18 Nisan 2005
Cannes’da her yıl düzenlenen ‘Televizyon Fuarı’ndaydım geçen hafta. Geçtiğimiz çarşamba günü yazımın yayınlanmaması ondandır, anlayacağınız! Cuma günü döner dönmez, gazetelerin manşetlerinde yer alan bir haber, adeta ‘Türkiye’ye hoşgeldin’ der gibiydi. Mutlaka haberi siz de okumuşsunuzdur, pop müziğin cinselliğe indirgendiğini savunan 10 AKP Milletvekili, Bursa Milletvekili Fuat Anbarcıoğlu önderliğinde Türk Halk ve Sanat Müziği’ne karşı ilgiyi artırmak için bir koro kurmuş. İlk konserlerini de 22 Nisan akşamı bir yerel televizyon kanalında vereceklermiş!
‘Alternatifsizlikten’ dolayı, ‘alternatif’ olan AKP milletvekillerinin kurmuş olduğu bu koroya karşı, ben Türkiye’nin ünlülerinden oluşan bir koro ve repertuvar listesi öneriyorum.
Koro Şefi Bülent Arınç, Baş Solist Recep Tayyip Erdoğan!
Konserin açılış şarkısını baş soliste eşlik eden bütün koristler seslendirecek, ‘Beraber yürüdük biz bu yollarda.’
* * *
Ben küçüklüğümden beri en çok ‘şarkı tutmayı’ severim. Hani ‘ikinci şarkı benim olsun, üçüncü senin olsun’ diye ‘tutarsın da’, sonra merakla ve heyecanla hangi şarkının ‘çıkacağını’ beklersin ya, işte o ‘oyunu’ çok severdim.
Ama son zamanlardaki ‘hitim’ alt yazı ile seyredenlere duyurulan ‘istek şarkıları.’
‘Sıradaki şarkıyı, neredeyse canımdan çok sevdiğim aşkıma armağan ediyorum, kim olduğunun önemi yok, o zaten kendini biliyor! Hep kalbimdesin, seni hiç unutmadım. Mualla!’
İşte ben bu ünlüler korosunun bir ‘istek korosu’ olmasını istiyorum. Ve lütfen müzik türünde ayırımcılık yapmasınlar. Poptan türküye, rocktan çok sesli Türk Sanat Müziği’ne kadar her şeyi söylesinler. Zaten bu koro hizmet için yok mu? Hem böylece daha çok ‘izlenir’ sanat icraatları!
İlk istekler benden, eğer kabul buyurup repertuvarlarına alırlarsa, beni mütehasıs ederler!
* * *
Ben korodan, Recep Tayyip Erdoğan için, Sertab Erener’den ‘Şişşşt Şişşşt Sakin Ol Sinirlerine Hakim Ol’,
Mustafa Sarıgül için, Ayşe Hatun Önal’dan, ‘Çeksene Elini, Kırıcan Mı Belimi?’
Deniz Baykal için Bülent Ersoy’dan, ‘Rüyalarda Buluşuruz’
Tuğçe Kazaz için Mazhar Fuat Özkan grubundan bir şarkı ‘Amerika, Amerika’,
Erkan Mumcu için Gülben Ergen’den ‘Bir İki, Üç, Dört, Tamam... Daha Da Katlanamam!’,
Kültür ve Turizm Bakanı Koç için, Gece Yolcuları’ndan, ‘Uyuyorum, uyuyorum Günler Çabuk Geçsin Diye...’
Ajda Pekkan için Sertap Erener’den, ‘Kendime Yeni Bir Ben Lazım’,
Rahşan Ecevit için Göksel’den, ‘Depresyondayım, Unutuldum, Aldatıldım’,
Abdullah Gül için Adnan Şenses’ten, ‘Beklerim Her Gün Bu Sahillerde’,
Hıncal Uluç için Gönül Yazar’dan, ‘Söyleyemem Derdimi Kimseye’,
Şarkılarını rica ediyorum!
Yazının Devamını Oku 11 Nisan 2005
Televizyon işiyle uğraşınca, dünya televizyonlarında ne olup bittiğini de sürekli takip etmeniz gerek. Yani en azından benim takip etmem gerekiyor! Şu sıralar Amerikan televizyonlarında yeni bir yarışma programı başladı. Yok hemen celallenmeyin, yeni bir ‘Reality Show’ değil. Kimse kimseyi gırtlaklamıyor yani!
Bu program bir yarışma programı, üstelik çok da eğlenceli. Aslında yıllardır bildiğimiz bir şey, ama ‘elin gavuru’ yapıyor işte! ‘Eşeği boyayıp, satıyor’ anlayacağınız!
