Halil Cibran’ın şiirinde dediği gibi ‘onlar bize değil, biz onlara uyacağız’... Hele ki sözkonusu, Dokuz Eylül Üniversitesi İşletme Fakültesi’ndeki müthiş bilinçli, sorumlu ve başarılı ‘Platform UP’ üyesi gençler ise... Özellikle ‘Toplumsal Cinsiyet Eşitliği’ dersini okutan tek fakülte olmalarıyla fark yaratan ve bu gençlere mentorluk yapan Dekan Prof. Dr. Yasemin Arbak, Öğretim Görevlisi Meltem Kolday ve Doç. Dr. Özge Özgen’i de unutmamak lazım. Hep birlikte çok güzel işler başaran bu gönüllük takımı ile okullarında sohbet ettik.
- Nedir bu Platform UP?
SİBEL Platform Up, İşletme Fakultesi bünyesinde oluşmuş bir gönüllülük takımı. 1’inci sınıftan 4’üncü sınıfa kadar tüm öğrencilerin ve dileyen hocaların bir arada gönüllü etkinlikleri yürüttüğü aralarında hiyerarşik yapılanma olmayan bir çalışma grubu. Ana etkinlik alanımız, gençlerle birlikte kadın ve kız çocuklarının güçlendirilerek toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda fark yaratacak işler yapmak.
- Platform UP ismi nereden geliyor?
FATMA
Zülfü Livaneli, yaptığım röportajda Egeli insanların, geçmişlerinde yaşadıkları acılardan dersler çıkardığı için hoşgörülü olduklarını söylemişti. Geçmişi affetmek ama geleceği inşa ederken hatırlamak ve buna göre bir yol haritası çizmek en sağlıklısı belki. Bu hafta gittiğim Kuzey İrlanda’nın Belfast şehri de bu şekilde bir yol çizmeye çalışıyor. Belfast, yıllar boyunca mezhep farklılıklarından olan ayrışmayı ve bundan doğan çatışma ve şiddeti sonuna kadar yaşamış bir şehir. Katolikler ve Protestanlar arasında yaşanan kanlı çatışma ve olumsuzlukların izleri şehrin çehresinden silinmiş... Peki ya insanların ruhlarında ya da akıllarında kalan izler? İşte bunun için çalışan bazı kuruluşlar, kurumlar var. Bunlardan biri olan Healing Through Remembering yani ‘Hatırlayarak İyileşmek’ adlı sivil toplum kuruluşuna medyanın anlaşmazlık çözümündeki yerini sorgulayan tezim için araştırma yaparken rastlamıştım. Bir tesadüf eseri Belfast’a gittiğimde buranın otelimin yan sokağında olduğunu fark edince ziyaret ettim ve merkezin Direktörü Kate Turner’dan yaptıklarıyla ilgili bilgi aldım.
- Bu merkezde neler yapıyorsunuz?
- Burada geçmişte yaşanan anlaşmazlıklar üzerine konuşabilmeyi ve bunlar üzerinden diyalog kurabilmeyi deniyoruz. Bunun için neler yapmamız gerektiğini düşünüyoruz. Yaşadıklarımızı hikayeleştirme bu yöntemlerden biri. 20-25 kişilik bir hikaye paylaşımı grubumuz var. Bunlar arasında hapisten çıkmışlar, güvenlik güçleri tarafından zarar görmüş olanlar, olaylardan etkilenmiş olanlar var. Konuşuyor, yaşadıklarını hikayeleştiriyor ve bunları paylaşıyorlar. Birbirlerine yardım etmeye çalışıyorlar.
- Çalışanlar psikolog ya da psikiyatrist mi?
- Çalışan kişiler psikolog olmak zorunda değil. Bizler de gönüllü çalışan, toplumun herhangi kesiminden kişileriz. Bizim aramızda da çeşitli şekillerde olanlardan etkilenmiş, zarar görmüş olanlar var. Zaten burada psikoloji tekniklerini de uygulamıyoruz. Tek yaptığımız onları dinlemek ve birlikte çözüm yolu bulmak.
Avrasya Ekonomik Zirvesi’nin bu yıl 21’incisini düzenleyecek olan vakfın başkanı Dr. Akkan Suver, daha önce İzmir ayağını da yaptıkları bu etkinliği çok önemsediklerini söyledi. Her hafta yazdığı yazılarla İzmirlilerle buluşan Dr. Suver, çalışmalarını anlattı.
- Sizi kısaca tanıyabilir miyiz?
