Lalehan Uysal. Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksekokulu’nda grafik tasarım eğitimi aldı. Yıllarca dergicilik yaptı. Şahane dergiler tasarladı.
Şimdilerde ise ‘Hayatın Mücevherleri’ adında sergiler açıyor, çektiği o müthiş tohum fotoğraflarını sergiliyor. Her biri sanat eseri olan fotoğrafları çok ilgi görüyor. Oxford Üniversitesi’nde sergiledi, sonra Türkiye turuna çıktı. Gaziantep’te ve son olarak geçen hafta gerçekleşen Adana Lezzet Festivali’nde sergilendi. Yakaladım, sordum...
BİZLER DE TOHUMUZ!
- Seni tanıyabilir miyiz?
Ben Lalehan. Herkes gibi bir tohumum. Ama genetiğimle oynanmamasına dikkat ediyorum!
-
Aydın Doğan Vakfı’na kocaman bir alkış. Emeği geçen herkesi bütün kalbimle kutluyorum. Bu sene dördüncüsü düzenlendi. Gerçekten müthişti. Enerjik, dinamik, cıvıl cıvıl... Daha salona girer girmez o enerjiyi hissediyordunuz...
‘Barış için Müzik’ orkestrası müzik yaptı. İnsanın kendini o konferansta, o atmosferde iyi hissetmemesi mümkün değil...
Eğer seneye ola ki davet ederlerse koşa koşa gidin, izleyici olarak gidin, konuşmacı olarak gidin, sponsor olarak gidin, mutlaka bir yerinden dahil olun...
Sahnede olmak da şahaneydi, lütfen beni seneye yine davet etsinler!
Biliyorsunuz, 11 Ekim Dünya Kız Çocukları Günü, Aydın Doğan Vakfı’nın girişimleriyle, Türkiye’de konferanslarla, panellerle kutlanıyor.
Bunu çok önemsiyorum ben.
Zaten konferansın teması da kız çocuklarının eğitiminin önemiydi. “Eğitim”in bilim, sanat ve sporla desteklenerek kızların güçlendirilmesi. Açılış konuşmasını Vuslat Doğan Sabancı yaptı. “Bugünün kız çocukları, geleceğin güçlü kadınları olacak. Onların eşit haklara sahip bireyler olmaları için elimizden geleni yapmalıyız. Aydın Doğan Vakfı’nın ana misyonu da bu!” dedi. Kısa, öz ve on numara bir mesaj. Konferansa çok sıkı rol modelleri davet edilmişti. O kadar çok isim var ki ilk çırpıda aklıma gelenleri yazıyorum. Eskrim Avrupa Şampiyonu Deniz Selin Ünlüdağ, görme engelli paralimpik atlet Öznur Alumur, Azra Akın, Songül Öden...
Katıldıkları samimi oturumda kendi yaşadıkları zorlukları anlattılar ve o zorlukların nasıl üstesinden geldiklerini de... Salondaki gençlere müthiş ilham verdiler. Başarısızlığın da başarmak kadar önemli olduğunun altını çizdiler.
O kadar renkli iki kadın ki anlattıkları bir güne, bir sayfaya sığmadı, bugün de devam ediyorum. Huzurlarınızdan ayrılmadan hatırlatıyorum: ‘Şimdilik Bu Kadar’ okumaya değer bir kitap...
KANSER GEÇİREN KADINLAR ‘KIZ KARDEŞ’ OLUR
- Bir başka ortak noktanız da kanser. İkiniz de kanser atlattınız. Kanser geçirmiş iki kişi birbirine “kız kardeş” gibi mi bakar?
Serra: Elbette! Kanser ister istemez bir başka “bakış” ve “farkındalık” getiriyor insana. Öyle bir tecrübe yaşadığım için ben artık geçmişle uğraşmıyorum. Çünkü geçmişte değiştirebileceğim bir şey yok. Geçmiş oldu, bitti. Yanlışıyla doğrusuyla. Artık andayım. Kanser en çok bunu öğretti bana.
Emine: Ve bizim abarttığımız, kafamıza taktığımız birçok şeyin aslında hiç ciddi olmadığını, ciddiye de alınmaması gerektiğini...
‘ŞİMDİ’NİN GÜCÜ
-
Pek çok benzerlikleri var. İkisi de çok dilli. Bu çok dillilik, hayatlarına farklı boyutlar katmış. İkisi de dünya vatandaşı. İkisi de çok renkli. İkisinin de eski İstanbul üzerine çok güzel anıları var. “Biz bu kitabı yapmaya özellikle kendi gençliğimizdeki İstanbul’u hatırlamak için başladık. İstanbul eskisi gibi değil. İstanbulluların soyu da neredeyse tükendi!” diyorlar. Emine Uşaklıgil’in ‘Bir Şehri Yok Etmek’ isimli bir kitabı da var. ‘Şimdilik Bu Kadar’da İstanbul’u, ailelerini, o zamanki özgür yaşam tarzını anlatıyorlar. Tabii ki aşk, evlilikler ve hayata dair tespitleri de var. Kolay okunan, güzel bir kitap. Semih Tuğrul’ın kızıyla, Halit Ziya Uşaklıgil ve Yunus Nadi’nin torununun yazdığı kitap okunur haliyle. Çok tatlı ve alçakgönüllülerdi, fotoğraflar çekilirken de çok eğlendik.
