda bomba gibi patladı. Başsavcı Vera Baird köpürdü. Tecavüz mağdurlarının adalete başvurması için gösterdikleri onca çabaya, Helen Mirren’in darbe indirdiğini, bu lafların caydırıcı etki yapacağını, jüri seçimiyle ilgili sözlerinin tamamen asılsız, abes olduğunu söyledi. Mahkemelerde tecavüz kurbanlarına yönelik muameleyi iyileştirmek için kampanya yürüten Jill Saward da, Helen Mirren’i mücadeleye zarar vermekle suçladı.

Ancak oyuncuya destek çıkanlar, Mirren’in gerçeğe parmak bastığını söyleyenler de oldu.

Birçok davada tecavüzcülerin avukatlığını üstlenmiş bulunan Kirsty Brimelow, Mirren’i şöyle doğruladı: "Jürideki kadınların, mağdurlara sert davrandığı doğrudur. Özellikle de kurban olay sırasında içkiliyse, ya da saldırgan mağdurun tanıdığı biri veya eski erkek arkadaşıysa."

Helen Mirren benim idolüm. Mahkemelerle ilgili sözleri doğru olabilir. Ancak "cinsel kıskançlık" konusunda bazı tereddütlerim var.
Yazının Devamını Oku

Aylardan işkembe ayı

15 Kasım 2008
Aylardan işkembe ayı ama, burada değil Fransa’da. Fransız Ulusal Sakatat Federasyonu, kasım ayını sakatat ayı ilan etmiş.

Durup dururken değil, ekonomik durgunluk nedeniyle. Onlar sakatatın genel adını işkembe diye andığından ben de işkembe ayı diyorum. Fransa’da geçen eylül ve ekim aylarında sakatat satışları, geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 16 artarken, et satışları yüzde 2.6 düşmüş. Tamamen ekonomik krizin eseri. Nice zamandır sakatata yüz vermeyen Fransızlar, daha ucuz diye kelle-paçaya yönelmişler. İşkembe federasyonu da bu eğilimden cesaret alıp internet kampanyası başlattı, dana dilli, yürek kebaplı kolay tariflerle sakatatı modernleştirmeye çalışıyor. İngiltere’de de benzer bir gidiş var. Gazetelerde, web sitelerinde, kelleden kuyruğa yemek modasına uygun yemek tarifleri var. Daha ucuz diye. Züğürt artığı diye. Ama bunlar bizim için geçerli değil. Çünkü artık ortalıkta ciğerci bulunmadığı gibi, eski İstanbul yıllarından geriye kalan birkaç işkembeci ve kelle-paçaçıda çorbanın fiyatı Çin işi wonton çorbasından biraz daha ucuz. O kadar.

En iyi tuzlama ve kelle arkadaşım babamdı. Çocukken tiyatro çıkışları Beyoğlu’ndaki Zümrüt’te, ileride iş yıllarında Cağaloğlu İşkembecisi’nde.

Babam artık yok. Annem de iyi işkembe arkadaşıdır ama, şöyle yol üstünde işkembeci yok.

Babaannem muhteşem işkembe ve bumbar dolması yapardı. Artık babaannem de yok.

Yazının Devamını Oku

Hollywood’un facianın eşiğinden döndüğü anlar

8 Kasım 2008
Don Corleone’yi, Marlon Brando yerine Ernest Borgnine oynasaydı ne olurdu? Coppola dehasının yarattığı atmosferi bir yana bırakırsan, Marlon’suz Baba, belki de sıradan bir mafya filmi olurdu. Yazar Eila Mell, Amerikan sinemasında "aslında kim hangi rolde oynayacaktı"nın hikayesini yazmış. Kitap sürprizli. Mesela hasta kızın gözü yaşlı sevgilisi Ryan O’Neal, az daha Rocky rolünü kapıyormuş. Neyse ki senaryoyu yazan Stallone, "Başrolde olmazsam, senaryoyu da vermem" diye tehdit savurmuş. Sonra Yıldız Savaşları’nın Han Solo’sunu az kalsın Burt Reynolds oynuyormuş. Bıyıklı Reynolds’tan iyi bir minibüs şoförü olabilir ama, uzay gemisinin dümenine Harrison Ford’un daha çok yakıştığı kesin.