Üç yarışmacı var. Yarışmacılar, stüdyodaki bir perdenin arkasından sadece silüetleri gözüken ve sesleri ile oynanmış ünlüleri tanımaya çalışıyorlar. İşin bu kısmı yıllardır bizim televizyonlarımızda da yapılan bir şey. Ama eğlenceli tarafı, ‘ünlülerin’ ellerine verilen metinler. Metinler ‘ünlülerin’ kendileri ile alakalı, ama tahmin edeceğiniz gibi biraz (!) kinayeli!
Ünlü, okuyacağı metin ile canlı yayın sırasında karşılaşıyor. Kendisi hakkında ne okuyacağını bilmiyor. Zaten yarışmacıların tahminlerinden sonra hangi yarışmacının kazanıp kimin kaybettiği ile ilgilenmeyi bırakıp, ünlünün hangi yüz ifadesi ile perdenin arkasından çıkacağını ve sunucuya ilk ne diyeceğini merak ediyorsunuz. Stüdyonun bir köşesinde de metin yazarı oturuyor! Metin yazarı ile ‘ünlünün’ karşılaşması, ayrıca seyre değer! Şimdi bir televizyoncu olarak bu ‘formatı’ Türkiye’de yapmak istiyorum. Düşündüm de çok eğlenceli olacak bence!
Mesela aşağıdaki metinleri ‘sahibinin sesinden’ dinlemek istemez misiniz?
Orta yaşı geçkinim. Hatta Türkiye’deki yaşam süreleri göz önüne alındığında, bana artık ‘yaşlı’ bile denilebilir. Hafif tombulum. En büyük özelliklerimden biri, konuşmamın hafif aksanlı olması... Ha bir diğer özelliğimi de unutmadan söyleyeyim, biraz ‘uykucuyum’. Yaptığım iş gereği, sık sık, gerekli gereksiz, konferanslara, açılışlara falan katılmam gerekiyor. İşte bu gibi yerlerde sıkıntıdan göz kapaklarım kapanıveriyor. Yok uyumuyorum! Sadece gözlerimi dinlendiriyorum! Hálá beni tanıyamadınız mı? O halde beni tanımanızı çok kolaylaştıracak bir ipucu vereyim size. Üst düzey (!) devlet memuruyum. Gittiğim konferans, açılış gibi yerlerde konuşmalar yaparım. Bu konuşmalar sırasında söylediğim ‘bazı laflar’ basına manşet olur. ‘Densiz birisi’ sayılabilirim. Çünkü bazen ‘ağzımdan çıkanı kulağım duymaz’, sonra da özür dilemek zorunda kalırım. Beni tanıdınız mı?
***
Polemik üstadıyım. Hatta ‘hayattan beslenme damarlarımdan’ en önemlisinin polemik olduğunu söylesem fazla iddialı olmaz. İddialı olursa da sakıncası yok! Zaten iddialı ve iddiacıyım! Dalaşmayı, bulaşmayı, bulaşılmayı severim. Her türlü polemiği kendi lehime çevirmesini bilirim. Hatta ‘polemiksiz’ kaldığımda, eski polemikleri insanlara hatırlatıp, ‘eskiden yeni yaratmayı’ bilirim. Bu sebeple ben hiç ‘eskimem’. Eskimek de istemem! Görsel bir iş yapıyorum. Bu sebeple ‘güzelliğime’ ve ‘spora’ çok düşkünüm. Spor yapmayan insanlarla görüşmem. Arkadaşlık yapmayı bırakın selamlaşmam bile. Çünkü vücutlarındaki toksinlerden arınmamış kişilerden korkarım! Hiç kimseden korkmam, bu toksinlerden arınmamışlardan korkarım... Evliyim. Bir kızım var. Hálá beni hatırlayamadınız mı? Entelektüelleri sevmem. Ne dediklerini bilmezler çünkü. Okumaktan beyinleri yorulmuş onların zaten! Oku oku, nereye kadar? Yarışa bayılırım. Hayatın her alanında: Güzellik, oyunculuk, şarkıcılık, vergi rekortmenliği, tenis, benim için hiç fark etmez. Maksat yarış olsun! Birkaç hafta sonra vizyona girecek olan filmim sebebiyle şu aralar her zaman yer aldığım yazılı basında daha sık yer alıyorum. Beni tanıdınız mı?
Sanırım hem Türk ünlülerini tanımak daha kolay olacak...
Hem de program, ‘gavurların’ yaptığından daha eğlenceli olacak. Öyle değil mi?
Yazının Devamını Oku 6 Nisan 2005
Hürriyet Gazetesi’nin <B>‘elektronik posta servisi’ </B>bazen garipleşiyor!Başkalarına gelen mail’ler, benim <B>‘mail kutuma’ </B>düşüyor yanlışlıkla! Eh insanoğlu meraklı, okumadan silemedim. Hadi kendim okudum, eşe dosta da okutayım dedim!