İkinizin de hayatı roman kahramanları gibi. Birbirinden renkli, hareketli ve heyecan verici. Nerede, nasıl tanıştınız?
Serra: O kadar eski arkadaşız ki, ikimiz de ilk nerede tanıştığımızı hatırlamıyoruz bile…
Emine: Ama hep çok iyi arkadaştık ve hep çok iyi anlaştık...
Serra’nın hangi özelliği sizi etkiliyor?
Emine: O kadar çok ki! Hangi birini sayayım? Bir kere çok renkli. Tiyatrocu, sinemacı, yönetmen, aşçı, tercüman… Çok yönlü. Ama sanırım beni en çok etkileyen espri anlayışımızın benzen olması. Birlikte çok gülüyoruz…
Serra:
Son romanı ‘Misafir’i konuştuk. Mutlaka okuyun, çok seveceksiniz. Toplumu çok iyi gözlemleyen bir yazar o. Tespitlerine katılıyorum. Buyurun buradan okuyun...
- Bize anlatmaya çalıştığın, doğru iletişim kurmayı unutmuş olmamız mı?
- Evet Ayşe, unuttuk. Nezaketi, zarafeti, bir günaydının gücünü, elimizi birbirimizin omzuna koymanın büyüsünü unuttuk. Birbirimizin gözlerinin ta içine bakmayı, hatır sormayı, iki tatlı söz etmeyi unuttuk. Dostluklarımızın, aşklarımızın içine bile öfkeli, haset, mukayeseli, kötücül duygular girdi. Çok bencilleştik bir kere... Mutluluğun tek başına yaşanabilir bir şey olduğuna inandırdılar bizi. Satın alınabilir bir şey olduğuna da. Hayır, değil! Hiçbir şey, başkasını mutlu etmek, onun yüzünde bir gülücük açtırdığımızı görmek kadar mutlu edemez bizi. Pek minik ama çok kocaman bir şeyden bahsediyorum...
- Ne eksildi hayatımızda en çok?
- Galiba merhamet ve şefkat! Biliyor musun, ben artık sosyal medyaya bakamıyorum. Oradakilerin birbirine davranış biçimine dayanamıyorum. Bizzat bana bir şey denmesine gerek yok, birbirlerine yaptıklarından da inciniyorum. Artık normalleşen, sıradanlaşan o zehirli dile katlanamıyorum. İnsanların kendi zekâsını başkalarının aptallığı, kendi iyiliğini başkalarının kötülüğü, kendi güzelliğini başkalarının çirkinliği üzerinden tarif edişini, kendini başkaları üzerinden temize çekişini izlemekten yoruldum. Yaygın bir alaycı dil var, bunu zekâ pırıltısı sanıyoruz, ama değil. Sadece muhatabına değil, sahibine de zarar veren kötücül bir ses o. Bu kadar öfkeyle, hırsla, telaşla yaşanmaz. Durmadan içeride fokurdayan o zehirli duygular sahibine yük olur en çok...
- Ne kadar şahane anlattın içinde olduğumuz durumu... Peki, ne yapılabilir?
BAYILIYORUM bu kadına: Nermin Yıldırım. Kişiliği de kalemi de fiziği de... Her şeyi güzel. Hem iyi kalpli, hem şahane gözlemci. Ben bazen edebiyat derdi, iddiası ve birikimi olmayan yazarları da paylaşıyorum bu köşede. Ama Nermin öyle değil. O harbi edebiyat yapıyor, damardan edebiyat. Ve müthiş bir Türkçesi var. Göreceksiniz, ismi daha çooook büyüyecek...
Yeni romanı çıktı: ‘Misafir’. Bir tımarhanede geçiyor. Okuyun derim. Bir önceki romanı ‘Dokunmadan’ı da okuyun derim, hatta ondan önceki ‘Unutma Beni Apartmanı’nı da. Pişman olmazsınız, hatta sizi böyle sıkı bir romancıyla tanıştırdığım için bana teşekkür bile edersiniz...
Mutluluk gibi mutsuzluk da
BULAŞICIDIR
- Vayyyy, şimdi bir de “Misafir” çıkarttın başımıza! Yine muhteşem bir roman! Sihirli dilini, sürprizli kurgunu ve güçlü hikâyeciliğini yine konuşturmuşsun... Vınnnnn diye akıp giden, zamanı unutturan ve bize bizi anlatan bir roman daha... “Misafir” en iyi romanın mı?
