Seni tanıyalım...
Ankaralıyım. 23 yaşındayım. Veterinerlik fakültesinden yeni mezun oldum.
Başına gelen nedir?
Bir hayvan hastanesinde, nöbetçi veteriner hekim olarak çalışmaya başlamıştım. Üçüncü aydı... Başıma bir felaket geldi... (Ağlıyor)
Ne oldu?
Tecavüze uğradım! Darp edildim. Ölümle tehdit edildim. Kâbusların en büyüğünü yaşadım. Ama yine de susmadım... Şikâyetçi oldum. Başıma gelenleri en ince ayrıntısına kadar polislere de savcıya da anlattım. Ama ne fayda... Tecavüzcülerim serbest... Adalet ölmüş! Bunu bana yapanlar nasıl ellerini kollarını sallayarak dolaşabilir... Özgür olabilir... Başka kızlara da aynı şeyleri yapsınlar diye mi? Anlamak mümkün değil... (Ağlıyor)
Olaylar nasıl gelişti? En başından anlatır mısın?
Aralık’ın sonunda Instagram’da bir ilan gördüm: “V... Hayvan Hastanesi’ne nöbetçi uzman hekim aranıyor.” Başvurdum. Profesör H.B. ve S.D. ile görüştüm. İşe kabul edildiğimi söylediler.
İnsana cesaret veriyorsun, ilham veriyorsun, “Sana inanan biri varsa, Fulya gibi her şeyi başarırsın!” dedirtiyorsun!
Teşekkür ederim.
Hadi başa dönelim, hikâyen nerede, nasıl başladı?
Küçük, çekirdek bir ailemiz var bizim. Annem, babam, benden 4 yaş büyük ablam ve ben. Birbirimize çok düşkün bir aileyiz. 98’de Konya’da doğdum. Ama aslen Akşehirliyiz. Annem çalışmıyor, babam Şeker Fabrikası’nda ustabaşı, ablam da fizyoterapist...
Görme engelli doğmanın özel bir sebebi var mı?
Hayır, yok. Bazen oluyor. Bazı şeylerin açıklaması yok.
Peki görme engelli olduğunu ne zaman fark ettin?
Bilinçli bir çocuktum, o yüzden küçük yaşta, 2 ya da 3’tüm galiba.
Hiçbir şeyi çok abartmıyor. “Dan dun” her şeyi söylüyor. Oyuncu İlker Kızmaz’ın eşi, minik Naz’ın annesi. Aslı Kızmaz, bir sosyal medya kahramanı. Hem fenomen hem influencer. Ayrıca bir “dijital içerik ajansı” var. Markalara ya da kişilere projeler üretiyor. Ama ne iş yapıyorsun dendiğinde bir kalıba sokulmak istemiyor. Daha yeni çok baskı yapan ‘Benden Ne Olur’ diye bir kitap yazdı. O kitap beyazperdeye uyarlanacak, sinema filmi olacak. Kitap iyi, eğlenceli. Ama eşi ve kızıyla bu bayramda İtalya’ya yaptığı karavan tatili enfes!
- Sen sosyal medya sihirbazısın! Sadece güzel fotoğraflar değil, çok sıkı içerikler de paylaşıyorsun. Yaptığın işi nasıl tanımlıyorsun? Sen nesin?
(Gülüyor) Şahane soru! Son dönemde en sık karşılaştığım soru: “Sen nesin Aslı? Ünlü karısı mı? İş kadını mı? Sosyal medya ünlüsü mü? Yazar da mı oldun şimdi?” Cevap veriyorum: Tek bir işim, tek bir sıfatım yok benim. Canım ne zaman, ne olmak istiyorsa o oluyorum! Bir kalıbın içine hapsedilmek istemiyorum. İlle de bir şey söylemek gerekiyorsa, dijital içerik ajansım var.
- “Dijital içerik ajansı” tam olarak neler yapar?
Dijitalde iş yapmaya niyetlenen markalara ya da kişilere dijitalde projeler üretir. Bu bir dijital film de olabilir, bir Instagram post’u da. Bağlayıcı tek şey, mecrasının dijital olması...