- Yıllarca gazetecilik, biraz da siyasetten sonra tercihimi sivil toplumdan yana yaptım. Düşünen, strateji üreten, etkinliklerde yer alan bir kulvara yöneldim. Kurucuları arasında bulunduğum Marmara Grubu Vakfı’nın yaklaşık 20 yıldır başkanıyım. 10 yıldan beri de Karadağ’ın İstanbul Fahri Başkonsolosuyum. Türkiye’nin sürekli basın kartına sahip tek başkonsolosuyum. Ulusal ve uluslararası alanda kabul gören ve Türkiye’nin yurtdışında ‘aydınlık yüzü’ olarak anılan Marmara Grubu Vakfı adına Çin’den ABD’ye 70’e yakın ülkede bir Türk kanaat önderi olarak kültürlerarası diyalog ve barış alanlarında tebliğler sunuyor, görüş açıklıyor, bildiklerimi anlatmaya çalışıyorum. Özellikle barış alanında diyaloğun önemini vurgulamaya çalışıyorum. Yaşadığımız coğrafyanın diyaloğa olan ihtiyacının her zamankinden fazla olduğuna inanıyorum.
TÜRKİYE’NİN AYDINLIK YÜZÜ OLDUK
- Marmara Grubu Vakfı’nın çalışma alanları neler? Ne gibi etkinlikler yapıyorsunuz?
Hatta bu konuda yüksek lisans tezi de hazırladım. Aslında bu etkinin çoğumuz farkındayız ama üzerinde çalışınca, hele bu konuda yapılmış bilimsel kaynaklara bakınca olayın ne kadar ciddi olduğunu daha iyi anladım. Tabii şunu da eklemek gerekli; medya deyince sadece biz gazeteler, televizyonlar radyolar değil, sosyal medyada yapılan her türlü paylaşımdan bahsediyorum. Yani sizlerin de her türlü hesaplarınızdan yaptığınız yayınlar, söylediğiniz sözler, yorumlar... Böyle bakınca, aslında her birimizin daha iyi bir gelecek yaratmak, toplumda huzuru korumak için elini taşın altına koyması ve sorumluluk alması gerekiyor... Özellikle de bugünlerde...
BOMONTİ AİLESİ İZMİRLİ DEĞİL
AYBALA Yentürk’ün Atlas Tarih Dergisi tarafından dağıtılan ‘Bir Osmanlı Kentinin Modernleşme Adımları, 19. YY’da İzmir’ çalışmasını sayfama taşıyınca, İzmir ile ilgili bu yönde yapılan çalışmaların ne kadar önemsendiğini bir kez daha gördüm. Gelen tepkiler ve yorumlar bu yönde daha çok çalışma yapılmasını teşvik ediyor. Aybala Yentürk’ün ne kadar titizlikle ve dikkatle bu araştırmalarını yaptığını çok iyi biliyorum. Doğru bilgiyi ve gerçeği yansıtmak yönünde müthiş dikkatli ama yine de onun çalışmasını aktarırken yapılmış küçük bir yanlışlıktan bahsetmek istiyorum. Bomonti adı İzmir ile anılmaya çok alışılmış olsa da kendisi defalarca Bomonti Ailesi’nin İzmirli olmadığını vurguluyor. Çalışmasıyla ilgili yazıda attığım ‘İzmirli Bomonti Ailesi’ ara başlığı ise bu yönde yanlış bir algı yaratıyor. Kendisinin aslına sadık bir çalışma yapma konusundaki hassasiyetini bildiğimden bu konuda düzeltme yapmayı borç biliyorum.
Bakın, o yıllarda nasıl bir İzmir varmış...
- Atlas Tarih Dergisi ile bu ay dağıtılan “Bir Osmanlı Kentinin Modernleşme Adımları, 19. Yüzyılda İzmir” adlı albüm projesi nasıl oluştu?
- Türkerler Holding ve Mahall Bomonti projeleri arasında, İzmir kent tarihi ile ilgili kalıcı bir albümü Atlas Tarih Dergisi ile okurlara hediye edilmesi vardı. Projede yer almam teklif edildiğinde ilk düşündüğüm, İzmir gibi geçmişi binlerce yıl öncesine kadar uzanan bir kentin tarihinin hangi dönemini ele almanın yerinde olacağıydı. Getirdiğim öneri ve değerlendirmelerin sonunda, İzmir’in yıldızının en fazla parladığı ve kentte önemli fiziksel ve toplumsal dönüşümlerin yaşandığı 19. yüzyıla ait bir kesitin sunulmasına karar verdik. Üstelik belirlediğimiz başlık ve içerik, kentin en önemli endüstriyel miraslarından biri üzerinde,İzmir’in geçmişi ile bugünü arasında bir köprü olmayı hedefleyen Mahall Bomonti İzmir projesinin ruhu ile de örtüşüyordu.
