18 Mayıs 2005
Televizyonlu gecelerin sonuna geliyoruz. Yaz gecelerinde çok olağanüstü bir durum olmazsa eğer, artık kış aylarında olduğu kadar hiçbirimiz televizyon seyretmeyeceğiz.Bu televizyon sezonu denen şey, okulların tatil olması ile beraber bitiyor da, biz ‘popüler kültür mantarları’, ‘mantar zehirlenmesi yaşamaktan’ kurtuluyor, ‘yeni sezona’ biraz nefes alarak giriyoruz! Hatta biraz da ruhumuzu, gözümüzü, gönlümüzü dinlendiriyor, yeni sezon için ‘enerji’ depoluyoruz!Şu sıralar sonlarına yaklaştığımız televizyon sezonunda hangi programlar, hangi ‘nadide’ ve ‘özgün’ kişiler ve hangi ‘klişeler’ daha çok aklım(ız)da kaldı? Beynim(iz)in derinliklerinde bir gün ‘cort-ta-da-nak cort-la-mak’ üzere uykuya yattı, hangileri üzerine en çok konuşup, yazıp çizdik ya da yazıp çiz(e)medik henüz acaba?n En çok üzerinde konuştuğumuz ‘özgün kişilik’ Semra Hanım Teyzemiz ve ‘özgün kişiliksizlik’ sembolü oğlu Ata idi hiç kuşkusuz. ‘Gak’ deseler televizyona esir olduk, ‘guk’ deseler, dedikleri, diyemedikleri ve demeye çalıştıkları üzerine kalem oynattık. Hatta Avrupa Birliği’nden Türkiye’nin tarih aldığı gün Semra Hanım Teyze daha çok seyredilince, hafif yollu ‘aklımızı oynattık!’ niyeyse?n Bu gelinli kaynanalı ve de Oidipus kompleksli damat adayları ile yapılan ‘evlilik programları’ seyredildikçe yeni ‘kahramanlar’ yarattık. Onları ‘biz yarattık’ sonra onlara yine biz kızdık! Kızmak yetmedi, hıncımızı ‘özel hayatlarını’ ortaya dökerek, canlı yayınlarda onların en ‘mahrem’ konularını tartışmaya açarak aldık!n Bu show’ların kahramanlarını ‘kanal kanal’ gezdirdik. Seyrettikçe seyrettik. Onlar hangi kanala gitse biz peşlerine düştük. En sonunda Caner kafasında bardağı kırınca ‘toplum olarak huzura erdik!’n ‘Kurtlar Vadisi’ni çok tartıştık. Ama çok seyrettik. Hatta Rauf Denktaş bile oyunculuğu denedi bu dizide!n Öğlen kuşaklarında salya sümük ağlayan, çığır çığır bağıran, hayatlarının en ‘intim’ anlarını niyeyse kameraların gözünün içine baka baka anlatan ‘looser’ (kaybeden) insanları ve bu insanlarla itişen program yöneticilerinin ‘dağıttıkları adaleti’ seyrettik!n Bunlar kesmedi ‘mistik’ programları seyrettik!n Ali Kırca’nın ‘yenilenen’ haber sunma tarzını tartıştık!n Kenan Işık ‘Anchorman’ olunca ‘Tiyatrocudan haber sunucusu olmaz’ diye ayak diredik!n Televizyonu ‘dizi mezarlığı’ haline çevirdik. Ya ‘salya sümük’ dizileri ya da ‘kanın gövdeleri götürdüğü’ dizileri seyrettik!n O kadar ‘dizikolik’ olduk ki, aynı anda üç farklı diziyi seyretme teknikleri geliştirdik!n ‘Gömülmekten’ kurtulan dizilerden en çok ‘Avrupa Yakası’nı, ‘Aliye’yi, ‘Kurtlar Vadisi’ni ve battı batıyor, bitti bitiyor derken yıllar sonra ilk kez bir dizisi tutan Hülya Avşar’lı ‘Kadın İsterse’yi seyrettik. Ama en çok ‘Avrupa Yakası’nı konuştuk... ‘Oha falan olduk’, hatta ‘oldu gözlerimiz doldu’ falan yani!Buyrun size ‘popüler kültürün’ en önemli araçlarından birisi olan televizyonun bir yılı!Alt metin okuması tarafınıza aittir.Herkes kendi payına düşeni alsın!
