Yanlış anlaşılmasın, şimdiden belirtmek isterim. Benim bir şirketim var. 1994 senesinden beri faaliyetteyiz.
Son krizden sonra şirketimize ait vergi ve ssk borçlarımızı ödeyemedim- çalışanları mağdur etmemek için çünkü çoğu evli ve çocukları var- biriken borçlarımızı taksitlendirdim.
İlkini ödedikten sonra diğerlerini ödeyemedim ve şu an çıkmazdayım ama şöyle de bir durum var, şirket kuruluşunda yapılan değişiklikler sebebi ile borçların olduğu zamandaki borçlarda şirket sahibi ben gözükmüyorum yani hani derler ya ceketimi alıp gitsem kimse hesap soramaz ama bu karakterde biri olmadığım için ne yapacağımı şaşırmış durumdayım.
Uygunsuz ne teklif etseler kabul edecek durumdayım, yeter ki borcumu ödeyebileyim.
Bu zaman sürecinde evimi, arabamı kaybettim şimdi de ailemi kaybetmekten korkuyorum.
İnanın ki her şeyi yapabilecek durumdayım, ne olur bana destek olabilecek birileri var mı? İstenirse şirketin büyük hisselerini devredebilirim, yeter ki borcun olduğu zamandaki kişilere ve çalışanlara zarar gelmesin, ne gelecekse bana gelmeli. Lütfen yalvarıyorum.
M.
CEVAP: M.Bey geçmiş olsun, inşallah bir an önce şirketinizin sorunları çözülür. Yardımcı olmak isteyen okurlarımız olursa size yönlendireceğim. İyi çalışmalar, hayırlı işler dilerim.
18 mühim yaş, hediyesi de özel olmalı diye düşünüyor... Aynı benim de 18’lik olduğumda düşündüğüm gibi.
Hal böyle olunca hediye aramak için yola koyulup ilk adres İstinye Park’a gidiyorum. İstinye Park’a neredeyse bir senedir uğramamış olan ben, içeriye girince milletin şıklığı karşısında kısa bir süre afallıyorum ama tek afallayan ben değilim...
Eşofmanlarım ve kafamdaki maşayla mekânda dolaşınca beni görenler de kafalarını çevirip bana tekrar tekrar bakıyor.
Başlıyorum dükkânları arşınlamaya, baktığım şeyler özellikle çanta ve ayakkabı çünkü benim kız onlara meraklı. Bir yandan da kendi kendime düşünüyorum, “Ulen, bir çanta, bir ayakkabı alsan 18 yaş için pek özel sayılmaz, yanlarına bir de nazar boncuklu falan bir kolye ya da küpe eklersin Ayşe...”
Ama o da ne?
Bizim ülkede bile hiçbir şey bu hızda değişmiyor, çanta, ayakkabı fiyatları kamera şakası gibi. Alt tarafı iki senedir uzak kaldım şu fanfinfonlu hayattan. Her şey almış başını gitmiş.
Makuldür diye baktığım bir Mucci çantanın etiketinde 11 bin TL yazıyor. Ayakkabılara bakıyorum, iki bin liranın altında bir halt bulamıyorum. Şoku ve siniri atlatayım diye göğüs çakrama iki yumruk atıp karnımı doyurup düşünmek için Masa mı ne, o lokantaya gidiyorum.
O hafta birkaç erkek köşe yazarı Selma’ya ayar çeken yazılar yazmışlardı.
“Konuşması yanlış, susması lazım, niye röportaj veriyor ki?” ve benzerleri şeklinde, hiç ihtiyacı olmadığı halde kadıncağıza akıl hocalığı yapmayı görev bilmişlerdi. Ben de bu duruma sinir olup “Yahu kardeşim, sizlere ne?” deyivermiştim.
Bu yazımın üzerine Hıncal Abi köşesinde bana altta okuyacağınız satırları yazmış;
“Ayşe Aral... Hürriyet’te yeni bir kalem... Hoş bir üslubu var. Beni hemen yakaladı... Yakaladı da baktım, o da ‘Feminizm’ saplantısına koşuyor.
Erkek yazarlar kadın kalbinden ne anlarlarmış da, o konuda yazarlarmış? Vay anasını sayın seyirciler...
Erkeğin kadın kalbi üzerine yazma hakkı yok.
O zaman Sevgili Ayşe, kadının erkeğin beynini okuyup, neyi yazıp, neyi yazmayacağına karar verme hakkı nerden var?”
Sizler deniz, havuz, kum, güneş, aşk meşk takılırken ben, yatak, döşek, tencere, tava ile uğraştım... İşler hafifleyip yola koyulunca sıra geldi etrafı kolaçan edip tanımaya.
Bir sabah evimden çıktım, başladım site içi turlamaya... Anam turla turla bitmiyor, site değil adeta küçük İstanbul. “Eeee Ayşe sen de arabana atlayıp öyle dolaşsaydın ya” demeyin, dediyseniz de size cevap vereyim arkadaşlar... Arabam yok benim.