Dış haberciliğe başladığımda Ronald Reagan ABD başkanıydı. Adı eski aktör diye geçiyordu ama, kendisini katiyen tanımıyordum. Oysa Hollywood’un kılpayı kurtulduğu o facialardan biri meydana gelmiş olsaydı, Reagan’ı, Casablanca’da Rick’i oynayan adam olarak tanıyacaktık.

Önyargılı olmayalım. Belki Reagan, kazulet görüntüsüne rağmen Humphrey Bogart kadar iyi bir Rick olabilirdi. Ancak karşısında da Ann Sheridan oynacaktı ki - kendisi biraz pin up olur, Ingrid Bergman’ın ürkek seksapeli onda yoktur - o zaman Casablanca çok farklı bir Casablanca olacaktı.

Eila Mell’in yazdığı "Casting Might-Have-Beens" kitabına bakarsanız, Hollywood’un bütün unutulmaz filmlerinin başından bu tür hikayeler geçmiş. Stüdyoların milyonlarca dolarlık yapımların baş rolünde görmek istediği aktörleri yönetmenler reddetmiş ve yönetmenlerin tercihlerinden muhteşem roller çıkmış.

Belki oyuncular mükemmel iş çıkardığı için, o rolde başkasını düşünmek mümkün olmuyor. Mesela Ryan O’Neal’i ringe çıkmış bir Rocky olarak düşünemiyorum. Ama projede ilk onun adı geçmiş. Sonra senaryoyu yazan Sylvester Stallone tehditle kapmış rolü.

Stallone’den çok iyi Rambo, Rocky oldu. Ama Sosyete Polisi olmazdı. Ya da stüdyonun planladığı üzere Eddie Murphy yerine o oynasaydı, o fırlama polis tipi asla varolmazdı.

BIYIKLI UZAY KUMANDANI

Yıldız Savaşları’nın kasting hikayesi de ilginç. Stüdyo, uzay gemisi Millennium Falcon’u kara saç-kara bıyık Burt Reynolds’un kumandasına vermek istemiş. Ama yönetmen George Lucas, kalkmış eski set marangozu Harrison Ford’u seçmiş.

Baba filmi en çarpıcı örnek. Francis Ford Coppola, stüdyonun istediği hiçbir aktörü kabul etmemiş. Sonuçta Ernest Borgnine-Burt Reynolds-Martin Sheen-Dustin Hoffman dörtlüsü yerine Marlon Brando-James Caan-Robert Duvall-Al Pacino kastı çıkmış. İnsanın hayalinde, ölüm gibi soğuk bakışlı Al Pacino’nun yerinde Dustin Hoffman’ı oturtması zor.

Kuzuların Sessizliği’nde Jodie Foster-Anthony Hopkins geriliminden daha müthişini düşünemiyorum. Sonuçta her ikisi de Oscar alıyor. Ancak stüdyonun aklından ilk planda geçen isimler; Andie MacDowell, Michelle Pfeiffer, Meg Ryan, Robert Duvall ve John Hurt. Bunları eşleştirin bakalım, hangi çift Foster-Hopkins’ten daha sinir bozucu olabilir.

Çok trajik olmayan kast değişiklikleri de var. Titanik’te Leonardo DiCaprio’nun yerine ilk düşünülen isim Macaulay Culkin’miş. Bence hiç fark etmezdi. Lüzumsuz bir film.

TARTIŞMASIZ SAPIK

Ama bakın Amerikan Sapığı’nda Christian Bale yerine Brad Pitt’in oynaması talihsizlik olurdu. Brad Pitt rolü geri çevirmiş. Tamam onun vücudunu Troy’da gördük ama, topyekün Patrick Bateman olabilmek Christan Bale’e özgü bir iş.

