Armağan Çağlayan

Yaşasın ilkel tatil

15 Haziran 2005
Benim yazdıklarımı hálá bıkmadan usanmadan okumaya devam ediyorsanız, siz bu yazıyı okuduğunuz sırada ben iki haftalık bir tatile çıkmış olacağım. Çok çalışanlar için tatil hoş bir şeydir. Tabii ‘yapabilen’ için!Cep telefonu ‘icat’ olunmadan önce, tatil çok daha hoş bir şeydi. Sadece aramak istediğiniz insanı (yani bağımlı olduklarınızı!) arıyor, halini hatırını soruyordunuz. Başka da hiç kimse ‘kıldan yünden’ sebeplerle size ulaşamıyordu. Hele işyerinizden siz istemediğiniz sürece size ulaşılması hiç mümkün değildi. Ama cep telefonu ‘icat’ oldu, tatiller bozuldu. Tam ‘Her şeyden ve istemediğim herkesten arınıyorum’ duygusuyla ‘kaçtığınız’ yerde, birden bire cep telefonunuz çalıyor, karşınızda ‘patronunuz’ ya da ‘çalışma arkadaşlarınız’ size işle ilgili bir yığın soru soruyorlar. Yok bilmem ne, ne oldu? Bilmem kim bu konuda ne demişti? Bilmem ne programı için ...! İşte bu üçüncü telefondan sonra, artık gittiğiniz yerde ‘tatil çalışmaları’ başlıyor. Bildiğiniz mekansız mesai! * * * Artık tatilleri ‘dinlenme, arınma’ olmaktan çıkaran tek şey, sadece cep telefonları da değil ki, bir de ‘internet hadisesi’ var! ‘Elektronik posta’ haberleşmesi de yeteri kadar tatilleri ‘tatil’ olmaktan çıkarıyor! Tatilin bir aşamasında (bu nedense hemen ikinci günden sonra falan oluyor!) çalan cep telefonundan sonra, ‘işinizi halletmek’ için hemen kendinize harıl harıl bir ‘internet cafe’ aramaya başlıyorsunuz.Ama zaten bir tatil köyündeyseniz çok şanslısınız! Çünkü internet cafe ‘hizmetini’, tatil köyleri ve oteller ‘ayağınıza kadar’ getiriyorlar. Patronun size sorduğu soruya cevap verebilmek için bazı bilgilere ihtiyacınız olduğundan, hemen internet cafeye koşup elektronik postalarınıza bakıyorsunuz. Hazır elektronik posta adresinizi açmışken, birden kendinizi, gelen bütün elektronik postaları okurken ve hatta cevaplandırırken buluyorsunuz!Bütün ‘postalara’ cevap yazdıktan sonra, hazır internete dalmışken, bakalım neler oluyormuş diye, gazetelerin haber sayfalarında ve internette de gezinmeye başlıyorsunuz doğal olarak! O haberden bu habere, o köşe yazısından bu köşe yazısına, o yorumdan şu yoruma derken, her okuduğunuz yazı size birkaç gün önce neler olduğunu da merak ettirdiğinden, bu kez gazetelerin ‘arşiv’ sayfalarına girmeye başlıyorsunuz!Ee hazır internete girmişken, mesleki meraklarla birkaç günlük televizyon izlenme oranlarına da bakıyorsunuz doğal olarak!Ertesi gün, bir önceki gün maillere yazdığınız cevaplara gelen cevapları merak ettiğiniz için tekrar elektronik posta adresinize bakmanız gerekiyor tabii ki!* * * Tatilleri tatil olmaktan çıkaran şey, sadece bunlar değil... Bir de ‘çanak anten’ hadisesi var! Dünyanın neresine giderseniz gidin, mutlaka seyredilecek bir ‘Türk kanalı’ buluyorsunuz! Ee, o zaman da ‘Ana Haber Bültenleri’ni kaçırmayacaksınız doğal olarak!Bu yıla kadar bütün tatillerimi kendi kendime böyle zehir ettim!Ama bu yıl ‘teknolojinin hiçbir nimetinden’ faydalanmamaya kararlıyım. Türkiye’de neler olup bittiğini de hiç merak etmeyeceğim! Erdoğan’ın ABD’den nasıl döndüğünü, üniversite sınavlarının durumunu, ‘TCK Kadın Platformu’ afişinde imzası bulunan ülkelerin imzalarını geri çekip çekmediklerini, özgürlüğü sadece ‘türban sorununa’ indirgeyen Erdoğan’a gelen tepkilerin neler olduğunu... Hiç ama hiçbir şeyi merak edip okumayacağım, hatta sormayacağım!Bu vesile ile yazılarıma da bir hafta ara vereceğimi söyleyeyim. Yaşasın teknolojisiz, ‘ilkel tatil!’Dost akraba ve üçüncü şahıslara duyurulur!
Yazının Devamını Oku