- Şimdiye kadar kimlerle çalıştın?
En aktif çalıştığım kişi Enis Arıkan oldu. İki yıldır çalışıyoruz. Çok iyi bir yere geldik. O beni dinledi, ben de onu dinledim. Kardeş gibi olduk. Enis dışında ismini veremeyeceğim bayağı büyük isimlerle de çalıştım, çalışıyorum.
Hikâyen nerede başladı?
- İzmir’de... Futbolcu bir baba, terzi bir anne... İkisi de sanat delisi. Çocukluğum resim, müzik, spor yaparak geçti. Ve dans ederek... Hepsi birbirinin içindeydi. Benim için oyun gibiydi. Yapmayı en sevdiğim, yaparken zamanın nasıl geçtiğini unuttuğum şeyler. Milletin anne-babası ekonomi, işletme filan okusun ister. Benimkiler sanat okumazsam galiba beni evlatlıktan reddedeceklerdi. 9 Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde tekstil okudum.
Ama önce ayakkabı tasarımı yaptın. O nereden çıktı?
- Güzel sanatlarda okurken bir ilan gördüm: Ayakkabı Tasarım Yarışması. İlgimi çekti, katıldım ve kazandım. Üretici firma, mezuniyetimden sonra bana iş teklif etti. Küçücük bir alanda, insanın yaratıcılığını zorlayan çok zevkli bir şey.
Sonra neden kumaşa döndün?
- Çünkü tasarım benim için duygu tasarlamak aslında. Bütün tasarımlarda esas olarak yaptığınız bu. Ayakkabı tasarımcısı olarak derilerin içinde çalışırken bir ilan daha gördüm: Türkiye’de düzenlenen ilk kumaş dokuma tasarım yarışması... Üniversitede ödev olarak hazırladığım tasarımlarla katıldım.
Yine mi birincilik?
- Evet. İki ayrı tasarımımla hem birinci hem ikinci oldum. Öğrencilerime de ödevlerini her zaman kendileri için yapmaları gerektiğini anlatıyorum. O kumaşları ödev olarak görmemiştim, kendim için dokumuştum.
Daha dün, “telefon kablosu saçlı kız” yazıları yazıyordum. Bugün o kız liseli oldu. Hindistan’da ortaokulu bitirdi. Demin de mezuniyet töreni vardı. Şaka gibi di mi? Oturduğum yerde, o yazıları yazdığım Dubai yılları gözümün önümden film şeridi gibi geçti. Ve o sırada uzun saçlı, tatlı bir kız elinde Türk bayrağıyla sahneye çıktı! Gülümsedi ve “İyi akşamlar. Hepiniz hoş geldiniz!” dedi. Türkçe. Kızım sahneydi, anadilinde konuşuyordu. Gözlerim doldu.
*
Hindistan’dan ayrılma zamanı geldiği için de gözlerim dolu...
Gözünü sevdiğimin Hindistan’ı... Bize ne iyi geldin! Şahane bir üç yıl geçirdik, inanılmaz renkli geçti. Daha sabırlı, daha tahammülü insanlar olduk, pek çok şey öğrendik, yargıladığımız pek çok şeyle yüzleştik, ruhen de zenginleştik, aile olarak da birbirimize daha çok kenetlendik...
Üç yıl önce Türkiye’den ayrılırken, birkaç pedagoga ve öğretmene, “Eşim Hindistan’a tayin oldu. Alya da ergenliğe giriyor. Hindistan’a taşınalım mı? Ne dersiniz?” diye sormuştum “E kritik yaşlar. Risk almaya gerek var mı? Alıştığı ortamdan koparmayın buluğ çağında!” demişlerdi.