Yedi sene önce, şuursuz bir şoförün arkadan vurup arabamın ve benim dağılmamıza sebep verdiği günden beri araba kullanamıyorum ben.
Ama son günlerde yeni kararlar aldığımdan, kendimden biraz daha farklı bir Ayşe yaratma çabası içinde olduğumdan, kararlarıma tekrar araba kullanmayı da ekledim ve eski eşimi, yeni kankimi aradım, kendisi araba sektöründe.
“Bana bir araba yollayabilir misin?”
Ve sağ olsun yolladı. İkinci el düt dütüm gelince pek bir sevindim ve Yaradan’a sığınıp arabamla siteyi dolaşmaya başladım. Dizler zangır, kalp taşikardik, iki el direksiyona Japon yapıştırıcısıyla yapıştırılmış halde bir yarım saat dolaştım.
“Vay be” dedim, “boşa bu kadar korkmuşsun, maşallah gayet iyi gidiyorsun Ayşeciğim.”
Bazılarınız Bodrum’da, Yunanistan’da, orada, şurada gezerken ben elimde matkap, duvara resim asayım diye delik açmaya çalışıyorum. Duvar delik deşik oluyor, matkap elimden bir tarafa fırlıyor, of çekerken attığım tekme resmin camını parçalıyor.
Bu arada yazı yazmam lazım Kelebek’e ama internet bir geliyor, bir gidiyor.
Merdivene oturup laptop kucakta başlıyorum yazmaya. Yazıyorum bir sayfa ve küt elektrikler gidiyor, onunla beraber benim yazı da. Kopyalamamışım falan filan... Kardeşim, “Valla on numara salaksın” diyor.
Asayiş berkemal olunca yeniden başlıyorum yazmaya, tam konsantre olmuşum, taşıma şirketinin bir elemanı bağırıyor, “Abla, sen bu buzdolabını ölçmeden mi aldın, mutfağa sığmıyor. Yatak odanda çok boş yer var, oraya koyalım mı?”
Erman Toroğlu nereye koşuyor
Her erkek andropozunu aynı şekilde yaşayacak, kafayı sadece hatunlara saracak değil elbette.
Gerçi bu vakada hatunlara sarma olayı da var. Bundan bir süre önce ne demişti bu zat... “Evliyim ama hayatımı yaşarım, çok eşliyim, kimse karışamaz” falan.
Öncelikle şunu diyeyim... Benim hayatımda yazılarıma da arada dahil ettiğim birtakım karakterler var. Karakter derken, kendileri gerçek amma gerçek olması imkansız gelecek kadar da arıza tipler, yani bendenler. Zamanı geldikçe tanışacaksınız kendileriyle.
İşte jigolo Mahmut da bunlardan biri. Benim hayatımda bir jigolonun ne işi var, bu derece mi zorda kaldım, bu kadar mı aşksızım diye acımaya sakın ola kalkışmayın.
Olay şu...
Geçen sene günlerden bir gün, bir akşamüstü, meşhurca bir kafeye kuruldum, elimde mojitom, başladım geleni gideni izlemeye. Adamlar Ken, kadınlar Barbie gibi “Vay anasını, herkes mi taş olur yahu?” diye iç geçirip bir onlara bir kendime bakıp, “of of” derken, mekanın en taş en “Ken” adamı geldi ve yanımdaki masaya oturdu.
“Allah sahibine bağışlasın”, “aman tanrım, bu gerçek mi?” gibi düşüncelerle beynimi yoğururken bu zat bana dönüp; “merhaba” demez mi?
Hatta ben ağzım açık, aval aval bakınırken konuşmaya devam etmez mi?
“Pek hoşsunuz, hep derim; kızıl saç çok asildir. Merhaba ben Franco.”
Uyandırdın kerizi, bulandırdın denizi. Burada kimseye keriz demeyip sadece atalarımızın bir sözünden sebeplenmişimdir; hakaret içermez, bilhassa bildiririm...
Aslında bu yazı sadece Ivana’nın ekseninde dönen bir yazı değil, burada Ivana sadece konu mankeni.
Bu yazı çoğumuzu, daha doğrusu erkeğinin hegemonyası altında yaşamamayı becerebilmiş şanslı azınlıktaki tüm kadınları ilgilendiren bir yazı. Burada Ivana’nın konu mankeni olmasının nedeni, kendisinin ve kocasının her gün gözümüze gözümüze sokulma durumu.
Şimdi gelelim sadede...
Ivana durumu bizlere göre biraz abartmış olsa da biz de ondanız, yani keriz uyandırıcılardan. Affınıza sığınarak yazının geri kalan kısmında “biz” yerine “siz” diyeceğim, maruzatım var benim, eski kocamla yeni yeni yeşerttiğimiz kanka durumumuzun bozulmasını riske edemeyeceğim, nasıl olsa anlarsınız halden...
Peki, Ivana ne yaptı?
Maddi derdi, tasası yokken çoğunuz gibi, “Kendi ayaklarımın üzerinde neden durmayayım?” dedi ve kendini kamuoyunun önüne attı. Güzelliğinin de ekmeğine yağ süreceğinden emin, başladı atraksiyonlara.