button
Yazının Devamını Oku 16 Mayıs 2005
Yıllardır hep yazılır çizilir. Yaşadığımız en son ekonomik krizden sonra hayatımıza daha çok girdi.Sonra AKP iktidara gelince, yok anlaşmayı bozacaklar, yok devam ettirecekler derken, onlar da anlaşmayı devam ettirdi. Ve en sonunda geçen hafta içinde Uluslararası Para Fonu (IMF) ile yeni bir stand-by anlaşması imzalandı.Ben de diyorum ki bu Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) bir de ‘Uluslararası Magazin Fonu’ kurulamaz mı? Kurulur ve ‘International Magazine Fund’ (Uluslararası Magazin Fonu) ile Türkiye arasında imzalanacak niyet mektubu da şöyle olur herhalde:Popüler kültür hayatına ilişkin taahhütlere dair niyet mektubu:1) ‘Topluma mal olmuş kişiler’, sevgililerinden bahsederken ‘Bizim seviyeli bir ilişkimiz var’, ‘Birbirimize çok aşığız, beraberken çok güzel vakit geçiriyoruz’ cümlelerini artık hiç kimse yutmadığı için kullanmayacaklar.2) ‘Kafa kopartmak’ belirli tarifelere bağlanarak, vergilendirilecek. 3) ‘İlişkimiz asla reklam ilişkisi değil, biz birbirimize çok aşığız’açıklaması yapan ikililerin ‘gece turları’ basında yer almayacak.4) ‘Birinci belli, ikinci kim’, ‘Benim yarışım sadece kendimle’ gibi açıklamalar yapan ünlülere gerekli olan her türlü ‘ruhsal yardım’ sağlanacak.5) Gala, konser, gösteri, davet, düğün, doğum günü gibi yerlerde ‘bilerek ve isteyerek’ frikik verip basına malzeme olmaya çalışanların, resimleri ikinci bir ihtara gerek kalmadan ‘hiçbir basın yayın organında’ kullanılmayacak.6) Basında yüzü eskimiş ve eskimeye yüz tutmuş ünlüler ‘malulen emekli’ edilecek. 7) Herhangi bir sebeple iki taraf arasında başlayan gerginlik, ‘O zaten şarkı söylemeyi bilmez’, ‘Ben zaten ondan şarkı istemedim ki’ şeklinde ilkokul seviyesine çekilmeyecek. 8) Rakip programlar fazla reyting aldığında ‘paralı şikayetçiler tutularak’ RTÜK’e o programlar şikayet ettirilmeyecek. (Ben artık bu durumdan şüphelenmeye başladım çünkü. Mesela Digitürk içindeki ‘erotik yayın yapan’ kanalları da Tahtakale VCD piyasasının şikayet ettiğini düşünüyorum! Yoksa insan hem üye olup hem niye şikayet etsin! Belki de ‘erotik’ kelimesinin geçtiği her şeye karşıdır bu insanlar!)9) RTÜK Başkanı ne derse inanılacak, en azından inanmış gibi yapılacak! Hatta RTÜK Başkanı ‘7 yüz kişi bu programlar kalksın diye bizi aradı’ derse, bu 7 yüz rakamı yedi ile çarpılacak.10) Herkes okuduğu her türlü roman ve makale ile seyrettiği film ve tiyatro oyununun özetini çıkarıp, Başbakanlık Özel Kalemi’ne yollayacak. Başbakanımızın bütün bunları okuması lazım.
button
Yazının Devamını Oku 11 Mayıs 2005
Bir taşra kasabasında gezdiğim, 1930’lu yıllarda çekilmiş siyah-beyaz resimlerden oluşan sergide ilk dikkatimi çeken ‘Dedikodu Yapma-Spor Yap’ yazısının yer aldığı resim oldu. Yaşayanlar bilirler, dedikodu ‘taşralının’ can damarlarından biridir. Taşrada hayatı ‘tekdüze’ olmaktan çıkaran, hayata yenilik katan tek şey sadece yaşadığınız yere gelen ‘kumpanyalar’ değil, orada yaşayanların yarattığı ‘kumpanyalar’dır, dedikodudur.
Taşra insanını, hayatın ‘tekdüzeliğine’ karşı onları koruyan, taşralıların ‘gözlem gücünü’ arttıran şeydir dedikodu...