- 19. yüzyılda İzmir nasıl bir kentti?
- Doğu Akdeniz’in en önemli liman kenti ve Osmanlı Devleti’nin önde gelen dış ticaret merkezlerinden biriydi. Limanın elverişliliği ve tarımsal alanın zenginliği, kenti özellikle Avrupalı tüccarlar açısından cazibe merkezi kılıyordu. Tüm bu özellikleriyle İzmir, İmparatorluğun İstanbul’dan sonra en büyük ve en kalabalık kentiydi. İthalat ve ihracatın yoğun olduğu İzmir’de en önemli ihraç ürünleri tütün, palamut, kök boya, incir, üzüm, pamuk ipliği ve halıydı. Kenti uluslararası ticarette bilinir ve önemli kılan da bu ürünlerdi.
DEMİRYOLU VE RIHTIM İLE İZMİR’İN ÖNEMİ ARTTI
Üniversitelerin Güzel Sanatlar Fakültesi’nden hoca ve asistan sanatçılarının eserlerini sanatseverlerle buluşturan Büyük Efes Sanat’ın ‘Sanatuar – İki Kuşak Bir Arada’ projesi bu kez Yeditepe Üniversitesi’nin Güzel Sanatlar Fakültesi’ni İzmir’de ağırlıyor. Bir nevi usta-çırak ilişkisinin sanata uygulanmış hali olan proje kapsamında Türk Sanatı’nın iki büyük ustası Zahit Büyükişliyen ve Ergin İnan, 28 Ocak’a kadar sürecek bu projenin ülkemiz sanatına önemli katkıları olacağını anlatıyor.
ZAHİT BÜYÜKİŞLİYEN
AMACIMIZ BİZE BENZEYEN DEĞİL ÖZGÜN SANATÇILAR YETİŞTİRMEK
- Eserlerinizde yaşamı ve onu anlamlı kılan sonuçlarını sorguluyorsunuz. Bu sonuca ulaşmadan hayatı daha güzel ve anlamlı kılmak ve sonucu değiştirmek için süreci değiştiremez miyiz?
Sanatçının bu konuda çözüm üretmesi bana olanaklı görünmüyor. Sanatçı kanımca, mesaj iletmek için sanatını nasıl kullanmıyorsa, burada da hayatı anlamlı kılmak ve sonucu değiştirmek gibi misyonu bulunmuyor. Sanatçı bir anlamda sezdirir. Sezgi yoluyla düşünmeyi başlatır. Bundan sonraki sorun izleyiciye aittir. Sanatçının elinde sihirli değnek yok.
Dünya genelindeki teknolojik gelişmeler, yönetim anlayışlarındaki değişimler, medya sektöründeki farklılıklar nedeniyle içi boşalmış gibi görünen bir meslek gibi görünüyor gazetecilik son dönemlerde. Oysa 5 Şubat 1924’te, İzmir’deki gazetecilere ‘Türkiye basını milletin gerçek ses ve iradesinin doğduğu yer olan Cumhuriyet’in etrafında çelikten bir kale oluşturacaktır. Bir düşünce kalesi, düşünce yolu kalesi. Basın görevlilerinden bunu istemek, Cumhuriyetin hakkıdır’ diyen Atatürk gibi, gazetecilik de bir düşünme ve toplumu bu yolla geliştirme aracı olmalı. Bunu bizzat gerçekleştirmeye çalışan Atatürk’ün henüz öğrencilik yıllarında el yazısıyla gazete çıkardığını, daha sonraları üç ayrı gazete kurduğunu ve bu uğurda annesine ev almak için biriktirdiği parayı harcayacak kadar basına inanan gerçek emekçi bir gazeteci olduğunu biliyor muydunuz? Hatta bu fotoğraf 1929’da kurduğu Hakimiyet-I Milliye Gazetesi’nin matbaasında çekilmiş.