İçi boş dilekleri yemiyoruz

8 Haziran 2005
Her geçen gün hayatımız daha fazla ‘otomatikleşiyor.’ Ama <B>‘hayatı otomatiğe bağlamak’ </B>sadece gündelik, sıradan işlerimizi yaparken başvurduğumuz bir yöntem değil! Artık bazı kelimeleri, deyimleri, cümleleri de içini boşaltıp otomatiğe bağladık!

Bazen karşımızdaki bir laf ediyor ama, insanın o edilen lafa inanası gelmiyor. Hele bir de o lafı edenin takındığı yüz ifadesi, ikiye katlıyor o kişinin ‘inandırıcılıktan uzak olması’ durumunu!

‘İçi boş’ ve ‘inandırıcılıktan uzak’ olmanın en son örneğini, haber bültenlerinde ve gazetelerde boy boy yer alarak görevlerinden ‘istifa(!)’ eden bakanlar verdiler. Neredeyse hepsi dişlerinin arasından ‘Hayırlısı olsun, bu bir bayrak yarışı. Ben bayrağı yeni arkadaşıma devrediyorum. Bu durumdan da çok mutluyum!’ dediler ama, hani ‘hayırlısı olsun’ mu dediler, yoksa küfür mü ettiler belli değil!

32 diş sıkılmış, dudaklara yapışmış sahte bir ‘gülümseme’, ‘Oh kurtuldum bu bakanlık sorumluluğundan’ sahte yüz ifadesi, ama bir o kadar da, bir an önce devir teslim törenini bitirip kameraların önünden kaçıp, daha fazla soruya muhatap olmamanın mücadelesi! Tüm bu karmaşa içinde söylenen, içi boş, havada kalmış ve hiç inandırıcı olmayan bir cümle:‘Hayırlısı olsun’

İnandık mı? Hayır.

Yiyor muyuz bu ‘uygarlık gösterilerini?’ HAYIR!

Türkiye’de ve hatta dünyada kim bakanlık görevinden istifa ettirilmekten ‘mutlu’ olabilir ki?

‘Hayırlısı olsun’dan başka, bir de ‘Kendine iyi bak’ saçmalaması var. Herhangi bir yerden tanıdığın alelade bir insan ya da yakın arkadaşın veya dostun, herkesin ağzında bu laf! Tam vedalaşırken sahte gülümsemeler ve merak duygularıyla dökülüveriyor insanların ağzından: ‘Kendine iyi bak.’ Yahu sana ne! Beden benim, ruh benim, hayat benim! O kadar kendime iyi bakıp bakmadığımı merak ediyorsan arada bir ara! Arıyor musun? Hayır! Nasıl içi boş ve sahte! ‘Kendine iyi bak hadisesi’ ile ilgili Candan Erçetin’in bir şarkısı var ya bayılıyorum ona:

‘Kendine iyi bak deme, denmez, saçma!’ Hakikaten saçma!

Bir diğer içi boş geyik malzemesi de ‘sanat dünyasından’ geliyor. ‘Ben sadece yaptığım işlerle gündeme gelmek istiyorum ama kendimi ifade edebileceğim bir platformu henüz bulamadım!’ Şimdi ne anlıyorsunuz siz bu cümleden? Yine hep ‘onların’ ağzından duyduğumuz başka bir klişe var ki artık katlanılır gibi değil: ‘Bizim seviyeli bir birlikteliğimiz var, zaten ben onun ruh güzelliğine hayranım. Önemli olan da ruh güzelliği zaten’ geyiği ki, bu geyiğin üzerine herhangi bir laf etmeye bile değmez bence!

‘Geyik’ işte! Adı üstünde!