Rumuz: Ağlasam sesimi duyar mısınız mısralarımda
Sevgili Güzin Abla,
Anayasal bir kuruluşun başındayım. Televizyonlar ve radyolar neredeyse ‘benden sorulur’. Astığım astık, kestiğim kestik anlayacağın. Şimdi ben uzun süredir Türk televizyonlarını istila eden bu ‘evlenme yarışmalarına’ karşıyım. Hatta sadece ben değil, gelen şikayet telefonlarına göre halk da karşı. Beni sokakta, pazarda, manavda, markette gören ‘sevenlerim’ yanıma gelip, benden bir imzalı resmimi istemeden önce, ‘bıktık bu evlendirme programlarından, kaldırın artık bu programları, çocuğumuzla şöyle rahat bir televizyon seyredemiyoruz’ diyorlar. Ben de gelen bu tepkiler (!) üzerine, onlara inanıp, basın toplantısı düzenledim. Ama sanırım kandırıldım, aldatıldım... Artık ben yıkılmış, duyguları ile oynanmış bir insanım. İyi niyetim suistimal edildi. Çünkü en son yapılan ‘evlendirme yarışmasının’ finali tam altı saat sürdü ve televizyon seyircisi bu finale çok ilgi gösterdi. Yüz açık televizyondan neredeyse yetmiş tanesi bu yayını izledi. Bu programın karşısında bulunan diğer ‘alternatif programlar’ hiç ama hiç seyredilmedi.
Şimdi bu ne demek oluyor? Bu telefonlar yalan mı? Telefon edenler benimle oyun mu oynuyorlar? Şimdi ben ‘Türk halkı bu programları istemiyor’ diyerek yalancı çıkmış oldum mu? Sözümü yemiş oldum mu? Kendimi çok mutsuz hissediyorum. Ne yapmam gerekir? Lütfen bana yardımcı olun....
***
Rumuz: Muhalif müellif
Sevgili Güzin Abla,
Çok eski bir siyasetçinin, uzun yıllardır milletvekili olup, sonra da Başbakan olduğu ilden, babalar gibi milletvekili seçilip siyasete atıldım. Genç ve çağdaş bir insanım. Benim milletvekili seçildiğim parti oy kaybına uğrayınca, bu kez ‘yükseleceğini ve çok oy alacağını hissettiğim’ başka bir partiden milletvekili oldum. Üstelik o partinin üyesi olarak bakanlık bile yaptım.
Aradan zaman geçince partinin içinde istediğim ‘etkiyi’ yakalayamayınca ve bu partide bana göre yavaş yavaş ‘çaptan düşmeye’ başlayınca, istifa edip, ilk partime geri döndüm. Ama bu kez o partinin genel başkanı olarak! Sizce Türk halkı benim koltuk ve makam için parti parti gezdiğimi anlamış mıdır? Eğer anladıysa ona rağmen benim genel başkanı olduğum partiye ve bana oy verir mi? Partim oy alamayacak diye uyuyamıyorum. Sizce ne yapmalıyım? Yardımlarınız için şimdiden teşekkürler...
***
Rumuz: İğne iplik.
Sevgili Güzin Abla,
Uzun yıllardır ‘magazin camiasının’ içindeyim ve çok başarılıyım. Ama talihsizlikler bir türlü yakamı bırakmıyor. Her kasetim çıktığında zayıflıyorum, ama sonra ‘Aman bu hayat böyle geçer mi’ deyip, yine kendimi yemeğe vuruyorum. Her kasette zayıflamaktan, arada tekrar şişmanlamaktan dolayı artık vücudum iyice iflas etti. Zaten bu sefer ipin ucunu biraz kaçırdığımdan mıdır nedir bilmem, yeni kasetim için diktirdiğim milyarlık elbiseler üzerime bol gelmeye başladı ve bir gece televizyonda olan oldu. Memem fırladı. Ama vallahi bilmeden oldu. Hoş bundan çok daha kötü şeyler olmuştu, mesela bir seferinde de bir tatil köyünün balkonunda ‘duş almadan evvel’ çıplak görüntülerim yayınlanmıştı. Meğerse magazinciler, orada benim balkona çıkmamı bekliyorlarmış! Bir polis gecesinde de elim refleks olarak kayıp, mini eteğimi daha da mini hale getirmişti. Aslında ben böyle gündeme gelmek istemiyorum, ama hep beni buluyor bu talihsizlikler. Sizce bu talihsizliklere bir dur demem için ne yapmalıyım?