Ama Allah’tan ben hayatta herkesi dinleyip (bazen de dinlemeyip) kafamın dikine gidiyorum. Benim kalbim, hep birlikte olmaktan yanaydı. Onlar güya çocuğu düşünüyordu ama aile bölünüyordu. Tamam, Ömer gidip gelecekti ama baba orada, anne ve çocuk burada... Bölünmüş aile olacaktık. Yemedi gözüm! Benim için aile her şeyden önce geliyor. Neymiş, çocuğu alıştığı ortamdan koparmamak gerekiyormuş! Neymiş risk almamak gerekiyormuş!
*
İŞTE ben böyle kadınlara bayılıyorum! Ilgın Özdemir Yazgan gibi. Ankara Kolejli, ODTÜ’lü, Bilkentli. Zeki, iyi eğitimli ama aynı zamanda kendini güzel ve bakımlı hissetmeyi seven biri. Uzun süre kurumsal hayatta çalıştıktan sonra anne oluyor. Ve şunu fark ediyor: “Tamam, annelik dünyanın en müthiş şeyi ama biz bu çocuğu iki kişi yaptık, sosyal hayattan kopan sadece kadın oluyor!” Çünkü o bakımlı Ilgın, pijama benzeri salaş şeylerle gezmeye başlıyor.
İstatistiklere göre kadınların yüzde 43’ü doğum sonrası iş hayatına dönmüyor. Tabii ki pek çok farklı sebebi var ama emzirme dönemlerinde en büyük sıkıntılardan biri de kıyafet. İçinde kendinizi güzel hissedebileceğiniz kıyafetler bulmak zor. İşte Ilgın, kendi deneyiminden yola çıkarak, emzirme döneminde işe giderken ya da bir davete katılırken de kadın şık olabilmeli ve sütünü rahat sağabilmeli diye “Accouchêe” markasını kuruyor. Arkasında da bir felsefe yatıyor. Çok tebrik ediyorum. Kıyafetler de gerçekten çok şık, yeniden anne olup giyesim geldi. Sizi Ilgın’ın hikâyesiyle baş başa bırakıyorum...
- Vayyyy! Sizi tebrik ediyorum. Emzirme kıyafeti gibi durmayan çok şık giysiler bunlar. Bir kere ezik değil! Başka bir enerjisi var, “Ben sadece anne değilim, fazlasıyım!” diye meydan okuyan bir hali var. Nedir hikâyesi?
Ne güzel tanımladınız, teşekkürler! Ben kurumsal hayattan geliyorum. TED Ankara Koleji sonrası ODTÜ, Bilkent ve K.U. Leuven üniversitelerinden mezun oldum. Avrupa Yatırım Bankası, Accenture Yönetim Danışmanlığı ve Petrol Ofisi gibi farklı kurumlarda ve pozisyonlarda 14 sene boyunca çalıştıktan sonra... Doğum yaptım! Evet, dünyanın en mutlu kadını olmuştum ama bocalıyordum da. Birkaç ay olmuştu. “Süt geldi gelmedi, emdi emmedi” derken, pijama benzeri salaş kıyafetlerle gezmekten sıkılmış, içinde bulunduğum durumdan bunalmıştım. Hayatımın bir numarasına oturan oğlumu çok seviyor ama onunla bir yerlere gidemiyordum...
- Neden?
E bir yanlışlık vardı! Giyinirken kendimi hasta gibi hissettiğim kıyafetlere mahkûm olmuştum. Üstelik pejmürde giyinmek, aynı zamanda beni sosyal hayattan da koparmaya başlamıştı. Şık bir etkinliğe katılamaz olmuştum. “Emzirme önlüğü” denilen üründen ise hep nefret ettim. 1 kere bile kullanamadım. Kısacası şunu fark ettim: Evet, çocuğu iki kişi yapıyor ama doğum sonrası sosyal hayatı zarar gören yalnızca kadın oluyor!
-
Tebrikler Ömür! Yeni bir kitap daha doğurdun: “200 Adımda Ergenlik Rehberi.” Ergen bir kızım olduğu için bir çırpıda okudum. Teşekkür ederim, bir sürü şey öğrendim. Soru-cevap şeklinde yazılmış olması da, okuma kolaylık sağlıyor. 8 uzmanı karşımıza getirmişsin. Hadi başlıyorum sormaya… Nereden çıktı bu kitap?