Bu arada rolleri reddetmekte Brad Pitt’in üstüne de yok. The Bourne Identity’yi Matt Damon’a, Matrix’i de Keanu Reeves’e ikram etmiş.

Coppola, Dracula’daki avukat rolü için Johnny Depp’i istemiş, ama stüdyonun Keanu Reeves tercihine boyun eğmiş. Soygun filmi Point Break’te de Reeves, Depp’in yerini almış. Ve Depp, Thelma ve Louise’te Brad Pitt’in oynadığı rolü geri çevirmiş.

Yıldızları yıldız yapan bazı roller de son dakikada elde edilmiş. Mesela Neşeli Günler için stüdyonun düşündüğü ilk isim Audrey Hepburn, role konup sinemada ünlü olan isim Julie Andrews. Ama bu hikayenin öncesi de var. Julie Andrews, Broadway’de My Fair Lady’deki rolüyle büyük sükse yapıyor. Film projesi masaya konduğunda doğal olarak Eliza Doolittle rolünü onun oynaması gerekirken, Audrey Hepburn’ün elinde kalıyor.

Bütün bu kim kimin yerine oynadı denklemlerinde en isabetli olay Ronald Reagan’ın Rick rolünü oynamaması. Casablanca ziyan olurdu.

Reagan’ı, sevdiği kadına dumanlı bir sesle "Gözlerimin içine bak ufaklık" derken düşünemiyor insan.
Yazının Devamını Oku

İkinci bir emre kadar bilgilenmek yasaktır

1 Kasım 2008
Başlık sert mi geldi? Yargı kararlarıyla web içeriğine aç kapa yapmanın Türkçesi budur ama. Fikri mülkiyeti korsan eylemlerden korurken, bireylerin bilgilenme hakkını çiğnemenin Türkçesi. Blogger.com, korsan maç yayını yüzünden Diyarbakır’daki mahkeme tarafından kapatılıp beş gün sonra açıldı. Blogcular fikri hürriyetleri engelleniyor diye köpürüyor. Ama yetmez, bir de 70 milyon insanın bilgilenme hakkı engellendiği için köpürmeliler. Çağdaş hukuk devletlerinde yargının bilgilenme hakkını engelleyici karar alma yetkisi bulunmuyor. Korsanlıkla mücadele adına dahi olsa. Çünkü korsan sitelere karşı uluslararası bir yasal düzenleme yok henüz. Geçen ağustosta İtalya bunun örneğini yaşadı. İsveç kökenli Pirate Bay sitesine erişim, bir savcının girişimi sonucu engellendi. Ancak mahkeme erişim yasağını kaldırdı. Çünkü yasaklama AB müktesebatıyla uyumlu değildi. Sonuçta işgüzar savcı, Pirate Bay’den "Berlusconi’nin uşağı" diye hakaret işittiğiyle kaldı.

Pirate Bay tabii ki arsız bir site. Son derece kötü şöhreti olan, azılı bir BitTorrent izleme sitesi. Günde 2 milyon kişi ziyaret ediyor. Filmden müziğe hızlı aktarımlı dosya paylaşımı sağlıyor ve dünyanın dört bir yanındaki telif sahiplerinden uyarı alıyor.

Ama onlar, korsanlığa çanak tuttukları yetmezmiş gibi gelen uyarıları "tehdit mailleri" başlığı altında yayınlıyorlar. Mesela DreamWorks avukatları, "Shrek 2’nin telif ve fikri mülkiyet hakkı müvekkilimize aittir. DreamWorks’ün izni olmadan çoğaltılamaz, dağıtılamaz" diye mail atıyor, Pirate Bay şu yanıtı veriyor:

"İsveç, ABD’nin bir eyaleti değil, Avrupa’nın kuzeyinde bir ülkedir. Burada Amerikan yasaları geçmez. İsveç yasaları da kesinlikle ihlal edilmemektedir... Go f..k yourself."

