Hepimize rol modeli bir köy öğretmeni... Şahane bir ‘Çalıkuşu’... Hatırlayacaksınız, Kumköy İlkokulu’nda esnek sınıf modeli, duvarsız eğitim, öğrencilerin sosyal yaşantılarının çeşitlenmesine yönelik periyodik gezi programları, akademik başarıları arttıran sanat çalışmaları, annelerin okula dahil edilmesine yönelik üretim atölyeleri gibi pek çok şeyi hayata geçirdi ve tüm dünyadan bu şahane eğitimciye ödüller yağdı.
Bir süredir İngiltere’de yaşıyor. Kumköy İlkokulu aynen devam, başında Dilek Öğretmen’in çok güvendiği biri var. Eli de hep üzerinde. Dilek Livaneli ise İngiltere’de yüksek lisansını bitirdi. Pek faal. “Eğitim elçiliği” görevini yürütüyor. Dünya Öğretmen Statüsü Endeksi Çalışmaları’nda aktif olarak yer alıyor. Avrupa’da 15 farklı okul üzerinde “Dünya Vatandaşlığı” konulu araştırma ve gözlemlerine devam ediyor. Londra’da Uluslararası Montessori Derneği’ne bağlı okullarda uygulamalı eğitim aldığı iki yıllık bir burstan faydalanıyor. Kısacası, yine mesleğine yatırım yapıyor, döndüğünde daha da donanımlı bir Dilek Öğretmen olacak ve deneyimlerini tüm eğitim camiasıyla paylaşacak. Şu aralar da harıl harıl Londra’da düzenlenecek gelmiş geçmiş en büyük 19 Mayıs Gençlik Festivali’ne hazırlanıyor. Onu yakalamışken sordum...
- 16 yıldır köy okullarında, birleştirilmiş sınıflarda öğretmenlik yapıyorsun. Bu nasıl bir adanmışlık?
İnsanların, “İlkel ve imkansız!” dediği bir ortamda, ışık saçma, değişim ve dönüşüm yaratma çabası benim ki... Büyük bir adanmışlık. Benim için o kadar değerli! Ben hayatımda hiç tek sınıf okutmadım. Hep beş sınıf-dört sınıf bir arada eğitim verdim. Müdür de bendim, memur da hademe de öğretmen de... Ve benden mutlusu yoktu.
- Peki senin idealin ne? Nasıl bir hedefin peşindesin?
“Eğitim-öğretim-üretim” modelinin, Türkiye’deki kırsal bölge okullarında hakkıyla uygulanabilmesi için, öğretmenlerin “liderlik becerilerini” ön plana çıkaracak platformlar oluşturmak istiyorum.
-
Başınız sağ olsun. Allah sabır versin...
Teşekkür ederim.
Yeğeniniz Dilan, bir “trafik cinayeti”ne kurban gitti...
Evet, Allah kimseye, düşmanımıza bile evlat acısı yaşatmasın! Dilan bizim elimizde büyüdü. Yönetim kurulu üyemiz Sabri Çepik’le Pervin annemizin kızıydı. Dili geçmiş kullanırken bile gözlerim doluyor.
Kaç yaşındaydı?
Henüz 26’ydı. Psikoloji bölümünü yeni bitirmişti. Akademik kariyere hazırlanıyordu. Sabah kursa gitmiş, dönüşte annesinin siparişi iki kilo domatesi de almış, sırt çantası omuzunda, Oran’da Turan Güneş Bulvarı’nda yaya geçidinde bekliyor... Güvenlik kamerasından görüntüleri defalarca izledim. En sağdaki araç duruyor, yol veriyor. Dilan, biraz tereddütlü, “Öbürleri de duracak mı?” diye bakıyor. İkinci şeritten gelen de yavaşlıyor. Dilan, ilk şeride ayağını basıyor. İkinci şeritten gelen araç da o sırada duruyor. Üçüncü şeritte henüz araç yok. Ama kameradan görüyorsunuz, uzaktan geliyor. Yavaşlaması ve durması lazım normal şartlarda. Ama frene basmak şöyle dursun, tam tersine daha da hızlanıyor. Dilan, ilk iki aracın yol vermesine güveniyor. Karşıya geçmeye devam ediyor. O sırada tam gaz gelen üçüncü şeritteki araç Dilan’a hızla çarpıyor.