BASIN HER ZAMAN ÖNEMLİ
Buradan, üç gün once Altın Küre töreninde ‘dünyanın bugünkü durumunda basının önemi her zamankinden önemlidir’ diyen Oprah’a gelelim. ‘Bu karmaşık dönemde gerçekleri konuşmak, söyleyebilmek sahip olduğumuz en önemli araçtır’ diyen Oprah, tıpkı ‘Gazeteciler gördüklerini, bildiklerini samimiyetle yazmalıdır’ diyen Atatürk gibi gerçeklerin -ne kadar rahatsız edici, zorlayıcı, hatta hiç hoşumuza gitmeyecek şekilde olsa da- olduğu gibi anlatılmasının öneminden bahsediyor. Daha da önemlisi toplumu esas dönüştürecek ve daha iyi bir hale getirecek olanın, bu gerçeklerin farkına vararak ilerlemek olduğunu söylüyor. Her birimizin sosyal medya yoluyla bir yayıncı olduğuna inandığım bu dönemde bu sözlerden çıkarılacak çok şey olduğuna inanıyorum. Yani gerçekleri konuşmak sadece biz gazetecilerin değil, siz her bir sosyal medya kullanıcısı, hatta konuşarak da olsa iletişim kuran herkesin görevi. Son olarak, ‘Daha iyi bir toplum için, daha iyi bir gazetecilik’ konusunda Dokuz Eylül Üniversitesi’nde yaptığım yüksek lisans çalışmamın da 10 Ocak günü bitmiş olması benim için bu güne anlam katan bir başka gelişme oldu. Hepimizin günü kutlu olsun...
Ben bu konuda bu yıl önemli bir adım attım ve genetik yatkınlıklarımla ve metabolik durumumu gösteren bir test yaptırdım. İzmirli Dr. Hakkı Kumuşoğlu’nun yaptığı test sonucunda, bu hastalıklara yakalanmamak adına neleri yemem ya da kaçınmam ve nasıl bir hayat düzeni kurmam gerektiğini öğrendim. Önemli olan her birimizin kendimize en uygun olan hayat düzenini bulabilmesi. Çünkü birimize iyi gelen diğerine iyi gelmeyebilir. İşte, Dr. Kumuşoğlu’nun yaptığı ‘Kişiye Özel Sağlıklı Yaşam Tasarımı’ bu noktada öne çıkıyor.
* Nasıl bir eğitim aldınız?
Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunuyum, sonrasında uluslararası yöneticilik yüksek lisansı yaptım ve tıbbi diagnostikler alanında çalışmaya başladım. 1999’da İstanbul’da Türkiye’nin ilk özel genetik laboratuvarını kurduk ve kanser genetiği çalışmalarını o günkü en geniş kapsamıyla uygulamaya başladık. Teknolojik bilgi ve deneyim artınca işin mutfağına geçtim. 2007’de Avrupa Birliği fonları ve TÜBİTAK desteğiyle moleküler sitogenetik alanında Türkiye’nin ilk üreticisi olduk. Aynı yıllarda anti-aging kavramı duyulmaya başladı. Bu kez teknolojiyi kullanarak klinik uygulamaları kanıta dayalı yapabilmek için bu alanda da bir diploma programı tamamladım. 2011’den itibaren de “Kişiye Özel Sağlıklı Yaşam Tasarımı” adını verdiğim bir hizmeti hem hekimlere hem sağlıklı yaşam konusunda bilinçli ve istekli olan kişilere sunmaya çalışıyorum.
* ‘Kişiye Özel Sağlıklı Yaşam Tasarımı’ nasıl bir alan?
Çalıştığım alanı ‘kişiye özel tıp’ olarak adlandırmak daha doğru. Bu alan genetik bilimi ile ilgili teknolojik yeteneklerimizin ve bilgi düzeyimizin 2000 yılından sonra büyük bir hızla gelişmesinin sağladığı yeni bir alan. Hipokrat ‘hastalık yoktur, hasta vardır’ derken bireysel farklılıklarımızın hastalıkların ve tedavi yaklaşımının herkes için aynı olamayacağını söylemiş. Bunun bugün bizi getirdiği nokta kişiye özel tıp olarak adlandırılıyor. Genetik test ve bilgiler kişiye özel tıbbın en önemli kısmını oluşturuyorsa da başka araçlar da mevcut. Yaşam tarzınız, alışkanlıklarınız, beslenmeniz ve yaşadığınız çevre koşulları bir araya gelerek bu günkü durumunuzu ortaya koyuyor. Yani yıllar içinde hayatın size, sizin kendinize nasıl davrandığı çok önemli.
AMACIMIZ HAYATINIZI DAHA SAĞLIKLI YAŞAMANIZI SAĞLAMAK