Bunlardan bir sürü var: ‘Çok güzel bir enerjisi var...’

‘İlk anda elektrik aldım, elektriği çok pozitif...’

‘Sadece arkadaşız. Başka bir şey olsa, emin olun ilk sizin haberiniz olur.’

Yiyor muyuz bütün bu ‘içi boş lafları?’ Takınılan ‘surat ifadelerini’ hálá?

Sanmıyorum...
Yazının Devamını Oku

Ün hastalığına tutulanlar

6 Haziran 2005
‘Ün’ sözcüğünü, Türk Dil Kurumu Sözlüğü şöyle tarif ediyor: İyi bir nitelikte bilinip, tanınmış olma durumu, şöhret, şan, nam.Son birkaç yıldır Türkiye’de ‘ünlü olma hastalığı’ durumu var. Hangi televizyon kanalını açsanız karşınızda herhangi bir ‘Reality Show’a yarışmacı olarak katılmış (ve bence en fenası yarışmacı olmaktan öte, seyirci olarak katılmış) birisinin, ‘ünlü’ olmak uğruna yaptıkları ‘şaklabanlıklar’, ‘aymazlıklar’!Birkaç haftadır ‘Ah Kalbim’ isimli show programında gördüğüm ‘Jess’ isimli şahıs, bence bu konuda gelinilebilecek son noktadır! Daha ötesi yoktur! Zaten daha ötesinin olmamasında da hepimizin ruh sağlığı açısından fayda vardır! Bu ‘şöhret hastaları’nın bulundukları stüdyoda ‘kamera en az bir kez, birkaç saniye de olsa suratlarını yalasın geçsin’ diye yap(a)mayacakları şey yok! Hani ellerinden gelse en mahrem yerlerini bile açacaklar! Her vesile ile, hatta ‘tencere tıkırtısına’ bile, ellerini iki yana açıp atıyorlar kendilerini stüdyonun ortasına, başlıyorlar oynamaya. Ya da her konuda fikir sahibi oldukları için, diğer seyircilerin elinden neredeyse kavga dövüş kaptıkları mikrofona fikirlerini söyleyerek, ‘abuklamakta’ ve de ‘sabuklamakta’ herhangi bir beis görmüyorlar! Bizi de engin bilgilerinden mahrum (!) etmiyorlar!Benim en merak ettiğim şey, bu ‘ün hastalığı’ yüzünden kendisini bu hale düşüren insanların, daha sonra nasıl insan içine karıştıklarıdır. ‘Gelinim Olur musun’ evinden ‘Semra Hanım’ın oğlu Ata’ da aynı ‘ün hastalığı’na yakalandığını, haftalık bir dergiye soyunup, (kotunun altından gösterdiği ünlü bir markanın kötü taklidi donu ve feci çorapları eşliğinde) meme uçlarını elleriyle kapatarak ve alt dudağını dişleyerek verdiği pozlarla, yaptığı çarpıcı (!) açıklamalarla bize kanıtlamış oldu! Kendisi soyundu ama aynı evlerden çıkan kızların ‘ün’ için soyunmasına karşı olduğunu da şu sözlerle açıklamış: ‘Bir erkek istediği her şeyi yapabilir. Erkektir sonuçta! Ama sen gelin adayısın. Evlenmek için giriyorsun o programa ve sonra o pozları veriyorsun. Hangi psikoloji ile yaptıklarını da bilmiyorum. Görsel olarak güzel oluyorsa bir bayan, fotomodellik yapsın! Ama böyle bir yarışmadan çıkıp, böyle pozlar vermek çok tezat. Ben artık medyatik bir insanım ve onun gereklerini kullanıyorum. Üstümde hiçbir şey yokken de poz verebilirim’ diye buyurmuş ‘üstat!’ Kızların hangi ‘psikoloji’ ile soyunduğunu Ata’nın anlayabilmesi için, kendisinin hangi psikoloji ile ‘soyunup’ o pozları verdiğini anlayabilmesi yeter aslında!Sanmayalım ki bu ‘ün hastalığı’ sadece televizyonlardan ve magazin dergi ve gazetelerinden bulaşıyor insana. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ayakkabılarını, ayakkabıları ile birlikte daha kötüsünü görmediğim ve göremeyeceğimi sandığım bir resmini açık artırmada alıp, evinde ‘yağdanlık’ köşesi yapan ‘işadamı’ da aynı hastalığa tutulmamış mı sizce?Her gece ‘yağdanlık’ köşesine baka baka içtiği ‘zem zem suları’ ve ‘okunmuş şerbet’lerle içi rahat ediyordur sanırım. Ama en çok hakkında yazılıp, çizildikçe, gazetelerde resimleri çıktıkça, köşe yazarları ismini kullanarak yazılar yazdıkça, geceleri ‘huzurla uyuyordur!’Sanırım yakında herkes ‘ünlü olma hastalığına’ yakalanacak.Bu ‘pop-art’ın sembolü Andy Warhol’un ‘...Herkes 15 dakikalığına da olsa ünlü olacak’ tespitinden daha vahim bir durum!‘Norm’ onlar olacak!
Yazının Devamını Oku