-İki yıl önce Hürriyet Kitap’tan, “200 Adımda Çocuk Yetiştirme Rehberi” çıkartmıştık. O kitap, bir çiftin bebek yapmaya karar vermesinden, çocuk 6 yaşını bitirinceye dek geçen süredeki çocuk eğitimini içeriyordu. Bu kitap da onun devamı olarak doğdu.
Ergenliğe kafayı niye taktın?
-Aslında ben bütün olarak çocukluğu önemsiyorum. Çocukluk, bir insanın hayatının temeli! O temel ne kadar sağlam atılırsa, gelecekte toplumda yer edecek yetişkin birey de o kadar sağlam olacaktır. Oysa biz yanlış çocuk eğitiminin korkunç sonuçlarını görüyoruz bugün. Tacizlerle, tecavüzlerle, hırsızlıkla, yalancılıkla… Bir zamanlar çocuk olanlar, bugün bu korkunç kötülükleri yapıyor insanlara, hayvanlara, doğaya! Bunu düzeltmek için ben, öncelikle anne- babaların ve öğretmenlerin eğitilmesinin gerektiğini düşünüyorum. Kafayı taktığım şey işte bu!
Çevrende ergenlerle ilişki konusunda şikayeti olanlar var mı?
-Var. Bazıları, çocuklarıyla fena halde kavgalı. Bunu üzücü buluyorum. Sürekli emreden, çocuklara neyi, nasıl yapması gerektiğini söyleyen anne babalardan yıldım! Rahat bırakın çocukları, onları dinleyin, onları uygun ortamlar yaratın yeter! Çocuklar kavgaya gelmez. Buna kimsenin hakkı yok. “Benim çocuğum, istediğimi yaparım” diyen anne-babaları affedemiyorum. Biz, çocuklarımızla nasıl konuşmamız gerektiğini bilmiyoruz. Anne- babalarımızın hatalarını şimdi kendi çocuklarımıza aktarıyoruz. Bu yanlışın düzelmesi gerek! Bu kitap bir nebze olsa yardımcı olacak diye düşünüyorum.
Peki var olan ergenlik kitaplarından farkı ne?
-Aradığınız hemen hemen her sorunun yanıtını bulabiliyorsunuz. Bir de uzun uzadıya da anlatmıyoruz, soru- cevap şeklinde, açık, anlaşılır ve temiz bir Türkçeyle açıklıyoruz. Üstelik bu kadar farklı konuyu bir arada anlatan başka bir kitap yok. Bu konuda iddialıyım!
Geçen hafta sosyal medyayı salladı o görüntüler. Hafızamıza darp edilen, tokat yiyen kadın olarak kazındın... Ne hissediyorsun?
Öfkeliyim. Çünkü şiddet görüyorsun bu ülkede, dayak yiyorsun, darp ediliyorsun ama edildiğinle kalıyorsun... Hiçbir şey olmuyor! Adam elini kolunu sallaya sallaya dolaşıyor. Çaresiz de hissediyorum kendimi ama yine de vazgeçmeyeceğim, pes etmeyeceğim. Bu yaptığı suç. Yanına kalmamalı. Cezasını çekmeli...
O görüntüleri sen mi sosyal medyaya verdin?
Evet, darp edilen diğer arkadaşlarımla... Kendimizle gurur duyuyoruz. Susmadık, hakkımızı arıyoruz. Ama tabii hırslanıyorum da...
Kime?
En çok kendime! “Niye ben de ona karşılık vermedim?” diye. Gerçi doğru olanı yaptım. Haklıyken haksız duruma da düşmüş olurdum. Ama yine de defalarca izledim, izledikçe de delirdim. Adam 9 kere tokat atmış bana! Olabilir mi böyle bir şey?
Gerçekten rezalet! Öfkelenmekte o kadar haklısın ki... Şiddetin herhangi bir gerekçesi olamaz ama sen o tokatları hangi sebeple yedin?