“Tabii!” dedim.
Alınca da bir daha vazgeçemedim! Benim gibi yüzlerce insan ona abone oldu. Gerçekten nefis ekşi mayalı ekmek yapıyor. Bir de sadece kadınların çalıştığı minik bir fırını var. Hikâyesini röportajda okuyacaksınız. Sizi Pelin’le baş başa bırakıyorum. Denk düşerse mutlaka ekmeklerinden deneyin...
- Nasıl başladı ekmek maceran?
Merak.
- Valla mı?
Valla! Yurtdışında yediğimiz ekmekleri sorgulamakla başladı her şey. “Neden bizim ekmeklerimiz bu kadar güzel değil? Unları mı farklı acaba?” diye düşünüp dururken, elime Eric Kayser’in “Larousse du Pain” kitabı geçti...
-
LÜTFİYE Pekcan çok önemli işler başarmış değerli bir gazeteci. Ama aynı zamanda eşine çok âşık bir sevgili ve oğluna tutkuyla bağlı bir anne. Bence çok derin biri Lütfiye. Son romanı da öyle: ‘Oğluma Mektuplar’. Mutlu, onurlu ve anlamlı yaşamanın sırları üzerine yazılmış bir roman. Aşkı, ölümü, anneliği, evlat sevgisini, arkadaşlığı, kadına şiddeti, her gün biraz daha artarak tanık olduğumuz kötülükler yüzünden umutları ve hayalleri çalınan biz “ölümlülerin” hayatını anlatıyor. ‘Oğluma Mektuplar’ tüm umutsuzlukları aşmanın tek yolunun yüreği sevgi dolu, vicdanlı, dürüst ve iyi eğitim almış evlatlar yetiştirmek olduğunun ve en önemlisi bir gün hepimizin öleceğinin altını çiziyor. Ben okurken çok etkilendim, sizin de okumanız dileğiyle...
- Yeni romanın “Oğluma Mektuplar” şahaneee! İnsanın kalbine işliyor. Tüm yüreğimle seni kutluyorum...
Çok teşekkürler.
- Ölmek üzere olan gazeteci bir anne ve oğlu romanın başkahramanları. Sen de gazetecisin ve oğlun var...
Kahramanlarım benden ve oğlumdan izler taşısa da gerçek olaylardan esinlenmiş kurgu karakterler. Bir anne olarak, oğluma duyduğum sonsuz sevgi, aramızdaki gözle görülmeyen o olağanüstü bağ ve anneliğin hiç bitmeyen yürek çarpıntısı hep var. O yüzden de yazarken çok zorlandım. “Nalan gibi öleceğimi öğrensem ve ardımda oğlumu yapayalnız bırakacak olsam, ne yapardım?” diye düşünüp çok gözyaşı döktüm. Yazarken gerçek ve kurgu birbirine karıştı ve beni derinden sarstı.
- Ölümden korkuyor musun?
Eskiden sorsan bu soruya “Evet” derdim. Çünkü oğlum küçüktü ve bana ihtiyacı vardı. Şimdi korkmuyorum. Biraz zor oldu ama yazdığım bu romanla ölümle yüzleştim! Biz hepimiz hiç ölmeyecekmişiz gibi yaşıyoruz. “Oğluma Mektuplar” hepimizin ölümlü olduğunu hatırlatıyor. Hırslarımıza yenik düşüp yaşamın her anının tadını çıkarmazsak ölüm kapımızı çaldığında ertelediğimiz her şey için pişmanlık duyacağımızı anlatıyor. Sağlıklı olmak, hayattaki en büyük hazine, en kudretli güç. Keşke herkes sağlığını kaybetmeden bu hazinenin farkına varabilse, hayatla ilgili gündelik korkularını endişelerini bir kenara bırakıp yaşadığı anın kıymetini bilebilse...
Gerçekten de ameliyatını gerçekleştiren Mehmet Mutaf Hoca harikalar yaratmış. Yanakları ve boynu yeni doku alabilmek için şişiriliyor. Ama yine de yüz hatlarını görebiliyorsunuz. Berfin de çok memnun durumdan. Doktoruna çok güveniyor.
Bu ayın sonunda ikinci ameliyatını olacak. Ben süreci izlemeye, takip etmeye devam edeceğim. Önümüzdeki günlerde Selin Ciğerci’yle de gideceğiz. Vaziyet böyle. Berfin’in yanındayken, hazır yakalamışken Hoca’ya müzisyenliğiyle ilgili sorular da sormayı ihmal etmedim. Buyurun buradan okuyun...
