Ben olsam olsam daha ancak çiçeği burnunda bir yazar sayılırım, “gazeteciyim” diyebilmek için de daha bin fırın ekmek yemem gerektiğinin farkındayım.
Yaşım altı- yedi birileri soruverdi, “Baban ne iş yapar senin?”
Ağzıma geldi, tam “gazeteci” diyeceğim, diyemedim. “Babamı sokak sokak gezen, gazete satan bir adam sanacaklar, bana acır gözlerle bakacaklar” diye düşündüm.
Babama şanımıza yakışır bir iş uyduruverdim, “İşadamı, fabrikatör hem de” dedim.
“Aile işi mi?” dediler. “Haa” dedim, “aile işi” çünkü diyemedim “amcam da gazeteci.”
Gel zaman, git zaman baktım babamı sokakta gören beş kişiden üçü, “Aaaa Tekin Bey” diyor, bizim eve gelen giden insanların çoğu ünlü tayfasından... O zaman durum değişti.
Ben de sekiz- onlu yaşlarda “Baban ne iş yapar?” diyene büyük bir havayla bastım lafı; “gazeteci benim babam.”
Şimdi olay şu, cumartesi günü Beyaz TV’de “Serdem’in Mutfağı” isimli bir programa canlı yayın konuğu oldum.
Serdem, dünya tatlısı, yetenekli, kıpır kıpır bir hatun, programın yapımcısı da arkadaşım Meltem Şarkışlalı. Hâl böyle olunca hayır diyemedim ve programa gittim.
Programda benden başka bir de doktor konuk var, estetiysen Alp Mamak.
Neyse yayın başladı, biz laflarken Serdem bir yandan tansiyonunun yükseldiğini söyleyip duruyordu ama kimse aldırmadı, ta ki yayının ortasında Serdem, “Ayşe beni tut” diyene kadar.
Serdem’i tutmamla beraber kızcağız bir anda bayıldı ve yere düştü. Hemen reklam girdiler ama bizde bir panik, bir panik.
Serdem’i hemen yatırdık, doktor nabzını, tansiyonunu kontrol ederken Serdem titremeye ve ağlamaya başladı.
Zaten panik atak olan benim de elim ayağım kesiliverdi. Bu arada stüdyoda bir bağırışma, “Yayına son bir dakika, ne yapacağız?”
Ne sizleri değerli sayfama taşırım ne de oradan buradan hakkınızda okuduğum rezilliklerinize kafa patlatırım ama bu sefer dayanamadım.
Nedeni ise şu: Sen düpedüz ağzı başka, ayağı başka oynayan halkın önünde süt dökmüş kedi, kapalı kapılar arkasında ise bambaşka birisin.
Peki, ben neden bunları yazma gereği hissetim, ben senin yaşadıklarını nereden bileyim, yanında mıydım ki seni yargılama hakkına sahibim, falan filan...
Evet, bir kısmında haklı olabilirsin ama senin hakkında yazılan, çizilenlere inanmam için benim de haklı sebeplerim var. Sustum sustum ama artık taşıverdi sabrım. Ne yapayım sen kaşındın, eh konu kadın- kız olunca ben de haliyle duramadım.
Bak kardeşim, senin 10-15 yaşındaki kızlarla msn üzerinden saatler boyu geyik yaptığına ben şahidim.
Bak yine kıyamadım, detayları yazmadım ama şu artistliği bırakmazsan valla da billa da yazacağım. Bilmem aklında şimşekler çakmasına, uslanmana fayda sağlayabildim mi, umarım sağlamışımdır!
Bayramınız kutlu olsun
Ağrıma gitti. Ciddi ciddi içlendim, dokundu bana resmen dokundu, aynı sizler gibi...
Soğuk, karanlık, ürkütücü...
Tarifini edemediğin çünkü yaşamadan bilemeyeceğin, yaşayana “nasıl?” deyip cevabını alamayacağın, sırf kendin için olsa belki yükü daha hafif olan, ama işin içine tüm sevdiklerin girince anan, baban, evladın da aklına gelince, taşıması neredeyse imkânsız olan...