* * *
Hafta sonunu Ankara’nın evleri ve yemekleriyle ünlü ilçesi Beypazarı’nda geçirdim. Artık o taşra kasabasının halkı, belediye başkanları sayesinde ‘dedikodu’ yapmıyor da, neredeyse her biri ‘turizm’ için çalışıyor! Taşra hayatındaki ‘kenarda kalmışlığı’ çalışarak, üreterek yeniyor!
İstanbul’dan Akyazı sapağından çıktıktan sonra, üç buçuk dört saatte ulaşıyorsunuz Beypazarı’na. Giderken Akyazı’dan sonraki yolun doğal güzelliklerini görmeniz gerek. Anlatılamaz, en azından ben anlatamam!
Beypazarı size ‘huzurlu’ ve ‘lezzetli’ iki gün vaat ediyor. Sabah kahvaltınızı İnözü Vadisi’nde, derenin kenarında, ‘Beypazarı Kurusu’, yumurtalı mumbar, Beypazarı simidi ve köy tereyağı ile yapıyorsunuz.
Oradan istikamet, bütün Beypazarı’nı ayaklarınızın altına seren Hıdırlık Tepesi. Sonraki rotanız, ancak bir ‘taşra kasabasında’ bulabileceğiniz sıcaklıkta ve misafirperverlikteki insanların ‘tezgah açtığı’ Alaaddin Sokak. Sokağın başından sonuna gelirken, zaten her tezgahtan size ikram edilen yöresel yiyeceklerle karnınız doyuyor.
Hepsi birbirinden lezzetli tatlı sucuklar, havuçlu lokumlar. Alaaddin Sokak’taki evlerin çoğu restore edilerek birer turistik işletme haline getirilmiş. Beypazarı’nın evleri ile ünlü olan diğer kentlerden farkı, Beypazarı evlerinde yaşamın devam ediyor olması. Evlerin alt katları turistik işletme, üst katları da yaşam alanı!
* * *
Öğlen yemeğinde Beypazarı’nın meşhur etli dolmasını, sebzeli güvecini, 80 katlı baklavasını (Ben üşenmedim saydım!) ve höşmelim tatlısını yemeyi sakın ihmal etmeyin! Hepsi birbirinden lezzetli yöresel yemekler, beni ‘aç gözlü’ yaptı.
Akşam alacakaranlık olunca bütün taşra kentleri gibi sessizliğe bürünüyor Beypazarı da. Güneş eski Beypazarı evlerinin pencerelerinden bir başka batıyor sanki.
Beypazarlılar artık ‘dedikodu’ yapmıyorlarmış! Çünkü turizmle hayatları yeteri kadar renklenmiş!
Eğer 19 Mayıs’ta kısa bir tatil düşünüyorsanız, Beypazarı’nın tam zamanı.... Gidin, huzurlu iki gün geçirin....
Beypazarı’na giderken, yolda ‘İletişim Yayınları’ndan çıkan ‘Taşra’ya Bakmak’ isimli kitabı okuyun...
‘Taşra: Darlık, boğuntu, kasvet, tekdüzelik, kenarda kalmışlık, gerilik, bağnazlık, kavrukluk, güdüklük, Taşra: Saflık, samimiyet, sıcaklık, sahicilik, otantiklik, sükunet, asudelik....’
... gibi klişelerle anılıyor. Beypazarı’nı ve Beypazarlılar’ı görün, hangi klişe daha doğru, karar verin!
Yazının Devamını Oku 4 Mayıs 2005
Eğer ‘köşe kapan’sanız, yazı konusu bulmak, yazı yazabilmek, ona buna ‘saldırmak’ için, her gün yapmanız gereken ‘işler’ var. Hani neredeyse mutfakta buzdolabının üzerine veya yatağınızın başucuna iliştirdiğiniz ‘yapılması gerekenler’ listesi gibi bir şey işte!
Hani evde ‘su’ bitse yaşamanız güçleşir ya, ‘köşe kapıcı’ da bunları yap(a)mazsa ‘yaşaması’ güçleşir işte!
Bir ‘köşe kapıcı’nın olmazsa olmazları yani!
1)Her sabah bütün gazeteler ve ekleri en ince detayına kadar okunacak. Bugüne kadar hayatınızda sizi hiç ilgilendirmeyen ve ilgilendireceğini aklınızdan dahi geçirmeyeceğiniz haberler de buna dahildir.