Kendi kendime referandum

1 Haziran 2005
İlk oyumu 1982 Anayasası ‘referanduma sunulduğu’ zaman <B>‘hayır’ </B>oyu atarak kullanmıştım.‘Siyasi yasaklar kalksın mı, kalkmasın mı’ kararı referanduma sunulduğunda da ‘kalksın’ oyu kullanmıştım. Bu siyasi yasakların kaderini belirleyecek olan referandum, Güneş Taner sayesinde ne kadar renkli geçmişti hatırlarsınız. Turuncu renkli ‘No, no, well maybe’ yazan tişörtü, o günlerin en çok konuşulan konusuydu!

Bu iki referandum zamanında da ‘referandumla’ yatıp, referandumla kalkmıştık... Tıpkı son günlerde ‘Avrupa Birliği Anayasası’ yüzünden Fransa’da ve Hollanda’da yapılacak olan oylama için şeyle yatıp kalktığımız gibi...

Bu yaşıma kadar topu topu iki referandum (aslında çok bile!) yaşadım ama, hiç o havayı yaşamayanlar için söyleyeyim, referandumlar genel seçimlerden çok daha renkli ve eğlenceli geçiyor!

Bence bu ‘zaman zaman halka gidelim, halkın iradesine başvuralım’ durumu, sadece siyasi konularda kullanılmamalı. Birçok konuda ‘referandum’ yapılmalı...

* * *

Mesela 1 Haziran’da yürürlüğe girecek olan ‘yeni’ Türk Ceza Yasası için referandum yapılsa, benim oyum ‘HAYIR’ olur!

‘Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanı olsun mu, olmasın mı’ diye referanduma gidilse, oyum yine ‘HAYIR’!

‘Ali Babacan ‘Baş Müzakereci’ olsun mu, olmasın mı’ diye bize sorulsaydı, oyum ‘EVET’ olurdu!

‘Televizyonlarda ‘Reality Show’ seyretmek istiyor musunuz?’ diye oylama yapılsaydı, ‘EVET’ derdim.

Kadın programlarına son günlerdeki haliyle ‘HAYIR’ derdim!

‘AB Uyum Yasaları’ndan sonra hayatınızda bir şey değişti mi?’ diye referandum yapsalar ‘HAYIR’ derdim!

‘Eurovision’a katılmak şart mıdır?’ diye sorsalar, ‘BOŞ OY’ atardım!

‘Türk bürokratları kendi koltukları için işgüzarlık yaparlar mı, yapmazlar mı?’ diye sorsalar ‘EVET’ derdim!

‘Avrupa Birliği’ne gireceğimizden umutlu musunuz?’ deseler, ‘HAYIR’ derdim.

‘Türk popüler kültür hayatını kısır ve yavan buluyor musunuz’ diye sorsalar ‘EVET’ derdim!

‘Türk popüler kültürünün yeni yüzlere ve yeni beyinlere ihtiyacı var mı?’ diye referandum yapsalar ‘EVET’ derdim!

‘Nişantaşı’nda pazar günleri de dükkanlar açık kalsın mı, kalmasın mı?’ deseler ‘HAYIR’ derdim...