Her romanımı en iyisi olsun hevesiyle yazıyorum. Umarım öyledir!
- Hangi duyguyla yazdın bu romanı?
Ben romanlarını bir derde binaen yazanlardanım. “Dokunmadan”, nasıl çevremizde olup bitenlere müdahale edememenin, insanların yarasına merhem olamamanın suçluluğuyla yazıldıysa, bu da onun sonraki adımı gibi düşünülebilir. O insanlar acı çekmeye başlayınca ne oldu?
BÖYLE bir rezalet olabilir mi?
Böyle bir iğrençlik olabilir mi?
Kusmak istiyorum ya!
Allah kahretsin ya!
Boyları devrilsin ya...
Havva, 27 yaşında ama 7 yaşında gibi. Yüzde 75 zihinsel engelli. Giresun’un Yağlıdere Hisarcık Köyü’nde yaşıyor. Anne-baba çalışmaya gidiyor, o da evde. 65 yaşındaki komşu fırsattan istifade, silah zoruyla, tehditle, şantajla, zihinsel engelli Havva’ya tecavüz ediyor. Kız, korkusundan kimseye bir şey söyleyemiyor. Adam tecavüzü sistematik hale getiriyor. Buna fark eden akrabadan bir erkek de bu suça dahil oluyor, ikisi birden kıza cinsel istismarda bulunmaya başlıyorlar!
Yuh! Bu insanları bu toplumdan men etmek lazım. Bunlar insan olamaz...
Hepimiz minik Lucca için seferber olduk. Küçük çocuklar kanserden ölmesin istedik. Lucca, dünyadaki tüm yeni nöroblastom tedavilerini gördü. Bir savaşçı gibi direnmeye çalıştı. Ama olmadı! Annesinin, babasının kollarında can verdi... Umut Özkırımlı’yla dün başlayan röportaj bugün de devam ediyor...
Lucca, ölümü biliyor muydu?
Evet. Bir gece annesine, “Ben ölecek miyim?” diye sormuş. Biz yalan söylemiyorduk ona. Ama “Evet, öleceksin!” de denmez. Erica, sorusuna soruyla cevap vermiş. “Niye? Ölmekten korkuyor musun?” Lucca da “Ölmek sıkıcı, yaşamak eğlenceli!” demiş. Konuyu geçiştirmişler. Ama insanın duyunca içi parçalanıyor tabii. 5 yaşındaydı ama anlıyordu ters giden bir şeyler olduğunu. Herkesi yanında istedi o son günlerde. “Nene neden gelmiyor?” dedi. “Oğlum, nene hasta, Türkiye’de” dedim. “E tekerlekli sandalyeye binsin, gelsin!” dedi. Annem de geldi. Bir keresinde, “Kanımdaki bilmem ne artmazsa ölmez miyim?” dedi. Ağlamaya başladı. Bağırarak bir ağlama değil, pasif bir ağlama. “Ama biliyorsun oğlum değil mi” dedim. “Mama ve baba hep yanında olacak. Sonuna kadar...” Tabii diyemedim, “Ölmek bir eşik, oraya kadar seninleyiz ama sonra... Sonrasını bilmiyoruz... Bir daha birleşir miyiz, bir daha görür müyüz seni?”
İnsan isyan etmez mi? Duvarları yumruklamaz mı? Öfke krizlerine kapılmaz mı?
Hepsini yapıyorsun. Daha neler neler. Ağlamaktan yüzümün şiştiği noktalara geldim, Acil’e kaldırıldım, sakinleştiriciler verildi... O yaşarken devam etmek zorundasın. Orada zaten bir seçenek yok. Ama öldükten sonra hiç bir şeyin anlamı kalmıyor. Güçlü olmanın da, yaşamanın da! Niye yaşayacağım ki ben? Artık hiçbir şeyin eskisi gibi tadı yok. Hayat anlamsız. Aşk anlamsız... O başarılar maşarılar, hepsi hayatı anlamlandırmak için yaptığımız şeyler. Beni babalığa hazırlayan İskender Savaşır’dı. Onun danışanıydım. Ahbaptık da aynı zamanda. İskender, Lucca’dan bir ay önce gitti kanserden. Ama babamın ölümü dahil hiçbir şey Lucca kadar koymadı. Bu, bambaşka bir şey...
DİRENECEĞİM
Çektiğim acı anlatılır gibi değil. Ama Lucca’ya ihanet edemem. Eğer Lucca, gerçekten benim içimde yaşıyorsa ya da bana öğrettikleri içimde yaşıyorsa, böyle bir şey varsa... Direneceğim.