Bilgisayar manyağı üç İsveçlinin kurduğu site gerçekten yasal, çünkü sıradan bir arama motoru gibi çalışıyor, yasadışı içeriği barındırmıyor, sadece malzemenin indirileceği yeri gösteriyor. Böylece dokunulmazlığını sağlıyor. Amerikan sinema endüstrisi bu site yüzünden milyarlarca dolar zarara girdiği iddiasında. Film stüdyolarını temsil eden Motion Picture Association of America (MPAA), Pirate Bay’in büyük paralar kırdığını söylüyor. Ancak Pirate Bay kurucuları sitenin kár etmediğini, reklam gelirinin harcamaları ancak karşıladığını, esas başka işlerden para kazandıklarını ileri sürüyor.

Microsoft, Apple, Warner Bros gibi dev şirketler de şikayet ve uyarı kuyruğuna girenlerden. Ama nafile. Geçen ocak ayında Türkiye’de de Pirate Bay aleyhinde dava açılıyor. Daha önce İsveç polisi, gruba baskın yapıyor, site iki gün kapalı kalıyor. Almanya, sitenin aşırı sağcılarla bağlantısı olduğunu iddia ediyor. Danimarka’da dava açılıyor. Ancak kimse Pirate Bay’e ilişemiyor.

İtalya da şansını deniyor. Geçen ağustos ayında. Bergamo Savcısı Giancarlo Mancusi, telif hakları ihlalinden soruşturma açıyor ve mahkeme internet servis sağlayıcılarının Pirate Bay erişimini bloke etmeleri yönünde karar alıyor.

Pirate Bay’ciler avukat tutup kararı temyize götürüyor. İtalyan temyiz mahkemesi kararı bozuyor, çünkü yabancı bir siteye erişimi engellemek AB müktesebatına aykırı. AB’nin E-Ticaret düzenlemesi, servis sağlayıcıların o ülke sınırları dışındaki web içeriğini engellemesini yasaklıyor.

Bu düzenlemeden rahatsız olan İtalya, geçen yıl çıkardığı bir yasayla, çocuk pornosu içeren sitelere erişim yolunu tıkamıştı. Ancak telif hakları ihlali söz konusu olduğunda, servis sağlayıcıların yasal hakları sınırlı.

Temyizi kazanan Pirate Bay, işgüzar savcı Giancarlo Mancusi’yi hedef alan bir blog yayınlıyor. Savcıyı, İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi’ye uşaklık etmekle suçluyor. Malum, Berlusconi aynı zamanda İtalya’nın en büyük medya grubu Mediaset’in patronu. Pirate Bay doğal olarak Berlusconi’nin çıkarlarını zedeliyor. Nitekim, İtalya’nın en büyük torrent sitesi Colombo-BT’yi kapattıran savcı da aynı savcı; Mancusi.

Savcıların sınır ötesi korsan sitelere karşı harekete geçmek için Sahteciliğe Karşı Ticaret Anlaşması’nı (ACTA) beklemeleri gerekiyor. Korsanlığa karşı uluslararası önlemleri düzenleyen ACTA halen ABD, AB ve Japonya arasında müzakere aşamasında. Yıl sonuna kadar tamamlanması bekleniyor.

AÇ KAPA, AÇ KAPA

Şimdi düşünün, AB’nin mevcut hukuk normuyla sınır ötesi bir korsan sitesini bile kapatmak mümkün değilken, Türk mahkemeleri YouTube’a, Richard Dawkins’in sitesine erişimi yasaklıyor, korsan yayın yüzünden koca bir blog alemini karartıyor. Lig TV’deki maç yayınları korsan usulü izlendiği için mahkeme, Google tarafından sağlanan blogger.com ve blogspot.com erişimini engelleme kararı alıyor. Ancak bu karardan beş gün sonra deliller eksik olduğu gerekçesiyle yasak kaldırılıyor. Deliller gelene kadar! Yani deliller mahkemeye ulaşınca, muhtemelen yine kapatılacak. Bu böyle aç kapa, aç kapa sürüp gidecek.