‘Her şeye rağmen Türkiye’de yaşamaktan mutlu musunuz’ diye sorsalar, ‘EVET’ derdim!
Yazının Devamını Oku

Bahar temizliği bizi kurtarır mı

30 Mayıs 2005
Tekdüzelik ne kadar sıkıcıdır bilirsiniz. Her sabah aynı yataktan kalkıp (tabii bunu her sabah aynı yataktan kalkanlar için söylüyorum!) aynı yollardan aynı işyerine gidip, aynı insanları görmek ne kadar sıkıcıdır! Üstelik mevsimlerden de baharsa ve siz de benim gibi ‘değiştirmeye’ taktıysanız, evdeki her şeyi ama neredeyse her şeyi çöpe atıp, yerine yenilerini almak istiyor eminim canınız. Ucuz, pahalı hiç fark etmez! Yeter ki yenisi olsun!

Tabii bu değişim sırasında ‘her yalnız yaşayan Türk vatandaşı’ gibi anneniz ‘temizlik ve düzen kolu başkanı’ vasfıyla ve ‘aman yazıktır, o, şu, bu hiçbir şey çarçur olmasın, ziyan olmasın’ duygusuyla aynı zamanda ‘eşya ve tutumluluk kolu başkanı’ sıfatı ile her işin başında durmaya geliyor.

Bu mevsimde eve anne gelince ne oluyor? Aslında çok da değiştirilmesi gerekmeyen, ama ‘ikame’ yöntemi ile kendi kendinizi değiştirmeye ikna ettiğiniz eşyaları yenilemekle kalmıyor, ‘bahar temizliğine’ başlıyor anneniz! Ruhtan bir türlü ‘arındırılamayan’ huyların yerine dolaplar, çekmeceler ve her türlü gizli kapaklı köşe, ‘eski evraklardan, matbuatlardan ve objelerden’ arındırılıyor!

Cilalanamayan ve tekdüzelikten usanan ruhun yerine, her yer pırıl pırıl, gıcır gıcır, cillop gibi yapılıyor!

Yok bunlar sitem değil! Ben istedim... (Şimdi bunları okuyan terapistim telefona sarılıp, acilen beni çağırır mı dersiniz!)

Tam evde bu ‘ruh temizleme’ operasyonları yapılırken, elime aldığım gazetede birden fark ettim ki sadece ‘evleri’ temizlemekle olmuyor bu ‘bahar temizliği’... Ben sadece evdeki eşyalardan sıkılmamışım ki!

Başbakanımız Erdoğan ile yakın dostu Berlusconi’nin objektiflere bakarak sergiledikleri dostluklarını görmekten de çok sıkılmışım.

Her önemli(!) futbol maçından sonra gazetelerdeki magandalık ve aymazlık haberlerini okumaktan da çok ama çok sıkılmışım. (Benzeş ruhların bitmeyen ve bit(em)eyecek kardeşliği!)

Önce Boğaziçi Üniversitesi’ndeki ‘Ermeni Konferansı’nın iptali, sonra Muğla’da Nazım Hikmet şiiri okuyan 17 yaşındaki Ç.C’nin gözaltına alınması gibi ‘hoşgörüsüzlüklerden’ ve ‘özgür düşünce korkularından’ zaten kusmuşum! (En bir benzerrrr ruhların kardeşliği!)

Gazete haberlerinden çok sıkılınca oturup televizyon seyredeyim dedim. Açtım televizyonu, hoooop karşıma Süperstar ‘talk’amama yani konuşamama (!) show’u çıkmaz mı? Ben bu kellerin körleri ağırladığı ve ‘divalara’ tapınılan(!) talk’amama show’larından da çok sıkılmışım! Bu da sanırım nasıl ‘talk show yapılamaz’ konusunda bir belge niteliğinde arşivlerdeki yerini alacaktır!

Bu sadece evdeki ‘bahar temizliği’ beni kesmeyecek sanırım!
Yazının Devamını Oku

Eurovision’suz gül gibi yaşıyorduk!

25 Mayıs 2005
Aslında yıllar önce bütün ilişkimi bitirmiştim şu Eurovision Şarkı Yarışmasıyla... ‘Kim kiminle grup kurup Türkiye’yi temsil edecek? Kim kimin bestesini seslendirecek? Kim ne giyecek, saçını nasıl tarayacak’ gibi meraklar ve siyah-beyaz televizyonun önünden uykusuz, mutsuz ayrılınan geceler, ta Ajda Pekkan’ın büyük umutlarla Türkiye’yi ‘temsil etmeye’ gittiği yarışmadan sonra bitmişti benim için.