Off çok fena...
Dikkatinizi çekerim, yaya geçidinde oluyor bunlar!
Yavaşlaması, durması, “yaya”ya öncelik vermesi gerekirken... Hızlanıyor, fütursuzca kullandığı demir yığınıyla elinde domatesler olan Dilan’ı çarpıyor, havaya fırlatıyor, altına alıyor ve 20 metre sürüklüyor.
O kadar. Sonrası yok artık... Bitti. Annesi, yavrusunu en son morgda görüyor. Bu nasıl bir acıdır! Dilan önce buz gibi morgda, şimdi toprağın altında. Allah’ın belası bir trafik magandası yüzünden.
İnsan delirmez mi? Ben deliririm. Ailesinin halini düşünemiyorum bile, sabırların en büyüğünü diliyorum. Ve bütün kalbimle onun ölümüne sebep olan trafik katilinin en ağır cezayı almasını istiyorum. Sorumsuzluğu, cehaleti, kötülüğü yüzünden gencecik, pırıl pırıl bir insanı hayattan sildi, o da çıkamasın o cezaevinden. Bir genç kızın hayatını bitirdi, onun da hayatı bitsin. Yarın bu köşede, bu konuyla ilgili Metin Feyzioğlu’yla yaptığım röportajı okuyabilirsiniz...
KEDİ KATİLLERİ
İCLAL Aydın
Bu ülkenin şimdiden tarihine geçtin. İzmir Menderes’te küçük çocuklara istismarda bulunan müdür yırtmasın diye, hak ettiği cezayı alsın diye uğraştın. Kendi çabanla bu rezilliği ortaya çıkardın! Türkiye gurur duydu seninle. Müdür tam 82 yıl yedi! Neler söylemek istersin? İçin huzurlu mu? “Yapmam gerekeni yaptım” diyor musun?
- Ben o köye şiirler yazayım, güzel anılarım olsun diye gitmiştim. Bir insanın dünyadaki en güzel varlık olan çocuklara bu kötülüğü yapmış olmasını hazmedemedim. Hatta kızıyorum kendime, “Neden daha önce fark etmedim?” diye. İç huzuru, kalbimden geçenleri ifade etmiyor. Hâlâ “Sihirli bir değneğim olsa ve çocukların hafızasındaki kötülükleri silebilsem!” diyorum. O çocukların sonsuza kadar acılarını unutabileceğini sanmıyorum. Onlarla ilgili konuşunca elimde olmadan, şimdi olduğu gibi ağlıyorum. Akan gözyaşlarımın sebebi, kendi iç dünyamdaki huzurdan bir parçayı, onların kalbine bırakma isteği.
O miniklerle irtibat halinde misin?
- Elbette! Aramızda çok farklı bir bağ var. Onları kimse bilmesin, tanımasın diye sosyal medyada fotoğraflarını bile beğenmekten uzak duruyorum. Beni pat diye arayıp espri filan yapıyorlar. Gurur duyuyorlarmış. Benimle çalışabilmek ve bir de UCİM’e katılmak için 18 yaşında olmayı bekliyorlarmış. Onlarla sohbette hep neşeli durumlardan konuşuyorum. Hayallerinden, ileride yapmak istediklerinden... Aldıkları rehabilitasyon onları ve ailelerini toparladı. Annelerle konuşup dertlerini dinliyorum. Benim bir köyüm ve ileride kapılarını çalacağım kızlarım var. Organik tarımcı, çocuk gelişimci, güzellik uzmanı olmak istiyorlar. Yeter ki mutlu olsunlar.
İYİ Kİ ÖĞRETMEN OLMAYA KARAR VERMİŞİM
Hayata bakışlarında bir değişim oldu mu?
- Dava sürecinde çok zorluklar çektiler. Yara sadece kabuk bağladı. Ama onlar iyiliğin gücüne inandılar ve sevginin onlara iyi gelen tarafını gördüler.
10 yılda bu noktaya nasıl geldin?