Peki Digiturk’ün fikri mülkiyet hakkını korurken, bireylerin bilgilenme hakkını çiğneyebilir mi yargı?

Siber Haklar ve Özgürlükler Organizasyonu yöneticisi, hukukçu Doç. Dr. Yaman Akdeniz’in görüşü şöyle:

"Digiturk’ün korsanla mücadelesi çok doğaldır. Ama, erişim engelleme kararında ölçüsüzlük var. Mangal yaparken orman yakmaya benziyor. Verilen kararın ikincil hasarları üzerinde durulmamış. İnsan hakları ve düşünce özgürlüğü açısından ve Anayasa’ya aykırılık konusunda bir inceleme yapılmamış."

Yasaklamaya temel oluşturan 5651 sayılı yasanın, meclisten iki saat içinde geçirildiğini, savcı ve hakimler tarafından da keyfi kullanıldığını söylüyor Akdeniz. Kaldı ki, yasanın amacı çocukları zararlı içerikten korumak. Yetişkinlerin bilgilenme hakkını engellemek değil.
Yazının Devamını Oku

Bu teorilere dikkat

26 Ekim 2008
Küresel mali krizin yere yatırdığı ekonomiler elbet ayağa kalkacak ama, bu kriz yüzünden ölecek milyonlarca insan geri gelmeyecek. Dünya Bankası’na göre kriz yüzünden gıda yardımlarının azalması nedeniyle 100 milyon insan açlıktan ölüm tehlikesiyle burun buruna gelecek. Kriz, bölgesel gerilla hareketlerini de tırmandırabilir. Tarım ürününü satamayan ülkelerin kırsallarında işsiz gençlerin gerilla hareketlerine katılımı hız kazanabilir. Bu yüzden kanlı iç savaşların çıkması muhtemel. Bir de Starbucks teorisi var. Newsweek yazarı Daniel Gross, kahve zincirini barındıran bütün finans merkezlerinde bankaların battığını söylüyor, "Dikkat et Türkiye" diyor.

New York Times’ın ünlü köşe yazarı Thomas Friedman’ın McDonald’s teorisi çökeli hayli zaman oldu. "Her ikisinde de McDonald’s zinciri bulunan iki ülke arasında savaş çıkmaz" demişti. Çıktı. 2006’da İsrail-Lübnan savaşı çıktı. Geçen ağustos ayında da Rusya ile Gürcistan çatıştı. Hepsi de McDonald’slı.

Friedman’a göre, orta sınıfı Big Mac alabilecek kitlesel tüketim kapasitesine ulaşmış bir ülke, ihtilaflarını silahla değil, barışçı yollarla çözebilirdi. Ancak realpolitik teoriye uymadı.
/images/100/0x0/55ea7602f018fbb8f88174ca
Şimdi de Newsweek’in ekonomi yazarı Daniel Gross, benzer bir teoriyi öne sürüyor. Gross’a göre bir ülkede Starbucks dükkanlarının sayısı ne kadar fazlaysa, o ülkenin mali sorunları da o kadar kabarık oluyor. O ülkenin finans merkezi olan kentinde bankalar batabiliyor. Şu yaşadığımız küresel mali krizde olduğu gibi.

İşte New York. Manhattan’da 200 Starbucks dükkanı var, bankalar battı. İşin ironik yanı o dükkanlar strateji gereği, hep büyük yatırım bankalarının çevresinde kümelenmiş bulunuyor. Londra; 256 Starbucks şubesi var, batık bankalar da var.

Bu örnekleri çoğaltıyor Gross. Sonra karşı örneklere geçiyor. Starbucks’ı olmayıp, mali sistemi de güçlü olanlara. İtalya’da yok, batan banka da yok. 200 milyon nüfuslu Brezilya’da sadece 14 Starbucks dükkanı var, bankacılık sistemi sağlam. Afrika ve Güney Amerika ülkeleri ile Avrupa’nın kuzeyindeki ülkeler de öyle. Çünkü bu ülkelerdeki bankalar, Starbucks ekonomisinin bankalarıyla entegre olmamışlar. Danimarka’da sadece iki şube, Hollanda’da üç şube var. İsveç, Norveç ve Finlandiya’da hiç yok.