Yazının Devamını Oku 4 Nisan 2005
<B>H</B>uyumuz kurusun, kurusun ama, huyumuz böyle! Her şeyi abartıyoruz, abartabildiğimiz kadar. Aslında elimizden gelse daha da abartacağız ama, gücümüz bu kadar! Bundan birkaç yıl öncesine kadar iş yerimiz bahçeli ufak bir villadaydı. Sonra bizim şirket de son dönemin modasına uyup ‘plaza’lardan birisine taşındı. Bu ‘plazalanma’ hadisesine, ilk duyduğumda çok sevinmiştim, ne yalan söyleyeyim! Ne de olsa serde kasabalılık var ya! ‘Oh be, ilk defa adam gibi bir ofiste çalışacağım, şöyle uygar uygar’ dedim.
Ama nereden bilecektim ki bizim bu ‘plaza’ hadisesini de abartacağımızı.
Hem de ne abartmak.
***
Bizim şirketin bulunduğu ‘plaza’nın yöneticisi, kendisini ‘plaza’ yöneticisi değil de, CIA yöneticisi falan sanıyor çünkü! İş yerine gitmek bir dert, çıkmak ayrı bir dert! Bir kere her sabah plazanın, kendilerini ‘Matrix’ filminin kahramanlarından birisi sanan güvenlik görevlileri tarafından size gösterilen ‘potansiyel suçlu muamelesi’ yeteri kadar can sıkıcı. Önce siz, sonra elinizdeki her şey ‘x ray’ cihazlarından geçiyor. Sonra size plaza yönetimi tarafından verilen güvenlik kartını ‘okutup’ otomatik turnikelerden geçiyorsunuz, eğer sabah saatleri ise çalışacağınız kata ulaşmak için, yaklaşık bir 10-15 dakika kadar asansör bekliyorsunuz. Arabanız da en az sizin kadar, hatta sizden daha fazla ‘potansiyel bir suçlu’, çünkü!
Bizim çalıştığımız plazada Türkiye Odalar Borsalar Birliği de konuşlanmış bulunmakta. Dün bütün plazaya bir ‘ilanen tebligat’ vardı. Tebligatta, ‘1 Nisan günü arabalarınızı otoparka sokamazsınız’ yazıyordu. ‘Niye yahu? Bu ne şimdi?’diye söylenirken, sebebinin Başbakan Erdoğan’ın TOBB ziyareti olduğunu öğrendim.
Plazanın ana çıkış kapısının karşı duvarı ‘çiçeklendirildi.’ Vallahi duvara saksılar monte edip, içerisine tek tek çiçekler diktiler. Plazanın mermerleri zaten üç gündür silinmekten eskidiler, inceldiler! Bal dök yala mermerler: ‘Dur öööle! Ayakta saçlarını tara!’
Aynaya falan ne lüzum!
1 Nisan günü işe geldiğimde kendi plazamı kendim tanıyamadım yani, o boyut değişmişti her şey! Tabii adam başına yaklaşık üç polis, kulaklarında telsizli, nereye baktıkları anlaşılmasın diye taktıkları ‘simmsiyahhhh’ güneş gözlüklü, ama illa da siyah takım elbiseli ve doğuştan ‘Kasımpaşa’lı’ sekiz koruma düştüğünü, yazmama gerek yok sanırım. Trafiğin halini ise ben anlatmadan siz tahmin edebilirsiniz zaten! Abartı dizzzz boyu!
***
Fakat son günlerde abartma konusunda Sütçüler Kaymakamı Mustafa Altınpınar’ın eline kimsecikler su dökemez. Sütçüler Kaymakamı, sadece Orhan Pamuk’un kitaplarını toplatma emri vermekle kalmayıp, bir de ilçede ‘sürek avı’na çıktı ve ‘Kar’ romanını okuduğunu söyleyen bir kızı, ev ev aradı! Yok deve demeyin! Hatta kız bulunamadı! Tüm bunların üzerine ilçenin Belediye Başkanı ‘Kar’ı okuduğunu ‘itiraf edecek’ kadar da durumu abarttı!
Ama sadece ‘devlet işlerinde’ değil ‘magazin işlerinde de’ abartıyoruz. Abartmakta da sınır tanımıyoruz... Şu sıralar en son abartımız Perihan Mağden’in romanından sinemaya uyarlanan ‘İki Genç Kız’ filmi ile ilgili. Romanın yazarı ile filmin başrol oyuncusu dargınmış, galada ne olacakmış? Niye sanki ilk dargın olan onlarmış gibi davranıyoruz ki? Onlarca hatta, yüzlerce, buna benzer olay olmadı mı?