- Ben aslında 10 yıl nasıl geçti hiç anlamadım! Hep ileri doğru koştum. Niyet önemli, istemek lazım. Ben yaptığım işi çok seviyorum. Mutlu bir iş yapıyorum. Yaratmak, beğenilmek, takdir edilmek çok güzel. İlk günden beri markam için çok büyük hayaller kurdum. Çalıştım, gerçekleşti. Takımım çok iyi. Arkayı kollayan, iyi pas atan, ful destekleyen, birbirini seven, çok çalışkan bir ekibim var. Şanslıyım.
Bir sürü marka var. Neden seninki bu kadar öne çıktı? Fark nerede? Nesine kuş kondurdun?
- Benim farkım, olmayanı düşünmek, farklı bakmak ve kalıpları kırmak galiba. “Çıtır mücevher” kategorisini Türkiye’de biz yarattık. Mücevher trendlerini de, aşağı yukarı biz belirliyoruz. Öncü olmak, yeniyi ve tazeyi bulmak bizi farklı kılan. Koleksiyonların hikâyesi de var tabii. Hepsi, güncel kadının duygularından, yaşamından, tecrübelerinden esinlenerek çıkıyor. “Tasarım” dediğimiz şey, hayalin somuta dönüşmesi, bazen de soyuta. Benim için mücevhere dönüşmesi. Ben, mücevherle konuşuyorum, iletişim kuruyorum. Özetle, iyi tasarım yapmak, yeniyi keşfetmek, farklı olmak, görünce heyecanlanmak önemli. Öyle iyi yapmalı ki, kitleler arkandan gelsin!
Bu işin yaratıcılığı nerede? Önce ürün yaratılıyor, sonra hikâye mi yazılıyor? Yoksa tersi mi?
Aslında o, büyük bir holding kurumsal ilişkiler direktörü ama aynı zamanda çok güzel romanlar yazıyor. “Bir Günah, Bir Sevap” ikinci romanı. İflah olmaz bir yazma tutkunu. Cesur konulara el atıyor, bu kitap öyle. Fonda da şahane bir İzmir vardı, sormadan edemedim...
- İlk romanın İzmir’de geçiyordu, ikinci romanın “Bir Günah, Bir Sevap” da... İzmir, senin için ne ifade ediyor?
Ah İzmir! İzmirli olmak gerçekten bir ayrıcalık. Fanatiklik değil benimki, sevdiğim bir yeri, herkese anlatma, kıymetinin bilinmesini isteme ve onun için bir şeyler yapma arzusu. Bu yüzden romanlarıma hep mekân olarak İzmir’i seçiyorum. Bundan sonra da öyle olmaya devam edecek. Türkiye’de birçok büyükşehir, kırsaldan göç alıyor. İzmir de öyle ama diğerlerinden farklı bir durum var: Bu şehre gelen, İzmirli olarak anılmak istiyor! Güneşinin güzelliğinden mi, imbatından mı bilinmez ama cazibeli bir şehir. Kısaca İzmir’de yaşamaya doyamazsın! Başka yerlerde de yaşayabilirim ama hep bir gün İzmir’e döneceğimi bilerek...
- Ne güzel anlattın! Bir İzmirli en çok nesinden anlaşılır?
Hoşgörüsünden! Bu toprakların, asırlardır havasına, suyuna karışan zenginlikleri var. İzmir, farklılıkları potasında eritip muhteşem bir hoşgörü bilinci geliştirmiştir. Burada yaşayanların da genine bu işlemiştir. Kendini İzmirli hisseden herkes, farklılıklara saygı duymayı ve bunun bir zenginlik olduğunu bilir.
- İzmirli bir erkeğin vazgeçilmez yanları neler?
Hah şahane konuya değindin! Bence İzmir erkeğine haksızlık edildi. İzmir denince, hep kızları, kadınları konuşuldu ama onun yanında yürüyen erkekten hiç bahsedilmedi. Ben mesela gerçek bir İzmir erkeğiyle evliyim. Deniz’e haksızlık yapmak istemem. İzmirli kadın, toplum içinde bu kadar özgürce kendini ifade edebiliyor ve bir çatışma çıkmıyorsa bir adım geri durup, mutluluk ve saygıyla onu izleyen İzmirli erkeğine de hakkını teslim etmek gerekmez mi? Ayrıca güzellik konusuna gelince, İzmir’in kadınları kadar erkekleri de yakışıklıdır. Bu topraklarda insanı güzel yapan, karışan genlerdir. Suyun öteki yanından, adalardan, Anadolu’dan, Avrupa’dan gelenler bu topraklarda harmanlanmıştır.
