Gazeteci. İki ay önce çok sevdiği eşini pankreas kanserinden kaybetti. Müthiş dirayetli bir kadın. Üç çocuğu var. Kızları Cansu ve Cansel onun hayattaki en büyük yardımcısı. Bu iki şahane abla da 7 yaşındaki Serebral Palsili kardeşleri Can’a en büyük destek. Hatta arkadaşlarıyla birlikte “Bir Can Bin Umut Serebral Palsili Çocuklar Derneği” kurmuşlar. Ve bugüne kadar 100’ün üzerinde Serebral Palsili çocuğa kas ve kemik ameliyatı yaptırmışlar! Avuçlarım patlayıncaya kadar alkışlıyorum onları.
BİZ NE ZAMAN BU KADAR ACIMASIZ OLDUK!
Ama Kırman Ailesi, aynı zamanda büyük bir problemle daha boğuşuyor.
İnanılır gibi değil ama okul çağına gelen Can’ı yazdıracak okul bulamıyorlar!
8 okula başvurmuşlar. Ama hiçbiri almak istemiyor. Çünkü velilerin tepkilerinden çekiniyorlar. Biz ne zaman bu kadar acımasız ve vicdansız olduk?! Can, sadece bedensel engelli ve elleri titriyor ama zihninde bir sorun yok; kafası zehir gibi çalışıyor. Ve eğitim alma hakkını kullanmak istiyor. Bundan daha doğal ne olabilir? Ama ne yazık ki ülkemizde hâlâ bu konuda derin bir anlayışsızlık hâkim...
- Can’ın durumu sosyal medyaya yansıdı ve olay yarattı. Herhangi bir zihinsel engeli olmamasına rağmen hiçbir okul kabul etmiyor. Nasıl bir rezalet bu!
Sormayın! Tam 8 okula başvurduk. Almadılar. Oysa zihinsel bir engeli yok, sadece bedensel engeli var...
-
O, ilginç ve çarpıcı romanların yazarı. ‘Dublörün Dilemması’, ‘Korkma Ben Varım’ ve ‘Ruhi Mücerret’ gibi kült romanlara imza atmış nevi şahsına münhasır yazar. Bu sefer de jet hızıyla akan, insanın başını döndüren felsefi bir polisiye yazdı. Hızlı ama edebi. Bilgi dolu ama rahat okunuyor. Merak uyandırıcı ve şaşırtıcı...
Bir de komik, çok güldürüyor ama sık sık derin düşüncelere sevk ediyor. Modern bireyi yakından ilgilendiren meseleleri kurcalıyor. Murat Menteş yine edebiyatın sınırlarını zorlamış yani. Zaten onu en çok uğraştıran romanı olmuş. Ve dikkat, bu roman 100 bin basıldı! Bu dönemde cesaret ister. Ama sadece Menteş meraklılarının değil, iyi roman seven herkesin bayılacağı bir kitap. Huzurlarınızda
Murat Menteş...Fotoğraflar: Emre YUNUSOĞLU* Son romanın ‘Antika Titanik’ gümbür gümbür geliyor. Tarantino’nun Türkiye şubesi gibi edebiyat yapmışsın!
- Teşekkür ederim.
◊ Roman görkemli bir katliamla başlıyor ve sen, bu katliamı inanılmaz şiirsel anlatıyorsun. 2019’da inşa edilen yeni Titanik’teki tamamı yaşlı yolcular, birbirlerini kılıç, balta gibi ilkel silahlarla öldürüyor. İnsan “Hoop n’oluyor?!” diyor...
- (Gülüyor) İlk sayfada “Ne oluyor?” dediysen, harika. Zaten yapmaya çalıştığım da bu. Okuru daha başta yakalayıp doludizgin koşturuyorum. Tabii gücüm yettiğince... İyi bir romanın en önemli özelliği bence, okuyanda yoğun bir duygu uyandırması. Meraklandırması, neşelendirmesi, germesi, yani bir şekilde heyecanlandırması...
◊ Bunu başardığın kesin. Peki ya şiddet?
Kadın girişimcileri size iftiharla tanıttığım gün. Kaç aydır yazıyorum bilmiyorum ama bu köşe sayesinde birbirinden parlak kadın girişimcilerle tanıştım. Bu da bana gelecek için müthiş umut veriyor. Bu donanımlı ve yaratıcı kadınları bünyesinde toplayan KAGİDER’e de bir alkış
Bugünkü konuğum Sezen Sungur Saral.
O, Türkiye’de yerli telefon işine girip fabrika kuran ilk kadın. İzmir Bornova Anadolu Lisesi’nden birincilikle, Boğaziçi Üniversitesi Uluslararası Ticaret Bölümü’nden de yüksek onur derecesiyle mezun oluyor. Her yerde hep bir numara olmuş ama aynı zamanda Mille Kayak Takımı’na da seçilmiş. Sordum tabii, “Zorunuz neydi?” Şahane bir cevap verdi.