2) Her sabah gazetelerdeki her ‘köşe yazarı’ hatmedilecek. ‘Ne hakkında yazmış?’ ‘Nasıl yazmış?’ ‘Niye yazmış?’ ‘Başlığını ne koymuş?’ sorularına cevap aranacak.
3) ‘Köşe yazıları’ okunduğunda ‘bıyık altından’ gülümsenecek! ‘Tüh ben nasıl düşünemedim bunu?’ diye hayıflanılacak!
4) ‘Hangi ‘köşe yazarı’ diğer hangi ‘köşe yazarı’ ile kavga ediyor? Kavganın konusu ne?’ hadisesi ‘hassasiyetle’ takip edilecek!
5) Cuma, cumartesi ve pazar günleri bütün gazetelerin ekleri alınacak. ‘Kim? Kimle? Nerede? Ne Yapıyor? Kim kime aşık? Kim kimi terk etti? Asena, İbo’ya ne dedi? İbo, Asena’ya ne cevap verdi? Sibel Can kaç kilo zayıfladı? Bir dahaki kasetinde kaç beden giyecek?’ sorularının cevaplarına kafa yorulacak! ‘Hülya Avşar’ın sutyeninin markası ne? Mehmet Ali Erbil’in son evliliğinden önceki eşlerinin adlarını, gözü kapalı olarak ve ezbere sayabiliyor mu?’ test edilecek. Eklerdeki bütün röportajlar, ‘saldıracak’ bir durum var mı acaba ‘gözüyle okunacak’!
6) ‘Prime-Time’ sırasında televizyonun başına geçilecek. ‘Çok seyredilen’ bütün programlar göz dahi kırpmadan seyredilecek. Eğer iki program çakışıyor ise, bir diğeri daha sonra seyredilmek üzere videoya kaydedilecek.
7) ‘Magazin programları’ asla kaçırılmayacak! Bu programlardaki bütün haberler ve ‘bilgiler’ sular seller gibi bilinecek ve doğrulukları test edilecek!
8) Vizyona girmiş ve girecek olan özellikle ‘Türk filmleri’ yakından takip edilecek. Vizyona girdikleri ilk gün, ilk seansta koşa koşa sinemaya gidilecek. Herkesten önce ‘ben yazmalıyım, ben yazmalıyım’ diye ‘sinir krizi’ geçirilecek! (Bu arada ‘İki Genç Kız’a gittim tabii ki. İtiraf etmeliyim ki roman, filmden çok daha başarılı. Film romandaki atmosferi yakalayamamış!)
9) Televizyonlardaki bütün ‘talk show’lar, katılan konukların ‘bir abukluk yapma’ riskine ve sizin bu konuya Fransız kalabilme ihtimalinize karşı seyredilecek.
10) Her türlü yeni çıkan ‘kaset’ ya da ‘CD’ dinlenecek, radyolarda hangisi daha çok çalınıyor takip edilecek!
11) Reklam sloganları ‘kullanılacak uygun bir yer bulunur mu?’ diye bir yerlere not edilecek!
12) Yayınlanan her tür kitaptan haberdar olunacak. İlginizi çekenler okunacak. Çekmeyenlere şöyle bir göz atılacak!
‘Popüler kültür’ zehirlenmesinden ölünecek!
Ölüp ölüp dirilinecek!
Yazının Devamını Oku 2 Mayıs 2005
Sayın Emre Aköz’ün Sabah Gazetesi’nde yayınlanan ‘Akıllı Kutusu’ başlıklı yazısını okuyunca, ‘Yalnız değilmişim’ diye sevindim. Yıllardır ‘aptal kutusu’ diye yargılanan televizyon için programlar hazırlayan birisi olarak, Aköz’ün televizyona, Amerikalı yazar Steven Johnson’ı örnek alarak ‘hakkını’ teslim etmesiyle heyecanlanıp, ben de kendimi aynı minvalde yazarken buldum.
Evet eskiden televizyona ‘aptal kutusu’ denirdi!
Aslında hálá televizyon seyretmediğini ‘iddia eden’ ve televizyonu ‘aptal kutusu’ olarak niteleyen entelektüellere rastlamak mümkün! Onların ‘aptal kutusuyla’ hiç işleri olmuyor! Onlar daha çok ‘memleket meselelerine’, ‘ekonominin gidişatına’, ‘derin devlete’ falan kafa yoruyorlar, biz ise ‘boş şeylerle’ uğraşıyoruz!