- Hocam, nasıl gidiyor?
Umduğumdan daha hızlı iyileşiyor Berfin’in yüzü. Yüz hatları tamamen çıktı. Yeni doku almak için yanağı ve boynu şişirmeye devam ediyoruz. Her gün pansumanları yapılıyor. Ağrısı yok. İkinci ameliyatı temmuz sonu düşünüyoruz. Bodrum’da da olabilir. Artık Berfin bizim kızımız oldu. Hastanede de mutlu...
- Siz de ameliyatlarda mutlusunuz...
Hem de nasıl! Hayatta en mutlu olduğum yer. Yorulan ama oyun bitmesin diyen bir çocuk gibiyim. Dışarı çıktığımda hep, “Hocam, ameliyat nasıl geçti?” derler. İyi geçmese çıkmam ki zaten. İçeride olmaya devam ederim. Beğenmeden asla çıkmam. Çünkü hayalimde gördüğüm o üç boyutlu sonucu alabilmek istiyorum. Bu, taşın içindeki kuşu çıkarmak gibi. Bir heykeltıraşın tutkusu gibi. O taşın içinde tutsak kalmış bir şey var. Benim vakalarımda da o var. Benim onu bulup çıkarmam lazım.
-
Yaptığın işi nasıl tanımlıyorsun?
Şarkıcıyım. Şov, benim işim. Çok iyiyim demiyorum ama sahneye çıktığımda insanları eğlendirebiliyorum. Nasıl Huysuz Virjin’le zamanın nasıl aktığını anlamazsın, benimki de o hesap. Ama tabii kendimi Seyfi Dursunoğlu’yla kıyaslamıyorum, yanlış anlaşılmasın. Daha 40 fırın ekmek yemem lazım! Farz edin ki Fatih Ürek’in kadın versiyonu gibiyim ya da öyle olmaya çalışıyorum. Bir iddiam yok, kimseyle dalaşım, yarışım yok. Kendi yağımda kavruluyorum.
Sana “trans birey” mi densin istiyorsun?
Valla ne söylemek istiyorlarsa söyleyebilirler. Bir rahatsızlığım, bir kompleksim yok. Bize verilen isim o, ama “Selin Hanım” yeterlidir.
LUT KAVMİ DEYİNCE ÜZÜLÜYORUM
“Cinsiyet değiştirdi, kestirdi, erkekti kadın oldu” denmesi, arkandan fısır fısır konuşulması rahatsız ediyor mu?
Hayır, asla! Hiç etmiyor. Kötü bir şey değil ki bu. Arkamdan, “Dolandırıcıymış, hırsızmış, kadın tüccarıymış!” demiyorlar ki. Ben çok mutluyum. Annem babam bana her zaman, “Allah senden razı olsun!” diyor. Ben dört duvar arasında bir ameliyat yaşadım. En azından arafta kalmadım, o en zoru. Arafta kalmadım, kadın oldum ve herkesin ağzını kapattım.
Nasıl bir hikaye seninki…
-Roman olur… Film olur… Öyle bir hikaye… İçinde başkaldırı var, acı var, mutluluk var, bol göz yaşı var. Özüne kavuşmak için çabalayan bir kadınım ben. İstanbul’da dünyaya geldim. 84’lüyüm. Babam Konyalı, annem Kastamonulu. Muhafazakar bir aile…
Orta halli mi?
-Aslında gecekonduda büyüdüm. Tuvaletimiz evin dışındaydı. Ama Zeytinburnu’nda bir sokak bizimdi, dedem köyden gelip bütün sokağı satın almış, herkes bizim kiracımızdı. Ama netice de gecekondu sokağı. Fakat babam çok çalışkan bir adamdır, tekstil işiyle uğraşıyordu. Kocamustafapaşa, Laleliydi filan derken, büyük firmalarla ortak oldu. Yavaş yavaş büyümeye başladı. Sonra o şirketlerin başına geçti. Sonunda bildiğin zengin olduk.
Kardeş?
-Bir erkek kardeşim var: Kaan. Benden 5 yaş küçük.
Mutlu bir çocukluk mu?
Renan Tan Tavukçuoğlu. Hayalleri olan, o hayalleri hayata geçirmek için deli gibi uğraşan, elini taşın altına koyan bir kadın. Şahane bir kadın.
Biliyorsunuz, cumaları fark yaratan kadınları yazıyorum, Renan da onlardan biri.