Magazinin diğer bir abartması da Sanem Çelik ile Hülya Avşar’ın en son filmlerindeki ‘çıplak sahneleri.’ Hülya Avşar ilk kez soyunuyor, daha önce hiç soyunmadı ve biz o’nu hiç öyle görmedik ya, normaldir yani bu kadar abartılması!
Gelini, kaynanası, damatları ile hayatımızın en önemli abartı motifi ‘oğlumun karısı olsana’ programları aslında! Tamam programlar ‘abartı’ ama, biz o abartının içinde iyice ‘abarrrtttanları’ star yaptık, sevdik, tartıştık, konuştuk!
Ama benim en sevdiğim ‘abartı’ sokaktaki. Hani biraz sonra ’sahne alacakmış’ gibi giyinip, süslenip kendini alışverişe atmış kızların abartısı.
Abartı güzel şey diyorsanız bilemem. Ama ne faydası var bize?
Yazının Devamını Oku 30 Mart 2005
Geçen akşam bir arkadaşımla çay içiyoruz, yanımızda üniversiteye hazırlanan kız kardeşi de var. Tabii, o saatlerde de ders çalışması gerekiyor. Ama eve ‘iki kaşı iki gözü olan, ama buna rağmen de ünlü olan’ ablasının arkadaşı gelmiş ya, dersi mersi asmış durumda. Kakara kikiri vakit geçirirken, arkadaşımın cep telefonu çaldı.
Arayan arkadaşımın annesiydi. Üniversiteye hazırlanan küçük kızının dersini çalışıp çalışmadığını soruyordu. Abla ‘Çalışmıyor, bizimle lak lak yapıyor, Armağan var’ dedi. Ardından arkadaşım hiç konuşmadan uzun süre sadece annesini dinledi ve kıpkırmızı olmuş bir suratla telefonu kapattı. İlk cümlesi de, ‘Yok canım, ciddi olamaz herhalde’ oldu. Sonra kardeşine dönüp, ‘Derhal dersinini başına git, yoksa çok kötü şeyler olacak’ dedi.
***
Ben tabii durur muyum, hemen konuya dahil oldum ve ‘Yahu bırakın, istediği zaman çalışsın, ne sıkıştırıp duruyorsunuz kızı’ dedim, en sevimli halimle... (Yok, arada oluyor öyle sevimli hallerim!)
Abla sinirle bana döndü, ‘Çalışması lazım, yoksa bütün Türkiye’ye rezil olacağız’ dedi. Çok bilmiş olan bendeniz hemen ‘Yahu ne alakası var, kız üniversiteyi kazanamadı diye niye bütün Türkiye’ye rezil olasınız ki’ dedim.
Arkadaşım gerekçeyi açıkladı: ‘Eğer kardeşim ders çalışmazsa, annem İkinci Bahar Evi’ne yarışmacı olarak başvurmakla tehdit ediyor bizi. ‘Vallahi de girerim, billahi de girerim. Sizi Türkiye Cumhuriyeti’ne rezil ederim. Sokakta başınızı yerden kaldıramazsınız. İkinci Bahar’da kendisine eş arayan kadının kızları diye işaret ederler sizi’ diyor bana.’
‘Yapar mı’ diye sordum.
‘Vallahi delidir, kafaya takarsa yapar’ dedi...
‘Yok canım. Aklı başında kadın yapmaz’ dedim.
‘Yapabilir. ‘Üstelik siz de canlı yayınlara çıkıp, cici babanız ve diğer yarışmacılar hakkında yorum yapmak zorunda kalırsınız’ diye tehditlerini sürdürdü’ deyince, baktım küçük kız hemen koşar adım ders çalışmaya gitti.
Aradan zaman geçti, ‘Çalışıyor mu bari kardeşin’ diye sormak için arkadaşımı aradım, ‘Sorma, annemin tehdidi o kadar etkili oldu ki, vallahi burnunun ucunu odadan dışarı çıkarmadan ders çalışıyor’ dedi.
Üstelik kardeşi durup durup ablasına soruyormuş, ‘Annem katılmaz değil mi? Şaka yapıyor değil mi? Ya katılırsa annem ne yaparız biz? Şimdi annem de Günay hanım gibi mi olacak? Yoksa Öznur gibi ‘taze gelin nazı’ mı yapacak? Biz de, Seval’in babası gibi canlı yayına gidip, annem elenince ağlamak zorunda mı kalacağız’ diye.
***
Geçenlerde başka bir arkadaşım da bana kızınca, tevekkeli değil, ‘İnşallah evlenme programlarına çıkasın’ diye beddua etmişti bana!
Ben bugüne kadar hiç bu kadar etkili olanını görmemiştim!