Türkiye’de entelektüel olmanın gerek ve yeter şartı; ‘popüler kültüre’ ve özellikle de televizyona ‘karşı olmak’, bugün toplumun bulunduğu yerden, sadece ve sadece ‘televizyonu’ sorumlu olarak tutmak!
Üniversitede okuyan gençlerin neredeyse tamamı karşı zaten bu popüler kültür ve televizyon hadisesine. İletişim bölümlerinde okuyanlar bile!
Televizyon bir ‘eğitim ve öğretim’ aracı olmadığı gibi (Neden Türkiye’de herkes televizyonu eğitim ve öğretim aracı olarak görür hiç ama hiç anlamam!) sonuna kadar, dibine kadar, köküne kadar bir eğlence aracıdır!
Televizyon ‘aptal kutusu’ olmadığı gibi, ‘analitik zekayı’ da geliştirir üstelik!
Emre Aköz’ün yazısında altını çizdiği birçok şeye sonuna kadar katılıyorum. Özel televizyonların devreye girmesiyle birlikte hayatımız renklendi, hareketlendi!
Baksanıza son dönemlerde neredeyse bütün ev kadınları ‘evlilik ilişkileri’ ve ‘duygusal ilişkiler’ konusunda neredeyse uzman oldular! Neredeyse hepsinin bu ilişkiler konusunda ‘komplo teorilerine’ varan fikirleri var!
Alıyorlar ellerine mikrofonu, saçlarını savura savura konuşuyorlar! Eskiden sınıflarında şiir okumaya dahi cesaretleri olmayan insanlar, şimdi ‘canlı yayın’da ‘kanlı-canlı’ ‘kendi teorilerini’ anlatıyorlar! Buna kafa yoruyorlar!
‘Reality show’larla ‘hayatın ta kendisini’, dizilerle ‘daha karmaşık ilişkileri’, Ana Haber Bültenleri ile ‘hayatın içindeki abartıyı’, neyin haber, neyin magazin olduğunu, tartışma programları ile ‘tartış(ama)mayı’, dinlemeyi, anlamayı, reklamlarla ‘pazarlamayı’ öğreniyoruz!
Niye ‘aptal kutusu’ olsun ki televizyon? Aksine hayatı öğretiyor işte bize. Az şey mi?
Reklamlar demişken, son dönemde reklamlara ‘akın’ eden ünlüleri de görüyorsunuzdur ekranda!
Ben en çok Kadirizm ‘hadisesinin’ bir alışveriş merkezinin üzerinden ‘tsunami’ olup geçtiği reklamı seviyorum! Bence çok güzel olmuş! ‘Kadirizm’ imajını daha da çok cilalıyor reklam! Gözüyle ‘hoş ve güzel bir kızın’ gömlek düğmelerini patlatıyor! Yakışır!
Bir de ‘büyük usta’ Kayahan’ın, mutfakta ‘ustalığını’ ve ne kadar iyi ‘aile babası’ olduğunu gösteren reklam var ki! İnsan bir türlü her kaseti çıktığında ‘genç popçulara sataşan’ Kayahan’ın ‘iyi yürekli’ birisi olduğuna ikna olamıyor vallahi!
Hem bakın, üstüne köşe yazıları yazmadan duramadığımız televizyon hadisesi ‘yaratıcılığı’ da geliştiriyor, fena mı?
Ama iyi ama kötü!
Yazının Devamını Oku 27 Nisan 2005
Pazar günü Hürriyet Gazetesi’nin birinci sayfasındaki haber eminim sizin de dikkatinizi çekmiştir. Van 100. Yıl Üniversitesi’nin Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Ayşe Yüksel açıklamış ‘Öğrencilerin bir milyon liralık öğlen yemeğini yiyecek paraları dahi yok’ diye. Sabah yataktan kalkar kalkmaz okuduğum bu haberden sonra, yetiştirme yurtlarında kalan 10 erkek öğrenci ile röportaj yapmak için evden fırladım çıktım. Konuşma ilerledikçe çocukların ağzından neredeyse, Van 100. Yıl Üniversitesi Rektör Yardımcısı’nın söylediklerine benzer şeyler döküldü. (Tembellik etmezsem, daha doğrusu yüreğimle baş edip çözebilirsem, siz de röportajı okuyabileceksiniz!)