Hepimizin milletçe gaza gelip, ‘Süperstar Ajda’nın Türkiye’yi Eurovision’da birinci yapacağını’ sandığımız ama hem Ajda’nın hem de bizim ağzımızın payını aldığımız yıl, benim için artık Eurovision Şarkı Yarışması’nın Türkiye’nin herhangi bir yerinde yapılan ‘Kelaynakları Sevenler Şarkı Yarışması’ndan bir farkı kalmamıştı. Aslında hepimiz gibi...

***

Ta ki Sertab Erener birinci olana kadar! Sertab ülkemize getirdiği birincilikle yıllardır ‘taaaa benliğimizin derinlerinde sakladığımız ve bir türlü kusamadığımız Eurovision ezikliğimizi’ giderip, ‘içimizde uyuyan canavarı’ uyandırınca, bu illeti iki yıldır başımıza yeniden bela etmiş oldu!

Biz Eurovision’suz da gül gibi yaşayıp gidiyorduk... Yarışma yapılıyor bitiyordu da, Türkiye’yi ne hangi şarkının, ne de hangi yorumcunun temsil ettiğini bilmiyorduk? Ne kaybediyorduk? Koca bir hiç!

Önce Sertab, sonra Athena bu sinir bozucu ‘şeyi’ başımıza yıllar sonra yine sardırmasaydı, çocukluk yıllarımdan beri Eurovision’u sunan Bülent Özveren’in artık ‘gaftan gafa konan’ bir sunucuya dönüştüğünü anlamayacaktık! (Bkz. ‘Emminem isimli rock grubu var ya’, ‘1998 yılında Diva tarafından söylenen ve İsrail’i temsil eden Dana International isimli şarkı’ cümleleri bizzat canlı yayında kendileri tarafından kurulmuştur!)

Eurovision Şarkı Yarışması’nın bir şarkı yarışması olmaktan çok, artık bir ‘koreografi ve dans yarışması’ haline geldiğini, hatta sahnenin yarışmacı ülkeler tarafından sıklıkla bir ‘sirk alanına’ çevrildiğini fark etmeyecektik!

Neredeyse her ülkenin perküsyon ve davul çalmasından, ‘yapay şirinliklerinden’ ve ‘yapay seksapelliklerinden’ içimiz bayılıp kusmayacaktık!

‘Abba’ ve ‘Queen’ hálá hayallerimizi süslemeye devam edecekti! (Bu kadar mı kötü taklit edilir iki efsane?)

Belediyelerin çocuk parkı açılışları için Türkiye’ye gelip kalın bacaklarını gözümüzün içine soka soka ‘birbirinin kopyası show’lar’ yapan Ruslana’nın yeni show’undan mahrum kalacaktık!

Türkiye’yi temsil eden Gülseren’in şarkısını söylemeye başlamadan evvel ‘Türkiye duyuyor musun’ diyerek, derdinin hálá Türkiye ve kalçalarını eleştirenler olduğunu anlamayacaktık.

***

Gülseren’in şarkı boyunca ‘kuyruğu yanmış kediler’ gibi ‘uhhhhh’, ‘huhhhhh’, ‘ohhhhh’ diye bağırmalarından kulaklarımız tırmalanmayacaktı. (Belli ki şarkıya bir enerji katmaya çalıştı Gülseren... Ama, sanıyorum Paris’te çalıştığı o çok ünlü ‘jazz club’a göbek atmaya gelen müşterileri ile Eurovision Şarkı Yarışması’na oy yollayacak ‘müşterileri’ karıştırdı! Bu bağırış çağırış, ‘enerji çığırtkanlığı’ artık çok demode değil mi?)

Günlerce hepimizi ‘size büyük bir sürprizimiz var final gecesi’ diye kandıran Gülseren ve ekibinin sürprizinin neredeyse bir ton simle yapılmış ‘büyücü makyajı’, ’demode bir elbise’ ve ‘müsamere koreografisi’ olduğunu öğrenmeyecektik!

Birinci olan komşumuz Yunanistan’ın şarkısını dinlerken ‘Avaraaa muuuu’ diye çeşitli el, kol, göz süzme hareketleri yapan Raj Kopor’lu Avare filmini hatırlayıp daha beter ‘avare’ olmayacaktık!

