Paylaş
Samimiyetsizlik denizlerinde boğulacağız. Yaşayıp gidiyoruz ama tüm bunların farkında olarak. Fena yani. Belirsizliklerin hâkim olduğu zamanlar. Çok acı var. Çok acımasızlık var. İnsanlık sınıfta kaldı falan filan... Ne anlatıyorum... Aslında siz de her şeyi biliyorsunuz... Bilmediğiniz bir şey var ama... Bir film, adı “Misafir.”
Bir kadın yönetmen çekti: Andaç Haznedaroğlu.
Suriyeli göçmenler üzerine inanılmaz bir film. Mutlaka, mutlaka, mutlaka izlemeniz gerekiyor. Olan biten kadınların ve çocukların gözünden anlatılıyor. “Gerçek” diye buna derim işte! Müthiş bir iş çıkarmış. Zaten film pek çok ödül kazandı. Dublin ve Montreal’de “En İyi Film”, “En İyi Aktris” ödüllerini aldı. Bizde ödül alan filmler entelektüel bulunur, gidilmez. Kim izleyecek Suriyeli göçmenleri filan yapmayın. Gidin. Ağır bir film değil. Kıpırdamadan izleyeceksiniz. Hem ağlayacak hem güleceksiniz. Kesinlikle pişman olmayacaksınız. Gram ajitasyon yok. 10 numara iş. Avuçlarım patlayıncaya kadar alkışlıyorum Andaç’ı...
- Bayıldım ben “Misafir”e. Siz de izleyince bizim gibi ağlıyor musunuz?
İtiraf ediyorum, çekerken de izlerken de her aşamasında çok ağladım. “Bir film izledim hayatım değişti” denir ya, “Bir film çektim hayatım değişti...”
- Ben çok sarsıldım. Biraz da kendimden utandım. Ki ben “Suriyeli göçmenler gitsin, nereden geldi bunlar, Allah kahretsin!” diyenlerden değilim, ona rağmen dağıldım... Sizin bu filmi çekme sebebiniz ne?
Hikâye beni buldu! Dört yıl önce yolda arkadaşımla giderken arabanın önüne kucağında çocukla bir kadın atladı. Çocuk ağlıyor. Biz o kadar duyarsızlaşmışız ki sohbete devam ediyoruz. Kadın Arapça bir şeyler anlatıyor, yardım istediği belli. İki yaşındaki çocuğun gözyaşı durmuyor. Bir an kendimize yabancılaştık ve ne yalan söyleyeyim “Çok kirliler, kokarlar, arabaya almayalım!” diye düşündük. Ama çocuğun gözyaşları sicim gibi. En son dayanamadık aldık arabaya. O gece sabaha kadar dört hastane dolaştık. “Kimlikleri yok” diye işlem yapılmıyor. “Parasını vereceğim” diyorsun, halledemiyorsun. Çocuk ikinci kattan düşmüş, bacağı kırılmış. Sabaha karşı zor bela sargısını yaptırdık. Kadın da çocuk da çok mutlu oldu. Onları aldığımız yere getirdik. “Eviniz nerede?” diyoruz. Anladık ki evleri yok! Bir apartman boşluğunda yaşıyorlar. Betonun üstünde yaklaşık 10 kişi yatıyor. Arada yaralılar var. İstanbul, Fatih. Şehrin göbeği neredeyse...
- Çok fenaymış...
Evet. Vücudum uyuştu. Ertesi gün de tatile gidecektim. Gözümün önünde hep o tablo. Gidemedim, vazgeçtim. “Bu kadınlar, bu çocuklar o kadar yoldan buraya nasıl geliyor?”u öğrenmek için Doğu’ya, Suruç’a gittim. Sınıra gittiğim gün Kobani patlaması oldu. Binlerce insan, yaralı kadınlar, çocuklar, sınırdan geçiyordu. Urfa’nın 50 derece sıcağında çıplak ayaklarla yürüyorlardı. Arkada gerçek bombalar patlıyordu. Hayatımda hiç bu kadar ölüme yaklaşmamıştım. Çok korktum. Bombanın ne olduğunu biz bilmiyoruz. O yüzden yerini yurdunu bırakıp buraya göçmek zorunda kalanları anlamıyoruz.
- Hangi duygu kalbinize oturdu da böyle bir film yapmaya karar verdiniz?
O kadar büyük acılara tanık oldum ki... Filmde anlattıklarım gerçekte yaşananların çok çok hafifletilmiş hali. Reyhanlı’da bir evde yaralı annesine bakan, yemek yapan yedi yaşında bir kız çocuğu vardı mesela. O küçücük çocuk anne olmuştu. Yüzlerce hikâye var böyle. Oysa onların da savaş öncesi bizim gibi bir hayatı vardı. Tanıdığım o kadar çok öğretmen, mühendis, doktor, sanatçı oldu ki. Bu film onların hepsinin hikâyesi aslında...