* * *
‘Yurt Çocukları’nın en büyük sorunlarından bir tanesi ‘cep harçlıklarıydı!’
Devletin onların ‘cebine koyduğu’ ayda yirmi yedi milyon TL. (27 YTL) ile bir ay boyunca geçinmeleri, okulda yemek yemeleri, hatta okula geliş gidiş paralarını ve okul kitaplarının çoğunu bu harçlıktan denkleştirmeleri gerekiyordu! İçlerinden birisi ‘Mesela ben öğlenden sonra olan derslerin hiçbirisini anlayamıyorum kendi karın gurultumdan! Aklım fikrim yemekte oluyor’ deyince anlayabildim ancak durumun vahametini.
Hani ‘bakış açısı var’, ‘bakış açısı var’ ya!
Benimki de öyle bir durum işte. Hiç böyle bakamamış, hiç böyle düşünememiştim! Hiç aklıma bu ‘yurt çocukları’nın okula nasıl gidip geldikleri ya da okulda ne yedikleri ve neyle (Öpücükle sanıyordum herhalde) yemek yedikleri gelmemişti açıkçası.
Onlar bir ‘kurumda’ yatıp kalkıyorlar, yemeklerini yiyorlar, ‘sevgi ve şefkat haricindeki her türlü ihtiyaçları da’ devlet tarafından karşılanıyordu işte bana göre!
Kazın ayağı hiç öyle değilmiş meğerse!
* * *
Röportaj dönüşü eve giren bütün pazar gazetelerini okumaya başladım. Hürriyet Gazetesi’ndeki Van 100. Yıl Üniversitesi öğrencilerinin para harcamamak için evden çıkmamaları ve devamsızlık haklarını sonuna kadar kullandıkları haberiyle aynı güne gelen ‘yurt çocukları’ röportajında dinlediğim ‘parasızlıktan yemek yiyemeyen’ öğrencilerden sonra, bu kez gözüm nedense sürekli çarşaf çarşaf verilmiş olan ‘satılık villa’ haberlerine ilişmeye başladı. Ne kadar çok ‘villa sitesi’ yapılıp satılırmış meğerse bu ülkede!
Hepsinin ortak özellikleri ‘korumalı sitenin içinde, yüzme havuzlu’olmaları. İlanlarda bu kadar altı çizildiğine göre ‘korumalı bir sitede’ yaşamayı tercih ediyor çok kişi belli ki!
Üstelik dün neredeyse bütün gazetelerde çıkan bir habere göre, İstanbul’da yapımına henüz başlanmamış ve 2006 yılında bitecek olan bir alışveriş merkezindeki bir milyon dolarlık evler için insanlar daha şimdiden sıraya girmişler bile!
Duvarlarla ‘dış dünyadan’ ayrılmış, ‘dış dünyadan gelebilecek her türlü tehdit ve tehlikeye karşı korunan’ insanların yaşadığı siteler! Tıpkı Ortaçağ’daki ‘derebeylerinin’ kendilerini ‘dış dünyadan korumaları’ gibi, günümüz zenginleri de kendilerini ‘üç öğün değil, bir öğün dahi yemek yiyemeyenlerden’ korumaya alıyorlar sanırım!
Başka neden bu kadar çok ‘korumalı’ villa yapılsın ki? Neye karşı koruma? Kime karşı koruma? Kimi kimden koruyorlar?
Yazının Devamını Oku 25 Nisan 2005
İlkokul çağında, hepimize ballandıra ballandıra anlatır dururlar: Biz Türklerin ne kadar insancıl, ne kadar misafirperver, ne kadar insan ayrımı yapmayan, kin ve nefretten uzak, ama bunun yanında ne kadar sağduyulu, eşitlikçi, demokrat insanlar olduğumuzu her birimize ezberlettiler.
Hatırlıyorum, o zamanlar ‘Hayat Bilgisi’ dersinde ilkokul öğretmenimiz bu konu için tam bir ‘ünite’ boyunca, gırtlak patlatmıştı. Ünite deyip geçmeyin, ‘ünitelerin işlenmesi’ neredeyse, üç dört hafta sürerdi!
* * *
Sonra ‘orta öğretim’ çağında da ‘aynı teraneleri’ ‘Sosyal Bilgiler’ve ‘Tarih’ derslerinin hocalarından dinledik. Hatta o kadar ‘ayrımcılıktan’ ve ‘sınıf bilincinden’ uzak bir toplumduk ki, okula giderken annelerimiz beslenme çantalarımıza ‘nadide’ yiyeceklerden koymazlardı, ‘yiyebilen var, yiyemeyen var’ diye!