Starbucks ile batık bankaların alakası şu: Gross’a göre Starbucks’ın bir ülkedeki yaygınlığı, tüketimdeki aşırılığın dozu açısından önemli bir gösterge oluşturuyor. Starbucks’ın yaygınlığı aynı zamanda o ülkenin iş dünyasında geleneksel yöntemleri terk edip, Amerikan usullerini benimseme eğiliminin de göstergesi. Starbucks’ın yayıldığı bütün ülkelerin aslında kendi kahve (hane) geleneği var. Ancak o ülkelerdeki tüketicinin, parasını bu pahalı kahve çeşitlerine akıtması, mali iyimserliğin de yüksek olduğunu gösteriyor. Sonuçta krediler ödenemiyor vs.

Peki bu teorinin tutmayan ayağı neresi? Türkiye. Şöyle yazıyor Gross: "İstanbul’dan henüz döndüm. Orası, Batılı fonlarla sıkı bağları bulunan, yükselen bir finans başkenti. Köklü bir kahve kültürü var ama, ben en merkezi mekanları işgal eden Starbucks dükkanlarını sayamadım bile. 67 tane olduğunu öğrendim. Dikkat et Türkiye!"

KAN AKACAK MI

Mali krizle bağlantılı bir diğer teori de, bu krizin iç savaşlara neden olabileceği şeklinde. Teorinin esin kaynağı, Harvard Üniversitesi ekonomistleri Oeindrila Dube ve Juan Vargas’ın Kolombiya ile ilgili çalışması. Dube ve Vargas’a göre emtia piyasalarındaki iniş-çıkışlar, bazı ülkelerde savaş ve barış durumunu da belirliyor. Örneğin Kolombiya’nın petrolü, altını ve kahvesi var ama, iç savaştan yakasını kurtaramıyor. İki ekonomist, 1990’lı yıllarda kahve ve petrol piyasalarındaki fiyat dalgalanmalarına göre çatışmaların dozunu inceliyor. Sonuçta, kahve fiyatları arttığı zaman, kahve yetiştirilen bölgelerde çatışmaların durulduğunu, fiyatlar düştüğü takdirde ise şiddetin arttığını tespit ediyorlar. Petrol bölgeleri de aynı seyri izliyor.

Özellikle kahve üretimi gibi emek yoğun bir sektörde fiyatların düşmesi, tarım kesiminde işsizlik yaratıyor. Böylece gerilla hareketleri beslenecek insan kaynağı buluyor.

İşte şimdi de mali kriz nedeniyle uluslararası piyasalarda tarım ürünlerine talep azalıyor. Acaba bu ortamda Güney Amerika’da ya da Afrika’da işsiz gençler gerilla hareketlerine mi katılır? Sonuçta şiddet tırmanır mı?

"Ekonomik Gangsterler" kitabının yazarı Ray Fisman’a göre tam tersi de olabilir.

Altın, elmas, petrol gibi hammaddesi olan bazı ülkelerde iç çatışmalar, yüksek değerdeki bu malların paylaşımı yüzünden çıktığına göre, fiyatların düşmesi çatışmaların durulmasını da sağlayabilir. Çad’da, Sierra Leone’de daha az insan ölür.

ONLAR ÖLECEK Mİ

Çad’da, Sierra Leone’de daha az insanın ölebileceği teorisi umut verici, ancak çok karamsar öngörüler de var. Dünya Bankası’na göre mali kriz öncesinde artan gıda fiyatları yüzünden dünyadaki aç insan sayısı 967 milyona çıktı. Bunların 100 milyonu açlıktan ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalacak. Zenginleri vuran mali kriz, yardım kuruluşlarına yapılan bağışları etkilediği için Kızılhaç, World Vision, Oxfam, CARE International gibi örgütler nakit sıkıntısı çekiyor.