Sıralısı için dua etmekten başka elinden gelen olmayan, gelişini haber vermeyen, bazen verse bile sağ gösterip sol vuran, gidecek sandığının mucizevî olarak kaldığı, kalacak dediğinin saniyeler içinde birden gidiverdiği...
Acılar içinde kıvranarak mı ya da bir uykunun devamında mı seni alacağı belirsiz olan...
İyisi mi yazdıklarımı okuduktan sonra bu durumumuzu kabullenin, olsun, bitsin.
Ben kendi adıma bu durumu dün Akmerkez’de yaptığım alışverişten sonra kabullendim. Nasıl mı?
Şöyle...
Eve gelip paketleri açarken aldıklarıma baktım, bakarken de dürüstçe davrandım.
Güya ihtiyaçlarımı almıştım ama hepsinin en alengirlilerini seçmiştim.
Bot ihtiyacımı sıradan rahat bir bot alarak giderecekken 20 pontluk, en seksi botu almışım.
Çorap desen popoyu neredeyse göğüslerime eriştirecek kadar kaldıranından. Sutyen ve külot takımım aman Allah’ım sanki Victoria’s Secret defilesinde salınmak için seçilmiş. Kot üstüne giyerim diye aldığım bluzun arkası transparan, önüne de kıyıp uyduruktan iki düğmecik koymuşlar. Rujum “öp beni yavrum” diyor, yanar döner, yavru ağzı bir şey.
Nasıl bir şeymişiz yahu biz? Tüm dünya öyle ya da böyle iyisiyle ya da kötüsüyle, sevabıyla ya da cefasıyla dönüp duruyor çevremizde.
Bizler olmasak dünya sanki duracak, adam kısmı denen cinsiyet tek başına ne adım atabilecek ne yaşamını daim ettirebilecek.
Bizler adamsız dünyada keyfimize keyif katmanın “Yaşamak da böyle bir şeymiş ulen” demenin ve hayatın tadını çıkarmanın hazzına varırken, adamlar bizsiz dünyada ancak üç beş gün yaşar, sonra da toplu halde intiharlar başlar.
Kısacası hayat bizsiz olmaz, asla ve asla bizsiz yaşanmaz, yaşanmadığı gibi çoğu zaman tek bir tanemiz elin adamına yetmeyiz, nerede çokluk, orada mokluk lafı erkeklerde... “Nerede çokluk, orada bol halvet” şeklinde akıllarda yer eder.
Şimdi aşağıda bu durumun en has örneklerinden birini okuyacaksınız.
Yalanım varsa ne olayım, bu olay gerçek... Adam da eski milletvekili; hatta ve hatta...
Ah yazamıyorum ki hattasını ama belli de olmaz, ipucu verebilirim aşağılarda.
Özeti şu: Yakın bir arkadaşım beni, dünya güzeli, aileden zengin, okumuş etmiş bir hatunla tanıştırmıştı.
Bu hatunla sohbetimiz sırasında, güzel kadın dudağımı uçuklatacak şeyleri, yaşanması gayet normalmiş gibi anlatmış ve ne kadar mutlu, huzurlu olduğundan bahsetmişti.
Yıllardır seksten zevk almadığından, kocasına sadece cinsel tatmin için düzgün bir kadın bulduklarını, adamın haftada üç-beş bu kadına gidip rahatlayıp eve geri döndüğünü söylemişti.
Karı koca bu durumdan gayet mesut ve mutlulardı ve birbirlerine de hâlâ âşık.
Konu nasıl açılmıştı diye merak edecek olursanız, “Hadi geç oldu, ben rahatım ama sizin kocalarınız laf etmesin, dağılalım” demiştim.
Güzel hatunun cevabı beni şok etmişti: “Ay yok Ayşecim, sen merak etme, ben de rahatım bu gece benimki yatak partnerinde, 01.00’den evvel gelmez bu gece.”
“Şaka yapıyorsun değil mi?” deyince de, “Hayır, hepsi gerçek. Biz çok mutluyuz böyle ama bakarsın hormonlarım yerine gelir, canım yine seks ister, o zaman hatunu şutlayacağız haliyle” demişti.