Öğretmenler tüm bunları neredeyse kafamıza vura vura bize öğretirlerdi ama, bir yandan da ‘küme çalışmaları’ yaptırırlardı. Bu kümeler nedendir bilinmez hep ‘çalışkanlar’ ve ‘tembeller’ düzenine göre oluşturulurdu. Bir de ‘küme başkanı’ olurdu ki, o zaten tartışmasız o kümenin en ‘sivri’ ve ailesi ‘en üst düzey bir memur’ çocuğu olurdu!
Hatta çocukları ’tembeller’ kümesine oturtulan anne-babalar ‘Bilmem ne fabrikasında çalışan bir işçinin çocuğu benim çocuğumun yanına oturtulamaz’ der, koşarak okula öğretmenden ricacı olmaya gelirdi! Rica minnet çocuk bu ‘kümeden’ alınır, daha hallice ‘bir kümeye’ konulurdu ki, en makbulü de ‘banka ya da fabrika müdürlerinin’ çocuklarının oturduğu kümeydi!
Sadece ‘sınıflarda’ değil, tenefüslerdeki arkadaşlıklara da karışırdı hem anneler, hem öğretmenler! ‘Ne buluyorsun o çocukta da onunla arkadaşlık ediyorsun, ondan öğreneceğin ne olabilir ki, alt tarafı bir kapıcı çocuğu! Bit getireceksin eve!’ demediler mi kaç kez size?
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramları ise ‘sınıf’ sisteminin en doruğa çıktığı anlardı.
Memur ve üst tabakaya mensup ailelerin çocukları ‘Ennnnn gösterişli, ennnn havalı, ennnnn şirin uğur böceği, gelin, damat, jandarma komutanı, doktor’ kılıklarıyla bayrama katılırken, ‘maddi geliri düşük’ çocuklar kortejin en sonunda önlükleriyle bayrama katılırlardı. Hani adet yerini bulsun cinsinden! Kimseler görmesin diye kortejin ennnnn sonundan!
* * *
Ama hem annelerimiz, hem babalarımız, komşularını hep çok ayıpladılar ‘ayrımcılık’ yaptıkları için. ‘Aşkın statüsü mü olurmuş. İşçi diye sevdiği çocuğa vermediler kızı’ dediler. Ama kendi kızlarını ‘ne doktorlar ne mühendisler istedi de onlar yine de vermediler!’
Ama hep yaptıklarının tersini anlattılar bize! Bize anlatılan her şey yalanmış meğerse!
‘Sınıf bilinciyle’ büyütülmedik mi hepimiz?
Bu kadar ‘sınıf bilinciyle’ büyüyünce, başkalarını aşağılamak istediğimizde’ hep, ‘Ne kadar düşük bir sınıfa mensup’ olduklarını onlara hatırlatmadık mı?
E peki şimdi Fenerbahçelilerin ‘Rıza Efendi iki ekmek bir süt’ pankartı açılınca, niye bu kadar şaşırıyoruz ki?
Her yerde ve her şartta siz öğretmediniz mi bize, insanın canını nasıl yakacağımızı?
Yazının Devamını Oku 20 Nisan 2005
Herkesin birbirini tanıdığı ufak yerlerde büyüyenler ya da yaşayanlar, en az benim kadar, hatta benden de iyi bilirler, oralarda herkesin korkulu rüyası olan insanlar vardır. Bu kişiler oralarda yaşayanların deyimi ile ‘adım atsanız, koştu’ derler. İşleri güçleri olmadığı ve bu sebeple de çok fazla boş zamanları bulunduğu için, tüm uğraşıları ‘kim ne giymiş’, ‘kim ne yapmış’, ‘Ali, Ayşe’yi seviyor mu’, ‘Ayşe, Ali’yi seviyor mu’ ile ilgilenmektir. Bu şahıslar, Türk hukuk sisteminde iddia makamı olan savcının ‘kasaba’ versiyonlarıdır.