“İngilizcede ‘be’er ve ‘do’er diye iki kavram var. “Olan” ve “yapan” insanlar anlamında. Ben annem ve babamdan başlayarak, “yapan” insanlarla çevrili oldum hep. Bu da benim karakterimi oluşturdu. Hayatı full kapasite yaşamaktan ve boşlukları, anlamlı işlerle doldurmaktan keyif alıyorum...”
Küçükken babasına “Ben büyüyünce ne olacağım?” diye sorarmış. O da, “Bu kaygıyı içinde taşıyorsan illa ki bir şey olursun, korkma!” diye yanıtlarmış...
Cesaretine, hareketli hayatına ve hiç bitmeyen enerjisine bayıldım...
Gerisini kendisinden dinleyelim...
Sevgilinizle el ele, göz göz olmak, dünyanın en şahane bahçelerinde gezinmek, birlikte maharacaların yatağına uzanmak, saçma sapan şeylere gülmek, hayal kurmak, hayatın karmaşasından uzaklaşıp ‘durmak’ istersiniz...
Udaipur’daki Taj Lake Palace’i tavsiye ederim.
Geçtiğimiz hafta sonu ordaydık. Benzersiz bir deneyimdi, sizinle de paylaşmadan edemedim.
*
Udaipur, Hindistan’ın kuzeyinde ufacık
bir şehir.
500 bin nüfuslu şehirler Hindistan’da minik sayılıyor. Buraya “Doğu’nun Venedik’i” de deniyor. Çünkü şehir suyun içinde. O su da yapay bir göl. Udaipur, Rajasthan bölgesinde. Bence Hindistan’ın en güzel yeri.
Bana hep
Bu deli emek mutlaka görülmeli. Bir yıl boyunca 22 bin parça boynuz ve kurukafa dökümü yapıldı. 35 ton alüminyum kullanıldı. 130’a yakın farklı meslekten insanın emeği geçti. Maliyeti şu anda 1 milyon doların üzerinde. Sanatseverlere bir sürprizi daha var. “Ölümsüzlük Odası” eserinin tüm yapım aşamalarını anlattığı kitabını Contemporary’de isteyen herkese imzalayacak...
- Yirmili, otuzlu yıllarınız kendinizi eğitmekle geçiyor. 18 yıl boyunca Türkiye’yi dolaşıyorsunuz. Bu yolculuğu yalnız mı yaptınız?
Veysi Amca adında yaşlı bir şoförüm vardı, onunla dolaştım. Sonrasında Coşkun Aral’la birlikte “Haberci” belgeselini çekmeye başladık. Artık Türkiye’yi avucumun içi gibi biliyordum. 2005’te ise kendi belgeselim “Güneşin İzinde”yi çekmeye başladım...
- Sizin içinizde, “Bir gün çok ünlü olacağım, benzersiz işler yapacağım!” duygusu var mıydı?
Evet, hep. Ama hiçbir şey havadan gelmiyor. Önce kendimi eğittim. İlk sergimi açtığımda 36 yaşındaydım. Şöyle bir manifesto yazdım: “Keşfedilmeyi beklemek ölümü beklemektir!”
- İyi de siz 36 yaşına kadar keşfedilmeyi beklemediniz mi?
Hayır, olur mu? Ben kendimi yetiştirdim. Sonunda da öyle güçlü bir sanat yarattım ki...
Yaşayan en pahalı Türk ressamlarından Ahmet Güneştekin’in yeni eseri.
Kesinlikle görmeye değer! Hatta kaçmaz! Contemporary İstanbul 2018 kapsamında, 20-23 Eylül tarihlerinde, İstanbul Kongre Merkezi’nin açık alanında ücretsiz ziyaret edilebilecek.
2014’te altyapısı kurgulanan eser, 2016’da Contemporary’de ilk teaser’ı olan ‘Ölümsüzlüğe Yolculuk Zülkarneyn’ işiyle büyük ses getiriyor. Sonra Güneştekin bu son eserinin yapımına başlıyor.
İnanılmaz bir emek! Düşünün, 13 ayda, 6 döküm atölyesinde, 22 bin parça boynuz ve kurukafa dökümü yapılıyor. 35 ton alüminyum kullanılıyor. Eyfel Kulesi’nde kullanılan, her türlü hava şartlarına dayanıklı boya ile renklendiriliyor. 130’a yakın farklı meslekten insanın çalıştığı eserin maliyeti, şu an 1 milyon doların üzerinde!
Bütün parçaları tamamen el işçiliğiyle Türkiye’de yapılan ‘Ölümsüzlük Odası’nın tasarımını, parçaların kaynaklarını ve bir araya getirilmesini Ahmet Güneştekin bizzat yaptı! Güneştekin ilginç bir sanatçı. Doğu’dan yükselen ama daha çok Batı’nın benimsediği bir yaratıcı. Seveni çok, nefret edeni de... Ama onun kimseyi iplediği yok. İşine, sanatına bakıyor. Kendi kendini yetiştirmiş. Derdi hep kendiyle. Bence eserleri kadar hikâyesi de ilginç. Bu röportaj salı günü de devam edecek...
Batman’da bir işçi kampında doğup da, yaşayan en pahalı Türk ressamlarından biri haline gelmek müthiş bir hikâye. Egonuzun olmaması mümkün mü?