Bu nakit sıkıntısı yoksul ülkelere daha az gıda yardımı, daha az AIDS aşısı anlamına geliyor.

Hayır kurumları uyarıyor: Bu krizin yoksul Afrika, Latin Amerika ve Asya ülkeleri üzerindeki ölümcül etkilerini hemen şimdi değil, aylar sonra göreceksiniz!
Yazının Devamını Oku

Kedi sevmek artık yazarlara ve kötü adamlara mahsus değil

18 Ekim 2008
Yemin ederim bu yazının Başbakan’la ilgisi yok. Sadece denk düştü. Geçenlerde "Erkek adamın kedisi olur mu?" diye bir ankete rastladım. Sonuç, yüzde 84 evet yakışır diyordu. Zeki ve kendine güvenen erkeklerin köpek değil, kedi edindiği, kedilerin cool yaratıklar olduğu gibi yorumlar vardı. Biraz araştırdım, New York Times’ta bir yazı çıktı karşıma. Öyle evli barklı değil, bekár erkekler arasında bir kedi eğilimi başladığını anlatıyordu yazı. O pek dalga geçilen kedili kızkurularına rakip çıkacak cinsten, çokkedili bekár erkekler türüyormuş. Bond filmlerinde mütemadiyen İran kedisi okşayan kötü /images/100/0x0/55ea78c5f018fbb8f882255cadam Ernst Stavro Blofeld ve onun Austin Powers filmlerindeki parodisi Dr. Evil imajı tarihe gömülmüş. Mafya babası Don Corleone de öyle. Almanya’da yapılan bir araştırmaya göre de kadınların yüzde 60’ı kedili erkeklerin daha duyarlı olduğunu düşünüyormuş. Ben bunları araştırırken, Hülya Avşar kedi gibi ürkek Başbakan lafını patlattı. Dediğim gibi tamamen tesadüf.

Kediseverliği tescilli yazar-çizer takımını unutun. Bibik ile Bıyık’ın, kedi olarak doğmak isteyen babası Bilge Karasu’yu, Paula’nın ve de fiktif dedektif Francis’in babası Akif Pirinççi’yi, Şero’nun ve de öz kedi Müge’nin babası Bülent Üstün’ü... Sonra evin dişi kedisi Catarina’dan aldığı ilhamla o müthiş Kara Kedi öyküsünü yaratan Edgar Allen Poe’yu ve altı parmaklı Snowball’un babası Ernest Hemingway’i...

Hemingway ki, gelmiş geçmiş en maço yazarlardan ve kedili bir adam. Ta 1935’te Hemingway, Key West’teki evine giren Snowball’un, altı parmak geni taşıyan torunları hálá oradalar. Müzeye dönüştürülen evin bahçesindeki kediler bir fenomen. Sayıları 50’yi buluyor.

Kedili adam pozisyonunda başka yazarlar da var. Mark Twain’den Victor Hugo’ya.

Onları unutun dememin nedeni, yazar çizer takımından olmayan ve çoğunluğu temsil eden erkekler alemindeki kedi eğilimini tam tespit edebilmek. Evinde kedi bulunan evli erkekler de konu dışı. Evet biliyoruz, kedilerini çok seviyorlar ama, bekár değiller.

Kediler tasma takılıp sokakta gezdirilmediği için gözle tespit mümkün değil ama genç bekár erkekler arasında kediseverliğin tırmandığına dair, sağlam veriler mevcut.

PetPlace.com adlı Amerikan sitesindeki "Erkek adamın kedisi olur mu?" anketinden çıkan sonuç yüzde 84 "evet". "Kedim olmadan asla" diyen erkekler de var, kedi seven erkeklerin daha zeki, duyarlı, dürüst, uyumlu, bakımlı, şık ve de cool olduğu yorumları da var. "Aslında erkekler kedilerin değil, kediler erkeklerin sahibidir" diyenler de var ki, bu kesinlikle doğru. Ve kadınlar için de geçerli.