E be Sertab, bizi bu işe yeniden ‘sardırmasaydın’ ne kaybedecektik, hiçbir şey!
Yazının Devamını Oku

Yürüyen kamu vicdanı sunucular

23 Mayıs 2005
Bundan birkaç hafta önceydi. Bir kanalda ‘kadın programları’ndan birinin sunucusu, telefondaki şahsa şu cümlelerle avaz avaz bağırıyordu: ‘Bizim toplumsal çürümeye daha fazla ihtiyacımız yok. Sizin gibi insanlar toplumu bu hale getirdiler. Yaptığınız çok ayıp!’Stüdyoda bulunan orta yaşlardaki beyefendi, eşinin başka birisi ile kaçtığını ve sevgilisi ile aynı evde yaşadığını ama ortak çocuklarının kendisine gösterilmediğini anlatıyordu. Bunun üzerine telefona bağlanan ‘sevgili’, ‘Evet onu seviyorum, aynı evde yaşıyoruz ve şu anda da benim çocuğuma hamile. Boşasın eşini, ben hemen onunla evleneceğim’ diyordu ama, kadın programının sunucusu bağırıyordu: ‘Sus sen! Senin konuşmaya hakkın yok! Toplumsal çürümeye son!’‘Kadın programı’nda, yapımcı ya da sunucu olan birisi, birilerini ’yargılıyordu.’ Sorunları olan insanlara ‘yol gösteren’ ve ‘çare olmaya’ çabalayan ama bunu televizyonda yaptığı için aynı zamanda ‘seyirlik bir program’ yaptığının farkında olduğunu düşündüğümüz bir programcı o... Oysa o bir diğerinin hayatı hakkında, doğru- yanlış, iyi- kötü diye yargılarda bulunuyordu! Hem de hiç hakkı olmadan. Bu tür ‘tartışma programları’ bütün dünyada yapılıyor. Dünyanın hiçbir yerinde, bu programların sunucuları ‘adalet dağıtmıyorlar.’ Onlar ‘yargı mercii’ ve ‘yürüyen kamu vicdanı’ olmadıklarının farkındalar. Onlar sadece toplumsal sorunları ortaya koyup, seyredenlerin bu sorunlardan haberdar olmasını sağlıyorlar, işleri bu!Ama bizde öyle mi? Sunucular seyredenlerin gözünde ‘sorunu çözen’, ‘bütün sorunları halleden’ birer ‘kahraman’ olmak için çabalayıp,‘adalet’ dağıtıyorlar. Yıllarca kocasından dayak yemiş bir kadını, şu anda evde yeni karısı ile beraber oturan ‘dayakçı kocanın’ yanına gitmesi için dil döküp ikna ediyorlar. Çünkü onlar ‘Türk aile yapısının yılmaz savunucuları!’Ya da çeşitli sorunlardan dolayı evliliklerini bitirmiş ve asla bir araya gelmeleri mümkün gözükmeyen karı-kocayı stüdyoya getirip, ‘Barışın canım ne olacak? Bir kez daha deneyin, ölmezsiniz ya!’ diyerek barışmaya ikna ediyorlar. Oysa anlatılanları dinleyince o evliliğin artık yürümeyeceğini gün gibi anlıyorsunuz ekran başında.Onların seyircinin alkışına, onayına ihtiyaçları var. Çünkü onlar ‘tribünlere oynuyorlar.’ Programa dertlerini anlatmak üzere çıkan herkes, onlar için önce ‘reyting makinesi’ sonra insan! Önemli olan programa çıkan kişilerin sorunlarının çözülmesi değil, programın daha ‘acıklı’, daha ‘bağırışlı çağırışlı’ olup ‘reyting’ alması. Ertesi gün ‘reyting listelerini’ eline aldığında sunucunun, yapımcının, kısaca ekibin gülümsemesi her şeyden daha önemli! Gerisinin çok önemi yok! Kısacası ‘Sonuç için her yol mubah!’ Bu da biz televizyoncuların ‘mesleki deformasyonu.’
Yazının Devamını Oku

Televizyonla yattık televizyonla kalktık

18 Mayıs 2005
Televizyonlu gecelerin sonuna geliyoruz. Yaz gecelerinde çok olağanüstü bir durum olmazsa eğer, artık kış aylarında olduğu kadar hiçbirimiz televizyon seyretmeyeceğiz. Bu televizyon sezonu denen şey, okulların tatil olması ile beraber bitiyor da, biz ‘popüler kültür mantarları’, ‘mantar zehirlenmesi yaşamaktan’ kurtuluyor, ‘yeni sezona’ biraz nefes alarak giriyoruz! Hatta biraz da ruhumuzu, gözümüzü, gönlümüzü dinlendiriyor, yeni sezon için ‘enerji’ depoluyoruz!