- Ego hastalıklı bir gömlek gibidir! Benim bedenime uymuyor. Ama ego dediğiniz şey, yarattıklarınız olabilir. Yaptığınız sanat güçlüyse, ego işte o sanatın içinde vardır. Ben gayet sıradan bir insanım ama eserlerim değil. Benim sanatımın egosu var!
Yürünmemiş yollarda yürüyen kadınları yazdığım gün.
Şahane iki girişimci kadınla huzurlarınızdayım: Sinem Bozoklar ve Aylin Güvenal Doğu.
Kurumsal hayattan ayrılıp kendi markalarını kuruyorlar.
Sinem, İzmir Amerikan Koleji ve Boğaziçi Ekonomi mezunu. Uzun yıllar Nestle ve Coca Cola gibi kurumsal şirketlerde yönetici pozisyonunda çalışıyor. Türkiye’nin yanı sıra Ortadoğu’dan Afrika’ya kadar pek çok farklı pazarı da içeren projelerde sorumluluk alıyor.
Aylin de Mimar Sinan Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama bölümü mezunu. Eğitimini aldığı mesleği yapmıyor, uzun yıllar reklamcılık yapıyor. Türkiye’nin en iyi reklam ajanslarında iletişim stratejisi, reklam ve pazarlama projelerinde çalışıyor. İkisi de işlerini severek yapıyorlar ama bir taraftan da kendi markalarını yaratmanın hayalini kuruyorlar. Derken anne oluyorlar ve “çocuklu hayat dertleri”, onlar için Ar-Ge gibi olmaya başlıyor. Zaten arkadaşlar. Yola birlikte girişimci olarak devam ediyorlar ve bence çok önemli bir ürün geliştiriyorlar:
Emniyet kemeri düzenleyici aparat.
Buyurun, sizi röportaja alayım...
-
Samimiyetsizlik denizlerinde boğulacağız. Yaşayıp gidiyoruz ama tüm bunların farkında olarak. Fena yani. Belirsizliklerin hâkim olduğu zamanlar. Çok acı var. Çok acımasızlık var. İnsanlık sınıfta kaldı falan filan... Ne anlatıyorum... Aslında siz de her şeyi biliyorsunuz... Bilmediğiniz bir şey var ama... Bir film, adı “Misafir.”
Bir kadın yönetmen çekti: Andaç Haznedaroğlu.
Suriyeli göçmenler üzerine inanılmaz bir film. Mutlaka, mutlaka, mutlaka izlemeniz gerekiyor. Olan biten kadınların ve çocukların gözünden anlatılıyor. “Gerçek” diye buna derim işte! Müthiş bir iş çıkarmış. Zaten film pek çok ödül kazandı. Dublin ve Montreal’de “En İyi Film”, “En İyi Aktris” ödüllerini aldı. Bizde ödül alan filmler entelektüel bulunur, gidilmez. Kim izleyecek Suriyeli göçmenleri filan yapmayın. Gidin. Ağır bir film değil. Kıpırdamadan izleyeceksiniz. Hem ağlayacak hem güleceksiniz. Kesinlikle pişman olmayacaksınız. Gram ajitasyon yok. 10 numara iş. Avuçlarım patlayıncaya kadar alkışlıyorum Andaç’ı...
- Bayıldım ben “Misafir”e. Siz de izleyince bizim gibi ağlıyor musunuz?
İtiraf ediyorum, çekerken de izlerken de her aşamasında çok ağladım. “Bir film izledim hayatım değişti” denir ya, “Bir film çektim hayatım değişti...”
- Ben çok sarsıldım. Biraz da kendimden utandım. Ki ben “Suriyeli göçmenler gitsin, nereden geldi bunlar, Allah kahretsin!” diyenlerden değilim, ona rağmen dağıldım... Sizin bu filmi çekme sebebiniz ne?
Hikâye beni buldu! Dört yıl önce yolda arkadaşımla giderken arabanın önüne kucağında çocukla bir kadın atladı. Çocuk ağlıyor. Biz o kadar duyarsızlaşmışız ki sohbete devam ediyoruz. Kadın Arapça bir şeyler anlatıyor, yardım istediği belli. İki yaşındaki çocuğun gözyaşı durmuyor. Bir an kendimize yabancılaştık ve ne yalan söyleyeyim “Çok kirliler, kokarlar, arabaya almayalım!” diye düşündük. Ama çocuğun gözyaşları sicim gibi. En son dayanamadık aldık arabaya. O gece sabaha kadar dört hastane dolaştık. “Kimlikleri yok” diye işlem yapılmıyor. “Parasını vereceğim” diyorsun, halledemiyorsun. Çocuk ikinci kattan düşmüş, bacağı kırılmış. Sabaha karşı zor bela sargısını yaptırdık. Kadın da çocuk da çok mutlu oldu. Onları aldığımız yere getirdik. “Eviniz nerede?” diyoruz. Anladık ki evleri yok! Bir apartman boşluğunda yaşıyorlar. Betonun üstünde yaklaşık 10 kişi yatıyor. Arada yaralılar var. İstanbul, Fatih. Şehrin göbeği neredeyse...