İngiltere’de 2005’te yapılan bir ankette de katılımcıların çoğu kedili adamları son derece erkeksi bulduğunu söylemiş.

New York Times, kedili bekár erkeklerin gay olmadığını özellikle vurguluyor. Çünkü sadece yumuşak huylu erkeklerin kedi sevebileceğine dair genel bir kanı hakim. Oysa durum böyle değil. Ofiste masalarına kedilerinin resmini - hem de birden fazla - koyanlar, "Tek gerçek ilişkimi kedimle yaşıyorum" diyenler, kedilerinin resim ve videolarını, miyavlamalarını YouTube ve menandcat.com gibi sitelerde sergileyenler var. Gazetedeki yazı iddialı; "Artık erkeklerin en iyi dostu golden retriever değil" diyerek kestirip atıyor.

"Kadınlar ile Kediler Arasındaki Gizemli Bağ" kitabının yazarı Clea Simon’a göre, erkeklerin köpeklerle güç gösterisi yapmaktan vazgeçmesinin nedeni, kedilerin şehir hayatında daha pratik hayvanlar olduğunu kavramaları. Nitekim gazetenin konuştuğu bekár erkekler, seyahate çıkarken kedileri rahatlıkla evde tek başına bırakabildiklerini söylüyorlar. Malûm, köpekler bakıma muhtaç. Kendi işlerini kendileri göremezler.

Petsweekly.com sitesinin kurucusu Stacy Mantle ise erkeklerin, evrim geçirdikleri için kedileri sevmeye başladığı görüşünde. Kedileri taciz edenler, insan neslinin evrim geçirmemiş üyeleri ki, onlar aynı zamanda kadın ve çocukları da istismar eden kişiler.

Amerikan İnsani Yardım Vakfı, barınaklardan kedi evlat edinen bekár erkek sayısında artış olduğunu söylüyor. Manhattan’lı kedi terapisti Carole Wilbourn, son beş yılda bekár erkek müşterilerinin yüzde 25 arttığını anlatıyor.

İşin ilginci erkekler kedilere, kadınlardan daha sadık. Bir araştırmaya göre kedisi için tatilden vazgeçme, ya da gerektiği takdirde kedisi için borçlanma eğilimi erkeklerde daha ağır basıyor. "Kedim için sevgilimden vazgeçerim" diyen erkeklerin sayısı da kadınlardan fazla.

KÖPEK KOLTUK DEĞNEĞİDİR

www.scalzi.com/whatever blogunun yazarı kedisever John Scalzi, Hollywood’un erkek-kedi ilişkisine çok zarar verdiğini iddia ediyor. Sadece Bond filmlerindeki gibi kötü adamların ya da Don Corleone gibi mafya babalarının kedi sahibi olabileceğine dair bir imaj oluştuğunu söylüyor. Ancak Hollywood bu klişeyi artık bırakmış bulunuyor. Scalzi kendine güvenen, özgür ruhlu erkeklerin köpek değil, kedi edindiğini söylüyor. "Eğer ayak bastığın şu dünyada özgüvenin yoksa yanına koltuk değneği olarak bir köpek alırsın. O sana daima destek olur. Yok eğer kendine güveniyorsan, işgal ettiğin alanı yırtıcı bir hayvanla paylaşırsın" diyor.

Bizim evde ikisinden de var. Koltuk kenarlarına çılgıncasına asılarak tırnaklarını bilediği, gece vakti Pembe Panter filmlerindeki Cato gibi gardırobun üzerinden yatağa atladığı, sokulup gırladığı zaman başını okşayınca, "Sen kes, şu anda ben seni sevicem" diye kuyruğunu şiddetle sağa sola vurduğu zamanlarda bile Badem’i daha çok seviyorum.

Jorjet duymasın.
Yazının Devamını Oku