Şu sıralar sonlarına yaklaştığımız televizyon sezonunda hangi programlar, hangi ‘nadide’ ve ‘özgün’ kişiler ve hangi ‘klişeler’ daha çok aklım(ız)da kaldı? Beynim(iz)in derinliklerinde bir gün ‘cort-ta-da-nak cort-la-mak’ üzere uykuya yattı, hangileri üzerine en çok konuşup, yazıp çizdik ya da yazıp çiz(e)medik henüz acaba?

n En çok üzerinde konuştuğumuz ‘özgün kişilik’ Semra Hanım Teyzemiz ve ‘özgün kişiliksizlik’ sembolü oğlu Ata idi hiç kuşkusuz.

‘Gak’ deseler televizyona esir olduk, ‘guk’ deseler, dedikleri, diyemedikleri ve demeye çalıştıkları üzerine kalem oynattık. Hatta Avrupa Birliği’nden Türkiye’nin tarih aldığı gün Semra Hanım Teyze daha çok seyredilince, hafif yollu ‘aklımızı oynattık!’ niyeyse?

n Bu gelinli kaynanalı ve de Oidipus kompleksli damat adayları ile yapılan ‘evlilik programları’ seyredildikçe yeni ‘kahramanlar’ yarattık. Onları ‘biz yarattık’ sonra onlara yine biz kızdık! Kızmak yetmedi, hıncımızı ‘özel hayatlarını’ ortaya dökerek, canlı yayınlarda onların en ‘mahrem’ konularını tartışmaya açarak aldık!

n Bu show’ların kahramanlarını ‘kanal kanal’ gezdirdik. Seyrettikçe seyrettik. Onlar hangi kanala gitse biz peşlerine düştük. En sonunda Caner kafasında bardağı kırınca ‘toplum olarak huzura erdik!’

n ‘Kurtlar Vadisi’ni çok tartıştık. Ama çok seyrettik. Hatta Rauf Denktaş bile oyunculuğu denedi bu dizide!

n
Öğlen kuşaklarında salya sümük ağlayan, çığır çığır bağıran, hayatlarının en ‘intim’ anlarını niyeyse kameraların gözünün içine baka baka anlatan ‘looser’ (kaybeden) insanları ve bu insanlarla itişen program yöneticilerinin ‘dağıttıkları adaleti’ seyrettik!

n Bunlar kesmedi ‘mistik’ programları seyrettik!

n Ali Kırca’nın ‘yenilenen’ haber sunma tarzını tartıştık!

n Kenan Işık ‘Anchorman’ olunca ‘Tiyatrocudan haber sunucusu olmaz’ diye ayak diredik!

n Televizyonu ‘dizi mezarlığı’ haline çevirdik. Ya ‘salya sümük’ dizileri ya da ‘kanın gövdeleri götürdüğü’ dizileri seyrettik!

n O kadar ‘dizikolik’ olduk ki, aynı anda üç farklı diziyi seyretme teknikleri geliştirdik!

n ‘Gömülmekten’ kurtulan dizilerden en çok ‘Avrupa Yakası’nı, ‘Aliye’yi, ‘Kurtlar Vadisi’ni ve battı batıyor, bitti bitiyor derken yıllar sonra ilk kez bir dizisi tutan Hülya Avşar’lı ‘Kadın İsterse’yi seyrettik. Ama en çok ‘Avrupa Yakası’nı konuştuk... ‘Oha falan olduk’, hatta ‘oldu gözlerimiz doldu’ falan yani!

Buyrun size ‘popüler kültürün’ en önemli araçlarından birisi olan televizyonun bir yılı!

Alt metin okuması tarafınıza aittir.

Herkes kendi payına düşeni alsın!
Yazının Devamını Oku