“Puduhepa ve Kız Kardeşleri” onun alkışı fazlasıyla hak eden projesi. Fikir şahane bence. Kız çocuklarının hayallerine sarı saçlı plastik bebekler değil, gerçek Anadolu kadınlarının başarı hikâyeleri ilham olsun istediği için bez bebekler üretiyor. Hikâyesi olan bez bebekler. Geliri de TOÇEV aracılığıyla kız çocuklarının eğitimine burs olarak dönüyor. Şu ana kadar da inanılmaz bir ivme kaydetti, röportajda okuyacaksınız.
Renan aynı zamanda çok okunan, çok tanınan bi yazarın, Canan Tan’ın kızı. Annesine dair, “Annem, ilk kahramanım ve orijinal hayal kaynağımdır benim” diyor. Sizi Renan’la baş başa bırakıyorum...
Seni tanıyalım...
Ben Renan. Tek başına hayal kuran, sonra o hayali gerçekleştirebilmek için çevresine yüzlerce kişi toplayan ve herkesin fark yaratabileceğine yürekten inanan bir kadınım...
- Ya Puduhepa... O kim?
3000 yıl önce bizlerle aynı topraklarda yaşamış, tarihin ilk barış anlaşması Kadeş’e mührünü basmış bir Hitit kraliçesi. Güçlü bir kadın. Gücünü iyi şeylere kullanmış bir kadın. Şahane bir rol modeli...
Burada mutluluktan eriyen bir kadın var!
Çünkü Toplum Gönüllüleri Vakfı’yla Gürece için hayata geçirdiğimiz “yerel kalkınma projesine destek” hareketimiz tam gaz devam ediyooor!
Hani geçen hafta yazmıştım, o gün ilk kolye dizimi ve Alya’nın dans workshop’ları gerçekleşecekti Gürece’deki “İyilik Kolyeleri Atölyesi”nin bahçesinde...
Pek heyecanlıydık.
Pır pır ediyordu içimiz insanlar gelirler mi diye...
O da ne!
Şimdi ben sana soruyorum... Neden yazdın bu kitabı? İki çocuk annesi olarak sen de “gitmeyi” düşündüğün için mi?
Hayır! Gazetecilik merakı diyelim. Zamanın Türkiye’sinin ruhuna dair soruların yanıtını aramak için yazdım. 2015 Temmuz’unda, Radikal’e bir haber yapmıştım. O dönem Suruç patlaması yaşanmıştı. Ciddi bir şiddet gündemi vardı ve hepimiz ruhen yorgunduk. Herkes, “gitmekten” söz ediyordu. Ben de “Çekip gideceğim bu ülkeden demek kolay, peki ya sonrası?” başlıklı bir haber hazırladım.
Göç edenlerden gittikten sonra neler yaşadıklarını mı dinledin?
Aynen öyle! Konuşurken, hep “gitme” niyetini duyuyorduk da sonrasını bilemiyorduk. İşte ben o “sonra”yı merak ettiğim için araştırdım. Derken gidenlerin sayısında da artış oldu. Düzenli bir hayatı olan, 30’larını aşmış pek çok arkadaşım gitmeyi seçti. Geçen yaz, ikinci çocuğum dünyaya geldikten sonra, gazetedeki mesaime annelik izniyle ara vermişken konuyu biraz daha deşmeye niyetlendim. Kitap öyle ortaya çıktı.
Peki ya sen?
Ben kişisel olarak gitmeyi neredeyse hiç düşünmedim. “Neredeyse” diyorum çünkü “Yok artık, bu kadar da olmaz! Hakikaten gitmek lazım...” dediğim bir iki an yaşamışımdır. Sonra geçti gitti ama... Babamın işi gereği, ömrü iki senede bir yeni bir şehre alışmakla geçen biri olarak, içten içe “köklenmek” ihtiyacı duydum. Çocuklarımın geleceğinden endişe ettiğim anlar olsa da sevdiklerimi, sevdiğim sokakları ve esprilerine güldüğüm ana dilimi bırakıp temelli olarak uzaklaşmak becerebileceğim bir şey değil. Oğlum Ali Güney’in ve kızım Haziran’ın “En iyisi çekip gitmek” demeden, ait oldukları topraklarda mutlu ve özgür bir yaşam sürmeleri ve “Dünya bizim evimiz!” diyebilmeleri en büyük temennim...
Sen neler hissettin bu kitaptaki röportajları yaparken?