-
Dünya komplekssizi bir genç. Çok enerjik, çok hayat dolu. Ve inanılmaz bir sporcu. A Milli, Süperlig ve 1. Lig takımlarında 15 sene boyunca basketbol oynayıp spor kariyerine devam etmiş. Aynı zamanda hep modellik yapmış. Markaların yüzü olmuş. Son olarak modacı Hakan Akkaya’nın FW19-20 Marie Antoniette ve 13. İthib Kumaş Tasarım Yarışması defilelerinde de podyumda yer aldı. Sahneleri seviyor, podyumları seviyor. “Önyargılar kırılmalı. Mesele engellilerde değil, mesele insanların beyinlerindeki engellerde...” diyor. Engellilere sürekli “Hayata karışın!” mesajı veriyor. Bu arada Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi, hayat hikâyesini konu alan ‘Parkeden Podyuma’ isimli kısa bir film çekmiş. Film çeşitli festivallere katılıyor. İyi niyetli, iyi kalpli bir genç, yolu açık olsun...
- Türkiye’nin ilk ‘ampute erkek mankeni’sin, tebrik ederim.
Teşekkürler.
- ‘Ampute’ tanımı seni rahatsız ediyor mu?
Hayır, hiç.
- Peki ya ‘engelli’ lafı?
O da rahatsız etmiyor. İyi ya da kötü bir çağrışımı yok bende. Hiç üzerime alınmıyorum. Çünkü ne fiziki ne de manevi hiçbir konuda engelli görmüyorum kendimi. Sır bu galiba, sen görmeyince başkaları da seni öyle görmüyor. İnsanlar bana “engel tanımayan adam” diyorlar. Hoşuma gidiyor. Ne mutlu bana...
GELİŞMİŞ BİR ADALET DUYGUM VAR...
- “Aralıklı açlık” nedir?
İfadeler farklı farklı oluyor ama yaklaşık olarak benzer konular. 2013’ten beri “Akşam 17.00 sonrası yenmemeli! Akşam yemeği diye bir şey olmamalı” diyorum. Şimdi bu Nobeller vesaireyle gelinen nokta: 1. Uzun açlığın şahane bir şey olduğu. 2. Bunun geceden sabaha yapılırsa daha da şahane olacağı belirtiliyor. Yani 17.00’den sabaha dek aç kalınan zaman, en ideal aralıklı açlık zamanı. “Time restricted diet” deniyor. Amaç, sirkadiyen iç saat düzeni+açlık+uyku üçlüsünü birleştirmek. Akşam yiyip kahvaltıyı atlayarak da bunu yaptığını düşünenler var, ben hatalı buluyorum. Asıl menfaat gece açlığında.
- Bedenimiz kendi bozuk hücrelerini mi yiyor aç yatarsak?
Evet, öyle de denebilir...
- “Herkeste kanserli hücre oluşuyor ama bağışıklığın güçlüyse bunlar imha ediliyor” teorisi de buna mı dayanıyor? Doğrudur. Sistem çok akıllı çalışıyor. Eskimiş, performansı düşmüş, ömrü dolmuş hücrelerin temizlenmesi, sistemin sağlığı için önemli. Gece açlıkta ve uykuda, çoğu eski ve bozuk hücreyi yakalayıp parçalayıp, sağlam kısımlarını, “yedek parça” olarak kullanma gibi bir durum söz konusu. Buna otofaji deniyor. Bizler sürekli değişen hücreler topluluğuyuz. Her organın hücreleri farklı zamanlarda yenileniyor. Cilt 28 günde, bağırsak 4-5 günde bir yenileniyor. Bu yenilenmelerin tam olması lazım. Aç yatmak bu yüzden çok mühim.
- Siz günde kaç öğün yiyorsunuz?
İki öğün. 11 ve 17’de yiyorum. Bence 17’den önceki 8 saat ne kadar yersen ye. Elbette sağlıklı besinler grubundan. Öğlen istediğin kadar ye! Hatta tıkın. Ama sonra 17’de dişlerini fırçala. Sabaha kadar bir şey yok bir daha...
EDİSON AMPULÜ BULDU