‘Kızdırmayın, İkinci Bahar evine yarışmacı olurum.’
Ya benim annem dese bunu bana... Allah korusun!
Evlerden ırak...
Yazının Devamını Oku 28 Mart 2005
Bir ‘köşe kapıcı’ olarak bir yıldır beni takip edenler bilirler... Bu köşeyi kendi ‘tasarruf alanıma’ alıp, kullanmaya başladığım zamanlarda ‘popüler kültür mantarı’ diye bir köşe yapmış ve bu minvalde yazılar yazmıştım.
Yok bilmem nereye gittim, yok bilmem ne kitabını okuyorum, yok bilmem ne filmini seyrettim diye. Hani o zamanlar daha yeni ‘düşmüşüm’ bu işlerin içine ya, Kelebek’in Hıncal Uluç’u mu olmak istedim nedir, böyle ‘popüler kültür mantarı’ yazıları yazıyordum işte.
Uzun süredir ben bu yazıları yazmayınca, son dönemlerde ‘elektronik posta adresime’ neden yazmıyorsunuz gibi ‘elektronik postalar’ gelmeye başladı.
Ben de ‘sorumlu’ ve de ‘sorunlu’ bir ‘köşe kapan’ olarak bu neden yazmıyorum ‘hadisesini’ değerli okurlarıma açıklama ihtiyacı hissettim!
* * *
‘Popüler kültür mantarı’ yazılarını artık yazmıyorum, çünkü...
- Artık ‘gençliğimde’ olduğu gibi, her tiyatro oyununa ‘popüler kültür oburluğu’ ile gidemiyorum mesela. İçim kaldırmıyor. O tiyatro salonundan, bu tiyatro salonuna koşuşturup, ‘önüne gelen her oyunu’ , ‘oynayabilen-oynayamayan her oyuncudan’ izleme dönemleri geçmiş benden vallahi! O zamanlar ‘beğeni eşiğim’ mi düşükmüş, yoksa ‘izlemezsem çok ayıp olur şimdi’ diye mi düşünürmüşüm bilemedim. Ama artık eskisi gibi değilim. Tiyatrofili olduğum dönemler çoktan bitmiş işte!
- Tiyatro ile ilişkim bozulduğu gibi sinema ile de ilişkim bozuldu benim! Eskiden vizyona giren bir tane filmi bile kaçırmazdım. Şimdi vizyona giren filmlerin bir tanesine ancak gidebiliyorum. Üstelik o gittiğim filmi de kılı kırk yararak seçiyorum emin olun! Artık yaşlılıktan mı dersiniz, yoksa sinema salonlarındaki ‘modernizasyon’ faaliyetleri sonucunda koltukların çok ‘rahat’ hale gelmesinden mi dersiniz bilemem, filmi seçmezsem sinemada uyukluyorum. Yoksa bu durumun filmlerin ‘sıkıcılığı’ ile falan alakası yok!
- Hala eskisi gibi kitap okuyorum ama, şimdi bu köşede ben bu kitabı okuyorum, siz de okuyun diye yazmanın alemi nedir yani. Ben onu okuyorsam kime ne? Ha eğer okuyup çok da etkilendiğim bir kitap olursa, yazarım mutlaka. Merak etmeyin. Olmamış demek ki uzunca bir süredir!
- Hem zaten artık bahar geldi. Eminim çoğunuzun benim gibi yataktan kalkası yok! Bir yerden bir yere hareket edesim gelmiyor. BAHAR YORGUNLUĞU YANİ!
* * *
Hem daha başka şeyler, daha çok ilgimi çekmeye başladı artık benim.
- Mesela Türkiye’de şarkı söyleyen herkesin neden bir gün mutlaka İngilizce kaset doldurup, ‘dünya sanatçısı’ olmak istediğini merak ediyorum. Kenan Doğulu’mu, yoksa Tarkan’mı en önce ‘dünya starı’ olacak, bunu merak ediyorum!
- Turgut Özal’ın siyasi geçmişindeki ‘basın inatlaşması’ ile, Recep Tayyip Erdoğan’ın şu andaki ‘basın inatlaşması’ arasında ne gibi benzerlikler var, bunu merak ediyorum. Bu inatlaşmalar ile yeni T.C.K’nın ‘basına getirdiği kısıtlamalar’ arasında herhangi bir ilinti var mı merak ediyorum.
- 1 Nisan’dan sonra ilk tutuklanan gazeteci kim olacak merak ediyorum.
- Mustafa Sarıgül, Deniz Baykal’a ‘anasının nikahını’ gösterebilecek mi merak ediyorum. Muhalefeti kendi partisinden (artık hakikaten sadece kendi partisi oldu!) ‘temizleyen’ CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın, kendini rahat hissedip hissetmediğini merak ediyorum.