- Filmdeki her şey gerçek yani...
Evet. Yazdığım her karakterin gerçekte bir karşılığı var ve mülteciler kendi hikâyelerini oynadı.
- İki buçuk yıl sınır kamplarında mı yaşadınız bu filmi çekmek için?
Filmin iki buçuk yılı senaryo ve kast ile geçti. O iki buçuk yılda gerçekten sınırdaki tüm yetimhaneleri, kampları ve birçok evi dolaştım. Antep, Suruç, Reyhanlı, Hatay, Adana her bölgeye gittim. O yollar beni çok derinleştirdi. Çok şey anlatmak yerine sadece kadın ve çocuk üzerinden hikâyeyi anlatmak istedim. “Misafir” Arapça’da “yoluna giden” demek. Yani burası onlar için bir “geçiş yeri.” Aslında sadece onlar için değil, hepimiz için öyle. Kimse kazık çakmayacak dünyaya. Ama biz hep bu dünyada ölmeyecekmişiz gibi, hep kalacakmışız gibi yaşıyoruz!
GÖÇMEN ÇOCUK EVLAT EDİNMEK İSTERİM
- Bu göçmen çocukların nasıl bir geleceği olacak sizce?
Zor bir gelecekleri olacak. Çoğu dışarda çalışıyor, okula gidemiyor. Keşke “evlat edinme”yle ilgili bir yasa çıksa. Gerçekten çok isterim bir göçmen çocuk evlat edinmeyi...
- Siz ‘Misafir’le izleyenlere nasıl bir mesaj vermek istiyorsunuz?
“Yarın savaş çıksa ne yaparsın? Yarın öleceğini bilsen...” İşte ben bu filmi bu soru için yaptım...
ÇİRKİN ÖRDEK YAVRUSU MARTI OLDU
- Peki, başrol oyuncunuz Lena’yı çok aradınız mı?
Tam iki buçuk sene bütün Suriye okullarını dolaştım. Yaklaşık dört bin civarı çocuk gördüm. Bir gün kalktım, “Allahım bugün de bu çocuğu bulamazsam bu filmi yapmayım!” dedim. Çok yorulmuştum. En son gittiğim okulda öğrencilere, “Beni yormayın, kim artist olmak istiyorsa tahtaya çıkıp öğretmeninin taklidini yapsın!” dedim. Benim başrol Rawan çıktı. Herkesi gülmekten kırdı geçirdi. Mutluluğumu anlatamam.
- Şimdi nerede?
Film bitince kaçtılar! Ben bir ay ulaşamadım. Her gün evlerine gittim. Meğer Yunanistan’a kaçmışlar. Yaklaşık bir sene Selanik’teki mülteci kampına gidip geldim. Üç ay önce de Bremen’de bir kampa gittiler. “Misafir” festivalde gösterilirken buraya gelemedi Rawan. Ben gittim. Filmi orada, kampta gösterdik. Belli ki arkadaşlarına, “Ben filmde oynadım, artistim!” demiş, ona kimse inanmamış. Film gösteriminden sonra bütün çocuklar onu tebrik etti. Sarıldılar. İmza aldılar çirkin ördek yavrusu martı oldu! Öyle bir teşekkür edişi vardı ki... Hayatımda aldığım en güzel hediye...
YÜZLERCESİNE ŞAHİT OLDUM
- Hikâyenizi politik bir yerden anlatmak istememenizin nedeni ne?
Çünkü yedinci yılında savaşın neden çıktığını bile hatırlayan yok! Bu hikâyeyi yazarken Ajlan bebeğin o zihinlere işleyen zavallı bedeninin fotoğrafı çekilmemişti. Bense o güne kadar yüzlercesine şahit olmuştum. Fatih’te 99 yetimin olduğu bir okul var. Müdürüyle her hafta görüşüyorduk. Her seferinde aynı erkek çocuk, “Öğretmenim, Suriye’ye annemi bulmaya gidebilir miyim?” diye soruyormuş. Bir sene bu sürmüş bu. En sonunda çocuk, annesini bulmaktan umudu kesince “Öğretmenim, bari annemin saçını bulmaya gideyim!” demiş. Saç, aslında öldükten sonra en son yok olan şey! Çocuk bunu içgüdüsel olarak biliyor. En tarafsız hikâyeyi onların gözünden yazmak istedim.
Paylaş