Türk hukuk sisteminde savcılar nasıl her önlerine gelen iddianamede herhangi bir suçla suçlanan ‘zanlıların’, yasanın belirlediği en ağır ceza ile cezalandırılmalarını isterlerse, işte bu ‘hiçbir eğitim almadan kasaba kadısı olmuş’ kişiler de kendilerinden başka orada yaşayan herkese en ağır cezayı keserler! Sebebini, nedenini, niçinini düşünmeden, araştırıp soruşturmadan, hatta bilip bilmeden!
Herkesin korkulu rüyası, bu yürüyen ‘engizisyon mahkemeleri’dir oralarda... Onlara değmemek, onlara bulaşmadan yaşamak için neredeyse herkes hayatını ‘cehenneme’ çevirir. Görünür ama görünmez kişilerin koydukları kurallar, neredeyse ‘şeriat kuralları’ gibidir. Bu kısırdöngünün içinde siz de yerinizi aldığınızda, artık çok da fazla yapacak bir şeyiniz kalmamıştır zaten. Size onlar gibi davranıp onlar gibi yaşamak, onlar gibi düşünüp onlar gibi olmaktan başka hiçbir seçenek bırakılmamıştır.
Birazcık ‘asi ruhlu’ iseniz, önceleri bu sisteme karşı ‘başkaldırmaya‘ çalışırsınız. Siz başkaldırmaya çalıştıkça, onlar ‘yılanın başını’ her seferinde daha da fazla büyüyen taşlarla ezmeye başlarlar. Bu ‘sidik yarışı’nı tabii ki siz kaybedersiniz, onlar kazanırlar. Bir gün bir bakarsınız ki siz de teslim olmuşsunuz ona, onlara!
Bu teslimiyetin üzerinden zaman geçtiğinde, biraz daha olgunlaştığınızda, onlar için yaşadığınız günlere çok hayıflanırsınız, çok pişman olursunuz ama iş işten geçmiştir artık... Olmasını istediğiniz tek şey ‘sizden sonrakilerin sizin gibi olmaması, onlara teslim olmamasıdır’...
İşte küçük yerlerin vicdanının sesi ‘doğrucu Davutlar’, Terminatör gibi ‘I’ll be back’ (geri döneceğim) dediler ve bu kez Türkiye sathında ‘Radyo Televizyon Üst Kurulu’ adıyla aramızdalar!
RTÜK üyeleri de her şeye sadece ‘kendi değer yargılarını‘ gözönünde bulundurarak karar veriyorlar. En son Digitürk’ün Moviemax kanalında yayınlanan ‘Kill Bill’ filmi için Digitürk’ü uyardıklarını okuduğumda ‘artık bu kadar kraldan çok kralcılığa da pes doğrusu‘ dedim! Digitürk’ün bu filmi yayınlayan kanalı zaten ‘Pay TV’. Yani canı isteyenlerin, hadi daha da ileri giderek ‘para verip film seyredecek kadar parası olanların’ para verip satın aldıkları ve izledikleri bir kanal... Yani isterseniz seyredersiniz, istemezseniz seyretmezsiniz, parası neyse ödemişsiniz! Üstelik uyardıkları film de ‘Kill Bill’... Neredeyse daha şimdiden ‘kült film’ haline gelmiş bir film! Ama bizim RTÜK ‘kült, mült’ anlamaz. Beğenmedi! Uyardı! Canı sıkılırsa trilyonlarca lira ceza verir. Daha da kızdırırsanız, lisansınızı iptal eder. Hayatınızı cehenneme çevirir!
Hani basın toplantısı düzenleyip hepimizi bilgilendirdiler ya ‘reality show’lar’ konusunda... Sonra da o basın toplantısının ardından yayınlanan ‘Size Anne Diyebilir miyim’ programının finali yüzde 70 (yazı ile yetmiş) izlenirlilik oranına ulaştı ya... Şimdi ben Digitürk’ten rica ediyorum, ‘şiddet şaheseri Kill Bill’ filmini RTÜK’ün değer yargılarını düşünmeden, kaç ahlaksız Türk seyircisi seyretti bir açıklasın lütfen!
Şimdi bir de ‘dil polisliğine’ soyundular. Dil eğitim sertifikan yoksa, televizyonda sunuculuk yapamazsın! Bütün televizyon sunucuları RTÜK’ün istediği gibi konuşabilmek için, ellerinde kitap defter okullu olacaklar! Yaşasın okulumuz!
İnsan bazen hakikaten dehşete düşüyor ve ‘eski günlerini’ özlüyor! Olur şey değil!
Yazının Devamını Oku