- Her televizyon programını gezip, konuk olduğu programlarda ‘engin’ bilgilerini sadece kendisine saklamayıp halkla da paylaşan ‘fedakar insan’ Zekeriya Beyaz’ın, Sibel Can’ı dinlemek üzere içkili bir lokale giderse ne yapacağını merak ediyorum.
E bu kadar merak arasında ‘popüler kültür mantarı’ da olamıyorum işte!
Yazının Devamını Oku 23 Mart 2005
Radikal Gazetesi’ndeki ‘Cihannüma’ isimli köşesinde Sayın Hakkı Devrim, ‘Televizyonunuzu bir hafta açmayacaksınız deseler, ne yaparsınız?’ diye soruyordu. Yazısına ilham kaynağı olan konuyu ise özetle şöyle anlatıyordu: Fransa’da yayın yapan ARTE isimli kanalda yayınlanmak üzere çekilecek olan bir belgesel için, Fransa’daki 25-30 bin nüfuslu, Cashan ilçesinde yaşayan halka önceden ilan edilerek bir toplantı düzenleniyor. Toplantıya gelenlere yapılan teklif ise şu: ‘Evlerinizdeki televizyonları bir aylığına bize teslim edeceksiniz. Biz de bu bir ay televizyon seyretmeden evde nasıl vakit geçirdiğinizi görüntüleyeceğiz.’
Bu teklifi duyan birkaç kişi hemen toplantıyı terk ediyor. Kabul edenlerle de ‘televizyonsuz bir hayatın’ yaşam alışkanlıklarını nasıl etkilediğine dair bir belgesel çekiliyor. (20.03.2005 Radikal, Hakkı Devrim)
* * *
Yazıyı okuyunca, ‘Ben hayatımda hiç televizyon olmadan yaşayabilir miyim acaba? Hayatımda televizyon olmadığında ne yaparım’ diye düşündüm. Bu durumun olabilme ihtimalini düşünmek bile içimi bir sıkıntının kaplamasına yetti de arttı bile.
Üstelik, tek başına ‘gayet rahat’ vakit geçirebilen insanlardanımdır. İyi kötü kitap okurum. Yazar, çizerim (yanlış anlaşılmasın, iyi yazar çizerim demedim! Aman aman!) Müzik dinlerim. Bütün bu alışkanlıklarım olmasına rağmen televizyonsuz yapamayacağım kararına vardım.
Üstelik televizyonsuz bir hayatın çok da sıkıcı olacağı kararına da varmış bulunuyorum bu sebeple! Bu sonuca varmamda televizyoncu (tamircisi değil!) olmamın da en ufak bir ‘dahli’ yoktur. Elimde ‘zıplama aleti’ o kanaldan bu kanal gezmeyi, bu gezmeler sırasında ilginç bulduğum bir yerde oyalanmayı, sonra yine kanal sırasıyla bu kez geriye gitmeyi seviyorum ben.
Yaşım 40. Televizyonun olmadığı yılları da bilirim yani!
Şimdiye göre daha mı iyiydi hayat diye sorarsanız, sadece insan ilişkileri daha ‘sıkı’ydı o zaman. Ne zamanki bu ilişkiler ‘gevşedi’, televizyonun hayatımızdaki yeri de fazlası ile arttı.
* * *
Hem hayatımızda televizyon olmasaydı, bu kadar insanı ‘Tanıyabilir miydik Allah aşkına?’
Nereden görüp tanıyacaktık, petrolcü, davudi sesli, ‘Seviyorum işte var mı diyeceğin’ diye terennüm eden Metin Milli’yi, Doktor Kimble’ı, kadınların da alkolik olabileceğini hepimize öğreten Sue Ellen’ı, 12 Eylül Askeri Darbesi’nin ‘kadrolu’ ‘Türk Bayraklı elbisesi olan ilk şarkıcısı’ Müşerref Akay’ı...
Televizyon olmasaydı, BBG evlerinden Edi’yi, ‘yürüyen kavga makinesi’ Gaye’yi, Akmerkez Hülya’yı, Caner’i, Tülin’i, Bayhan’ı, Bendenizi, Ata’yı ve özür dileyerek hatırlamamam sebebi ile ismini sayamadığım daha bir takım ‘sosyopatları’ nereden tanıyacaktık?Tabii televizyonun hayatımıza soktuğu ‘sosyopatlar’ sadece son dönemdeki ‘reality showlar’la girmedi hayatımıza.
Televizyon sayesinde sadece magazin dünyası içindekileri değil, iş dünyasından siyaset arenasındakilere, edebiyat çevresinden akademisyenlere kadar hayatın her alanından bir çok ‘sosyopat’ tanımış olduk. Ee, fena mı oldu?
Hem ben artık bu saatten sonra ‘arıza insanlar’ ve ‘sosyopatlar’ olmadan bir hayat düşünemiyorum.
Vallahi hiç çekilmez!
Yazının Devamını Oku 21 Mart 2005
Cuma günleri gazetelerle birlikte verilen eklerin birinde ‘Bu hafta geçmeden şunları mutlaka yapın’ önerileri köşesine bakıp bakıp durdum bu cuma. Birkaç kez okudum hatta! Bu cuma okudum okudum, ama o köşeyi hazırlayanlar beni affetsin, yazılanların hiçbirine gidesim, önerilenleri yapasım gelmedi açıkçası. Demek ki benim ‘gündemim’ farklı! Şimdi ukalalık ettim, ‘yapasım yok, gidesim yok’ diye, siz de haklı olarak soruyorsunuz, ‘Nereye gidip, ne yapmak istiyorsun ukala, sen söyle bakalım’ diye!
Buyrun o zaman:
BU HAFTA SONA ERMEDEN MUTLAKA YAPILMASI GEREKENLER LİSTESİ
Liste sarı, pembe, mavi ama mümkünse en cart renkli ‘Post-it’e yazılarak, mümkünse buzdolabının kapağına, o mümkün değilse, yatak odasındaki gardırobun kapağına asılacaktır.
n Kenter Tiyatrosu’na bilet alınacak! (Yok bu sefer tiyatroyu kurtarmak için koltuk satın alıp, arkanıza isminizi yazacağız demiyoruz. Sadece bilet alacaksınız. Alt tarafı bir bilet parası!) Eğer bilet almazsanız Yıldız Kenter tiyatrosunu kurtarmak için (!) sadece ‘Saklambaç’ isimli ‘yüksek sanat’ dizisinde değil, ‘bonus’ olarak reklamlarla da hayatımıza girecek. Ey kaliteden, ‘yüksek sanattan’, ‘tiyatrodan’, ‘oyunculuktan’ anlayan seyirci koşun, hemen biletlerinizi alın. Sakın oyun demodeymiş, üç saat boyunca ışık huzmelerine bakarak atılan ‘tiratlardan’ canınız sıkılırmış falan diye düşünmeyin! Siz koşun biletlerinizi alın. Perde hiç kapanmasın! (Ama biliyorum almayacaksınız, çünkü siz, sanattan anlamıyorsunuz, yine koşup gereksiz yere stand-up’lara, vodvillere gideceksiniz!)
n Hepimizin edebileceği (Ya da ettiği) bir ‘laf’ yüzünden Ata Demirer yerden yere vurularak, ‘ahlak bekçiliği’ yapılacak. Türk aile yapısının yılmaz savunucuları olarak (!) Ata Demirer’e haddi bildirilecek!
n Ekran karşısına geçilerek önce Jennifer Lopez’in sonra da Yılmaz Morgül’ün televizyona çıkması merakla beklenecek. Çünkü Sayın Morgül şöyle bir açıklama yapmış, ‘Ben Türkiye’nin Jennifer Lopez’iyim. Bilhassa kalçalarım Lopez kadar güzel!’ Sonra da ikisi arasındaki ‘118’ fark, liste halinde yazılacak.
n Eğer kırsal kesimde herhangi bir ilde oturuyorsanız Bayındırlık Bakanı Zeki Ergezen’e kulak kabartılacak! ‘Deprem bölgesi olmayan’ herhangi bir ile göç etmek için, göçülecek ildeki akraba, eş, dost aranarak o ildeki imkanlar araştırılacak. Kiralık ev ve (varsa) iş imkanları araştırılacak. Eğer göç edilemiyorsa panik olmayın! Sayın bakan zaten panik olmamamız için ilin adını açıklamadı. Bu ahvalde de duruma ‘tevekkülle’ yaklaşılarak, mezar yeri şimdiden temin edilecek. İbadete başlanacak!
n Eğer bulunduğunuz ile geliyorsa, siz de o şanslı illerde yaşayan, şanslı insanlardan biri iseniz, Fatih Ürek, Tanyeli ve ‘kaynanalar kaynanası Semra Hanım’dan oluşan gösteri kumpanyasına (!) bilet almak için kuyruğa girilecek. Maazallah bilet bulamaz kaçırırsınız falan bu muhteşem Semra Hanım söyleşisinden ve onun engin bilgilerinden yoksun falan kalırsınız.
n ‘Başbakan’a destek olmak amacı ile, içinde bulunduğumuz durumu abartıp, kasıtlı haberler yapan medya boykot edilecek!
Yazının Devamını Oku